23 Şubat 2022 Çarşamba

UKRAYNA-RUSYA-AB-ABD VE NATO

 70. yılında NATO üyeliğimiz ve Montrö Boğazlar Sözleşmesi

Cem Gürdeniz

Cem Gürdeniz yazdı…

NATO üyeliğimiz 70, Montrö Sözleşmesi 86 yaşında. İkisi arasında zıt bir ilişki var. NATO üyeliği bağımsız Türk jeopolitiğine en büyük engel iken, Montrö Türk Boğazları Sözleşmesi bağımsız Türk jeopolitiğinin en önemli enstrümanı ve garantisidir. Bu yazıda söz konusu ilişkiyi irdeleyeceğim.

İTTİFAK SİSTEMİNDE TARAFSIZ KALINMAZ

Churchill’in Birinci Dünya Savaşı anılarını yazdığı beş ciltlik “World in Crisis” isimli eserinde geçen şu cümle önemlidir: “Bir müttefik kuvveti savaş meydanına getirmek, savaş kazandıran bir manevra kadar değerlidir.” Soğuk Savaşta Türkiye’yi Avrupa Atlantik jeopolitik mimarisine dahil etmek ve ABD’nin tek rakibi SSCB karşısında bir savaş durumunda tarafsız kalmasını önlemek Truman ve ekibinin hedefiydi. 1949’da kurulan NATO, Avrasya adasının batısını jeopolitik boyutta Amerika adasına entegre etmek ve Sovyetleri Atlantik ile Akdeniz’de kuşatmak için kuruldu. Asli hedefi Avrupa’yı ABD’ye savunma ve güvenlikte bağımlı hale getirirken, Sovyetleri çevrelemekti.

TÜRKİYE VE TARAFSIZLIK

Türkiye’nin NATO üyeliğinin yolu, 12 Mart 1947 tarihinde açıklanan Truman Doktrini ve paralelinde gelişen ABD’nin küresel hakimiyet vizyonu çerçevesinde gelişti. Kenar kuşakta Türk Boğazlarını kontrol eden Türkiye, Balkanlar, Kafkasya, Basra Körfezi ve Süveyş eksenlerinde Sovyetlerin güneye inişini askeri insan gücü ile geciktirecek; temin edeceği hava üsleri vasıtasıyla ABD ve müttefiklerine Sovyetlerin içlerine saldırı imkânı sağlayacak; güçlendirilecek denizaltı filosu ile Karadeniz’de deniz kontrolüne destek sağlayacak çok değerli bir devlet idi. ABD için bu coğrafya çok stratejik idi. Amerikan Genelkurmay’ının 15 Ağustos 1946 tarihli “Griddle Planı” ve sonrasındaki değerlendirmelere göre Sovyetlerin Türkiye’yi işgal planı olmadığı Amerikan ve İngiliz istihbarat raporlarında belirlenmiş olmasına rağmen Sovyet tehdidi 1945-1946 notaları kapsamında canlı tutulmalı ve Türkiye’nin bir savaş durumunda tarafsızlığı mutlaka önlenmeliydi.

AMERİKAN ASKERİ YERİNE TÜRK GENÇLERİ SAVAŞMALI

Bu kapsamda 1948 yılında ABD Türkiye Müşterek Askeri Yardım Misyonu (JAMMAT) Başkanı General McBride’ın raporu her şeyi özetliyor (US Foreign Policy in The Middle East, G.Gresh, T. Keskin, Routledge 2018): “Türkiye’ye yardım paketinin amacı Türk Ordusunun muharebe potansiyelini artırmaktır. Mevcut yardımın çapı Rusları durdurmaya yetmez. Ancak yardımcı olur. En azından Türkiye işgali Sovyetlere pahalıya mal olur. Çok fazla sayıda Rus ölür. Ana fikir budur. Buraya Amerikan çocuklarını getirip savaştırmaktansa, Türklere cephane ve silah vererek bizim yerimize savaştırmak çok daha ucuzdur.” Diğer yandan ABD’ye göre Türkiye’nin toprak bütünlüğünün korunmasından daha çok Anadolu’nun ABD- SSCB çatışmasında savaş alanı olması önemliydi. 1948 yılında Amerikan Genelkurmayından Amiral Conolly şu yorumu yapıyordu (The US, Turkey and NATO 1945-1952, Melvyin Leffler, Oxford Journals, 1985 http://www.jstor.org/stable/1888505): “Büyük bir savaşta Sovyetler Türklere saldırırsa savaşırlar. Ancak saldırmazlarsa tarafsız kalırlar…Türkiye ile ittifak çok önemlidir. Onlardan ikili ittifak anlaşması imzalamamız gerekir. Bu anlaşmada kendi topraklarına veya kendi topraklarına mücavir bir devlete saldırı olduğu taktirde savaşa girecekleri taahhüdünü almamız önemlidir.”   

SOVYETLER AKDENİZ’E İNMEMELİ

Aynı dönem Amerikan değerlendirmelerinde Türklerin Boğazları savunarak kan kaybetmektense Sovyet işgal güçlerinin önünü keserek ilerlemelerini yavaşlatması ve Torosların güneyinde İskenderun Körfezinde durdurulmaları isteniyordu. Bu nedenle karayollarının geliştirilmesi ve yeni yolların yapılması teşvik ediliyordu. CHP ve DP Hükümetleri bu plana karşı çıkmadı. Kara yolları deniz ve demir yollarına karşılık her zaman teşvik ve tercih edildi. 1952 yılında Türkiye’nin NATO’ya kabulünü sağlayan asli iki güç Amerikan Dışişleri ve Savunma Bakanlıkları oldu. Diğer müttefikler ikna edilerek Türkiye NATO’ya girmesi sağlandı. Böylece NATO’ya alınan Türkiye’nin 5. Madde kapsamında bir savaş başladığında tarafsız kalma gibi bir seçeneği kalmayacağı değerlendirilmişti. Diğer bir deyişle Türkiye’nin olağanüstü askeri coğrafyası, dönemin yöneticileri tarafından Anglo – Amerikan hegemonya emrine verilmiş oldu.

BOĞAZLARI KONTROL EDEMEYEN ABD

Diğer taraftan, ABD Türkiye’nin Montrö Boğazlar Sözleşmesinin sahibi ve uygulayıcısı olarak Amerikan çıkarları için hayati önemdeki bir alanda karar verici ve hakem rolünde olmasını asla kabullenememiştir. 1945 yazındaki Potsdam Görüşmelerinde Sovyetler tarafından teklif edilen Montrö Sözleşmesinin gözden geçirilmesi teklifine destek verdiler. Sonradan Sovyetler ile soğuk savaş başlayınca bu talepten vaz geçtiler ancak Montrö uygulanmasında emrivakiler ve eleştirilerden vaz geçmediler.

ABD VE MONTRÖ İHLALLERİ

ABD soğuk savaş sırasında zaman zaman Türkiye’yi Montrö uygulamaları konusunda test etti. Bunlar geçiş bildirimlerine uymama veya tonaj sınırlamalarını zorlama şeklinde karşımıza çıktı. Örneğin 1966 Nisan ayında iki Amerikan savaş gemisi gece yarısı Ege’den Marmara’ya ısrarla geçmek istedi. Talepleri reddedildi. Aynı yıl Aralık ayında, Samsun açıklarında İncirlik kalkışlı bir Amerikan B57 uçağı düştü. Enkazı bulmak için tonaj limitini aşan savaş gemilerinin geçişine Ankara izin vermedi. Kısa süre sonra Amerikan bayraklı oşinografik/hidrografik bir araştırma gemisi izin almadan Çanakkale’den geçince Marmara’da durduruldu. Gemi geri dönerken tekrar bir deneme yaptı ve yine yakalandı. 1988 yılında 12 Şubat günü Karadeniz’e çıkan iki Amerikan savaş gemisi Sivastopol açıklarında Sovyet karasularından Sovyet deniz yetki alanları kanununa karşı izinsiz geçiş yaparken Karadeniz Donanmasının fiziki müdahalesine maruz kaldılar. Amerikan muhribi USS Caron hasar aldı. Karadeniz’de gerilim arttı.

MONTRÖ BASKISI DEVAM EDİYOR

Soğuk savaşta, Montrö’nün açık eleştirisine yönelik bir makale ABD’nin en önemli Denizcilik Dergisi olan USNI Proceedings’in Ağustos 1988 sayısında (Vol. 114/8/1,026) yerini aldı. ABD Dışişleri Danışmanı ve Deniz Hukukçusu Charles Maechling, Jr. tarafından kaleme alınan ‘’Crisis at the Turkish Straits-Türk Boğazlarında Kriz’’ başlıklı yazı o dönem Türkiye’de çok büyük infial ve tartışmalara neden oldu. Sadece aynı yıl Karadeniz’de yaşanan USS Caron olayı ile ilgili değil, Kuznetsov isimli Sovyet uçak gemisinin (Sovyetlerin ifadesi ile uçak taşıyan kruvazör/aircraft carrying cruiser) ilk kez Boğazlardan güneye geçmesinden önceki tartışmalarla da ilgili olarak yazar şunu öneriyordu: “Birbirini izleyen her ABD yönetiminin Boğazlar sorununu gündeme getirmekten kaçınması şaşırtıcı değildir. Bu nedenle, ABD politikasının amacı, herkesin ve özellikle Türkiye’nin kaçınmak istediği Sovyet uçak gemilerinin geçişi konusunda bir çatışmayı kışkırtmak değil, bir şekilde karar alma sürecine meşru bir şekilde kendisini dahil etmek olmalıdır. Bunu yapmanın en iyi yolu, Montrö Sözleşmesi’ni imzalayanlarla pazarlık ve çekinceler olmaksızın müzakere etmektir. Yararlı bir ikinci adım, Sözleşmeyi gözden geçirecek ve uçak gemileri de dahil olmak üzere kontrollü geçişi mevcut gerçeklerle uyumlu hale getirmenin yollarını araştıracak bir Boğazlar Komisyonu’nun oluşturulması için lobi yapmak olacaktır.”

TÜRKİYE’NİN ÖNLEYİCİ HAMLELERİ

Soğuk Savaş bittikten sonra ABD’nin en büyük amacı NATO’nun Karadeniz’deki varlığını sürekli kılmak ve 11 Eylül olaylarından sonra Akdeniz’de başlayan Etkin Çaba (Active Endeavour) Harekatının Karadeniz’e genişletilmesini sağlamaktı. Bu genişlemeye Türkiye BLACSKEFOR ve Karadeniz Uyumu Harekâtı ile engel oldu. Bu süreçte görev alan ben dahil karar verici pozisyonda olan Deniz Kuvvetleri mensuplarının neredeyse tamamı Balyoz ve diğer Kumpas Davalara eklenerek 3,5 yıl Silivri’de hapis yattı. Belli ki içimizdeki vatana ihanette sınır tanımayan FETÖ casusları isim listelerini koordineli bir şekilde hazırlamıştı. Ancak her şeye rağmen NATO harekâtı Karadeniz’e genişlemedi. Genişleme kararını her defasında Türkiye veto etti ve böylece soğuk savaş döneminde Karadeniz’de uyguladığı denge politikasını devam ettirdi. Soğuk savaşta Ankara, Karadeniz’de hiçbir NATO tatbikatına izin vermemişti. 2004 sonrası Romanya ve Bulgaristan’ın NATO üyeliği dengeleri alt üst etti. Soğuk savaşta yarı kapalı bir deniz olan Karadeniz’de Sovyet denizaltısı bulunmazken bugün Karadeniz’de Rusya 5 adet son derece yetenekli dizel elektrik denizaltı tutuyor. Bu gemilerin varlık nedeni ABD kışkırtması altındaki Romanya ve Bulgaristan ile Ukrayna’da yaşanan gelişmelerdir.

KANAL İSTANBUL VE MONTRÖ SÖZLEŞMESİ

Çılgın Projenin gündeme geldiği 2012 yılından sonra ABD Düşünce Kuruluşlarında kanalın Montrö Sözleşmesi üzerine etkilerini irdeleyen yazılar çıkmaya başladı. ABD’nin önde gelen Deniz Güvenliği Dünce Kuruluşu olan CIMSEC’de Paul Pryce imzalı ve “Türk Boğazları Sorunu Tekrar İncelendi” başlıklı yazıda (https://cimsec.org/let-me-get-this-strait-the-turkish-straits-question-revisited/) İstanbul Kanalının Sözleşmedeki Türk Boğazlarının bütüncül tanımını bozacağını ve Montrö Sözleşmesinin ruhuna ciddi bir tehdit teşkil edeceğini, Türkiye’nin yeni yorumla kanalı kullanarak geçiş yapacak savaş gemileri üzerinden Karadeniz’de dengeleri değiştireceği vurgulanıyor. Benzer bir yorum ABD’nin önde gelen uluslararası yayınlarından Foreign Affairs Dergisinde 16 Ağustos 2021 tarihinde Rusya’nın Karadeniz Savaşı başlıklı makalesinde Angela Stent tarafından geldi. (https://www.foreignaffairs.com/articles/turkey/2021-08-16/russias-battle-black-sea) Yazısında Bu kanal Montrö Sözleşmesine tabi olmayacağından NATO savaş gemileri Karadeniz’e kısıntısız geçiş yapabilecektir. Ankara, bu yorumlara cevap vermeye tenezzül bile etmemelidir. Ancak ABD’de yaratılan hava budur. Emperyalizm her türlü boşluğu bulur ve acımasızca kendi çıkarları için kullanır.

TÜRK BOĞAZLARINI RUSYA’YA KAPAMAK

2004 yılında Baltık Cumhuriyetlerini NATO’ya katarak Rusya’nın Baltık üzerinden Kuzey Denizi ve Atlantik çıkışını kapayan ABD; aynısını Karadeniz’de yapmak istiyor. Şimdi eski Amerikan Avrupa Kara Kuvvetleri Komutanı Emekli Orgeneral (B. Hodges) çıkıyor ve sözde bir Türk Televizyon kanalına röportaj vererek şunları söylüyor: Bence Türkiye batının, Rusya’nın ekonomik misillemelerine karşı kendisini koruyacağına daha çok güvense o zaman Montrö Sözleşmesini daha sıkı uygulayabilir. Rus denizaltıları bu sözleşmeyi ihlal ediyor diyebiliyor. Aynı kişi, İngiliz LBC kanalında katıldığı bir yayında da benzer şeyleri söylüyor: Esasında Rusya’ya karşı kullanabileceğimiz, fakat kullanmadığımız bir koz var. Bu da Türkiye’nin boğazlar üzerindeki denetimi. Türk müttefiklerimizle, onların Rusya’nın karşı tepkisine maruz kalmayacaklarından emin olacakları doğru bir ilişki kurmamız durumunda, Türkiye’nin elinde Rus askeri gemilerine boğazları kapatmaları için meşru nedenler bulunuyor.”

104 AMİRAL VE AMERİKALI GENERAL

Amerikalı emekli bir general Türkiye’nin doğrudan egemenlik hakkına müdahale edebilecek yorumları bırakalım İngiliz televizyonunu, Türk televizyon kanalında söyleyebiliyor. Türk kamuoyu bundan rahatsızlık duymuyor. Ancak 104 emekli Amiral yaklaşık bir yıl önce Montrö Boğazlar Sözleşmesinin önemine vurgu yapan ve Deniz Kuvvetlerinde görevli bir Amiralin üniforma üzerine dini kıyafetler giymesini eleştiren bir basın açıklaması yapınca yer yerinden oynuyor. Darbe imalı bildiri adı altında savcılık soruşturma açıyor. ABD destekli FETÖ militanlarının kumpasları ile 3,5 yıl hapis yatan ben dahil onlarca Amiralin de içinde bulunduğu 104 amiral mahkeme mahkeme dolaştırılıyor. Tam da NATO’ya girişimizin 70. Yıldönümünde ve batının kışkırtması ile Rusya’nın savaşa teşvik edilmesinin yaşandığı bu günlerde söz konusu davanın görülmeye başlaması ancak tarihin yaratıcılığı ile izah edilebilir. FETÖ ve işbirlikçilerinin kumpas davalar sürecinden sonra bu yaşananlar da tarihin şaşmaz terazisinde ve ceridesinde yerini alacaktır. Ancak hukukun siyasallaşması ve vatanseverliğin üst üste yargılanması Türk tarihinde hiç bu dönemdeki kadar insafsızca ve adaletsizce olmamıştı.

MONTRÖ TARAFSIZLIĞIN GARANTİSİDİR

Bir daha hatırlatayım. Montrö Sözleşmesi Türkiye’nin dış politikada bağımsızlığının en önemli unsurlarındandır. İkinci Dünya Savaşında NATO üyesi olmadığımız halde gerek mihver (Almanya) gerekse müttefikler (ABD vd.) yanında savaşa girmemiz için büyük baskılara maruz kaldığımız konjonktürde Montrö Sözleşmesi sayesinde aktif tarafsızlık politikasını etkinlikle uygulayabildik. Bugün NATO üyesiyiz ve General Hodges gibi düşünenlerin varlığını göz önüne alırsak Ukrayna yüzünden NATO Rusya çatışması çıktığında oluşabilecek senaryoların Türkiye’ye verebileceği zararı hayal bile edemeyiz. NATO üyeliğine rağmen bir savaş durumunda bizi koruyacak en önemli tarafsızlık unsuru Montrö Sözleşmesi olacaktır. Montrö Sözleşmesini korumak Vatana, Mavi Vatana ve Atatürk’e en büyük sadakattir. Karadeniz, Akdeniz ve Ege için emperyalizmin FETÖ ve dahili ortakları üzerinden uyguladığı ihanet davaları üzerinden ailemle birlikte 3,5 yılı hapsolmak üzere 5 yılım ayrılıklar ve zorluklar içinde geçti. Ancak sonunda Mavi Vatan kazandı. Onun için bedel ödemiş olmanın gurur ve gücü ile geleceğe daha büyük bir umutla bakıyoruz. Hodges gibi 250 yıllık geçmişi olan bir ülkeye ait generaller ve içimizdeki hainler bu duyguyu anlayamazlar. 24 Şubat 2022 tarihinde İstanbul/Çağlayan Adliyesinde 24. Ağır Ceza Mahkemesinde 10.40’ta başlayacak 104 Amiral davasının duruşmasında bu duygular ile varlık göstereceğim.

Kitap Tavsiyesi: Türkiye’nin yetiştirdiği bir avuç gerçek siyaset ve devlet adamlarından birisi olan Sayın Kemal Anadol’un Meşe Kitaplığından çıkan yeni kitabı “Ege Yazıları (Prekerya)” Türkiye’nin geçmiş ve geleceğine ışık tutuyor.

70. yılında NATO üyeliğimiz ve Montrö Boğazlar Sözleşmesi

# 104 Amiral # Montrö # NATO

1 Kasım 2021 Pazartesi

KATİLİNİZ PAKRADUNİLER !

 

Yahudi asıllı Ermeniler ‘Pakraduniler’

Ortaçağ’da bazı Ermeniler, Hıristiyanlığın  Bizans Kilisesini ve hükümranlığını reddeden  ve eski İsrail ile ilişkilendirilen bir akımını benimsediler. Pakraduniler olarak adlandırılan bu topluluk Kral David’i ataları olarak kabul etmişler ve 855’ten 1045’e dek Ermenistan Krallığını yönetmişlerdi. Galante, ‘Pakraduniler veya bir Ermeni-Yahudi Tarikatı’ adlı kitabında, ‘Pakraduniler, varlıklarını Juda İmparatorluğunun sonlarından itibaren (MÖ 7 yüzyıl) 20. yüzyıla dek sürdürülmüş olan Ermeni Yahudi karışımı bir kavimdir’ demekteydi.

 


Eski Dönemler

Ermeniler, bir halk olarak MÖ 521’de oluştular. Ermeniler ve Yehuda Devleti mensupları, müştereken Persler, Büyük İskender ve Selevkoslar’ın vasalları oldular; bu süreç Selevkosların çöküşüne dek devam etti ve bilahare özgürleştiler. Eski Ermeni Krallığı Tigranes II zamanında doruk noktasına ulaştı ve Tigranes II Suriye’yi işgal ederek Akro’ya kadar geldiyse de de MÖ 69’da Romalıların Ermenistan’a saldırması üzerine geri çekilmek zorunda kaldı. Ortaçağ Ermenilerinin tarihçilerinden Moses Of Chorene, Tigranes’in birçok Yahudi esiri Ermeni kentlerinde iskân ettirmiş olduğunu belirtir. Bu cümleden bu kentlerin ve Tigranes’in yönetiminde ticaretin gelişmesinin Yahudileri cezbettiği anlaşılmakta. Nitekim bölgeye birçok Yahudi yerleşmiştir. Bu yörede Romalılar tarafından tayin edilen vasal krallar arasında Herodians Tiganes IV (MÖ 6 dolaylarında) ve Aristobulus (55-60) batı sınırlarını veya Küçük Ermenistan’ı, Tigranes V(60-61), Büyük Ermenistan’ı yönetmişler; Aristobulus (55-60) da, batı sınırına kadar olan bölgeyi veya Küçük Ermenistan’ı yönetmişti. Daha otonom olan Partlar sülalesi döneminde (85-428/33) ise, Ermeni kentleri Helenistik kültürünü muhafaza etti. Yazlık rezidans Garni’de yapılan arkeolojik kazılar bunu kanıtlamakta.

Helen bölgelerinden Yahudi göçü süregeldi ve Pers fatihi Şapur II, Yahudileri kitle halinde 360-370 yılları arasında İran’a tehcir edinceye dek kentler yoğun bir Yahudi nüfusu içeriyordu. Kronikler yazan Faustus Byzantinus’a göre beş kentten 81 bin Ermeni ailesi ve 83 bin Yahudi ailesi göç ettirildi; bu rakamlar abartılı olabilir. Yahudiler, Eruandaşat, Van ve Nahçıvan kentlerindeki sürgünlerin ekseriyetini oluşturuyorlardı.

Büyük Ermenistan’da Alaha (Yahudi Şeriatı kuralları) ile ilgili araştırmalarda hiçbir zaman bir gelişme gözlenmedi. Buna bir istisna, Nisibis merkezinde yer alan Ermenistanlı Yakup’tur. (Yeruşalayim Talmudu, Gittin 6:7, 48a) Bununla beraber Ermenistan Agada Targumları’nda zikredilir…

Nuh’un gemisinin konduğu ‘Ararat‘taki iki dağ’ (Targum Yeruşalmi, Yaratılış:8:4),Yahudi Helenistik kaynaklarında tespit edilen Ermenistan’ın (kısmen İslam kaynaklarınca da  benimsenmiştir) Hıristiyan Ermeni geleneğiyle de uyumlu olarak, daha kuzeyde bir yerde olduğunu çağrıştırmakta ve bu tez daha fazla kabul görmekte.

Öte yandan örneğin Nahmanides’in ve David Ibn Yahya’nın eserlerinde Ermenistan’a ‘Uz’ olarak değinilir. Yahudilerin Ermenilerden ‘Amalek’ olarak bahsettikleri de vakidir. Hazarya’nın önceleri Amalek olduğuna ve Hazar Yahudilerinin  buradan türediğine inanılır. Raşi, Hazar Dağları’nın Kaybolmuş On Kabile’nin yaşadığı ‘Karanlık Dağlar’dan bahseder. Ararat kelimesi (Yaratılış, 8:4;II.Krallar 19:37; Yermiyau 51:27), Van Gölü çevresindeki ilk Ermeni Krallığı Urartu’yu düşündürür. Amalek ise, İsrailoğulları’nın Mısır çıkışında  Kızıldeniz’i aştıktan sonra artçılarını vuran zalim bir kavimin adıdır.

Ortaçağ Döneminde

Ortaçağ Ermenistan’ı, Hıristiyan feodal prensliklerinden oluşuyordu. Kentler daha ufaktı, eskisine nazaran daha homojen bir nüfus içeriyordu ve fazla Yahudi barındırmıyordu. Ermeniler, Hıristiyanlığın  Bizans Kilisesini ve hükümranlığını reddeden  ve eski İsrail ile ilişkilendirilen bir akımını benimsediler. Moses Of Chorene, Amatuni kabilesine ve Ermenistan’ın feodal bir sülalesi olan Bagratuni’ye (Bagratid/Pakraduni) İbrani bir köken atfetmekte. Pakraduniler, Kral David’i ataları olarak kabul etmişler ve 855’ten 1045’e dek Ermenistan Krallığını yönetmişlerdi. Daha sonra Müslümanlar bölgeye yerleşmişlerdi.1801 yılına dek Gürcistan’da kalan bu kraliyet sülalesinden gelenler, bu Ortodoks Hıristiyan arazisinde aynı zamanda İsrail kökenlerini ve geleneklerini de savunmuşlardı. Ermenistan Krallığı genel bir çöküşe geçtikten sonra birçok Ermeni, Bizans’a ait  bir eyalet olan Anadolu’daki Kilikya’ya göç etmişler ve Küçük Ermenistan Krallığını kurmuşlardı. Bu krallık Kudüs Latin Krallığının müttefikiydi ve 1375’te Memlukların eline geçince Yahudi topluluklarının bir niteliği kalmadı. Ancak bir kısmı Kürt Yahudilerine karıştı.1

 Araştırmacı yazar Levon Panos Dabağyan, Pakraduniler’in öyküsünün MÖ 730 yılında başladığı ve M.S.1045 yılına dek Ermenileri bunların ‘acımasızca’ yönettiğini ifade ederken, iddialarına dayanak olarak dünyaca ünlü Yahudi Tarihçilerinden eski Niğde Milletvekili Prof.Dr. Avram Galante’yi  göstermektedir.Galante, ‘Pakraduniler’ veya bir Ermeni-Yahudi Tarikatı’ adlı kitabında, ‘Pakraduniler,varlıklarını Juda İmparatorluğunun sonlarından itibaren (M.Ö.7 yüzyıl) 20. yüzyıla dek sürdürülmüş olan Ermeni Yahudi karışımı bir kavimdir’ demekteydi. ‘Kripto Yahudilik’ konusunda uzman olan Prof.Dr. Abraham Galante, ‘Les Pacradounis ou Une Secte Armeno-Juive’’/4.baskı:1933; Fransızca İst’ kitabında, Pakradunilerin Erzurum, Sivas arasında  Marmara Denizinin Avrupa yakasında  ve İstanbul Hasköy’de yaşamış olduklarını; 26 yüzyıldır Yahudi yönlerini sürdürdüklerinden, Portekizli Maranolar, Selanikli Dönmeler ve İranlı Meşhediler gibi Yahudi kökenli topluluklar arasında sayılabileceklerini belirtir.

Dabağyan,Pakraduniler’in kullandığı isimlerin Ermenilerden farklı olabildiğini söyleyerek;Ermeni tarihçi Gatoğigos Gorenazi’den şu nakilde bulunur; “Simpat  adını, Pakraduniler oğullarına verirler. Bu isim İbraniceden gelmektedir ve aslı Şampat’tır. Ermeniler arasında pek revaç görmüş olan Pakrat, Simpat, Aşot, Kakik, İsrael, Tavit gibi isimlerin, Ermeni menşeli olmadığı bariz şekilde meydana çıkmakta. Dağbağyan Bizanslı tarihçi Pavstos’un 3. asırda bölgede iskân edilmiş ve kısmen Hıristiyan olmuş Yahudilerin miktarını 400 bin olarak verdiğini kaydeder.

Sabetaycılık, Ladino ve Kripto Yahudi Cemaatleri konusunda uzman isimlerden Dr. Gad Nassi, Pakraduniler’in 20. yüzyılın ilk yarısına kadar özel gelenekleriyle Sivas/Divriği ile Erzincan /Eğin (yeni adı Kemaliye) arasındaki bölgelerde varlıklarını sürdürdüklerini belirtir. Nassi’ye göre cemaatin yayılımı; Arapkir, Kapadokya ve Kilikya/Çukurova’ya kadar uzanmaktaydı. Nassi, Pakraduni soyundan gelenlerin fiziksel görünüşlerinin Ermenilerden farklı olduğunu, evlerinde bir vefat gerçekleştiğinde yedi gün iş yapmayıp, Yahudilerde olduğu gibi yas tuttuklarını, cumartesi günü çalışma yasağına uyduklarını, genelde cemaat içinden evlendiklerini ve soyadlarının da Yahudi kökenlerini anlatacak şekilde olduğunu ifade ediyor. Bununda Ermeniler arasında ‘Yahudiliğin bir uzantısı’ olarak değerlendirildiği söyler. Nassi, Pakradunilerin ticaret ve finans alanında  çok becerikli olduklarını kaydederken, benzer bir grubun da geleneklerini koruyarak 19. yüzyıla kadar Gürcistan’da Gürcüler içinde hayatiyetini devam ettirdiklerini de ifade etmekte.

Dabağyan, 1862 ve 1895’te iki kez denenen isyanın Türkiye’ye sadık Gregoryan Ermenilerin’ destek vermemesi üzerine akamete uğradığını ve Pakradunilerin kışkırtıcı bir rol aldıklarını belirtiyor Araştırmacı, Pakradunilerin hâlâ var olduğunu fakat organize olup olmadıklarını bilmediğini ve çocukluğunda Pakraduni tabirinin hakaret anlamında da kullanıldığı belirtiyor.2

selanikli sabetaycılar, ispanyol maranolar ve iranlı meşhedilerden sonra ermeniler içinde de yahudi orijinli bir unsurun 2 bin 700 yıldır varlığını sürdürdüğü ortaya çıktı.

pakraduniler (bagratuni/bagratids) adı verilen ve asırlarca ermeni toplumunu yöneten cemaatin hikâyesi m.ö 730 yılında başlıyor ve günümüze kadar uzanıyor.

iddianın sahibi, araştırmacı-yazar levon panos dabağyan. yahudi asıllı pakradunilerin m.s. 1045 yılına kadar ermenileri “acımasızca” yönettiğini ifade ederken, iddialarına dayanak olarak dünyaca ünlü yahudi tarihçilerinden prof. dr. abraham galante’yi gösteriyor.

galante, “pakraduniler veya bir ermeni-yahudi tarikatı” adlı kitabında,

“pakraduniler, varlıklarını juda imparatorluğu’nun sonlarından (m.ö. 7. yüzyıl), 20’nci yüzyıla dek sürdürmüş olan ermeni-yahudi karışımı bir kavimdir.”

diyor.

bizans’ın krallıklarına son verdiği pakraduniler, selçukluların hakimiyetine girdikten sonra yüzyılımıza kadar hayatiyetini cemaat içinde devam ettiriyor.

hikâye milattan önce 730 yılında başlıyor.

o tarihte, ermeni kralı sannasar, filistin’e yaptığı seferde israil kralı osee’yi öldürerek, 10 yahudi kabilesini esir alır. sonra onları fırat’ın ötesine, güney ermenistan’a yerleştirir.

m.ö. 700’lerde, bu kez babil kralı nabukadnezar, mısır kralı necho ile kudüs kralı yoachim’e karşı bir sefer açar. söz konusu sefere, doğu ermenistan kralı hıraçya da büyük bir ordu ile katılır.

hıraçya’nın bu savaşta gösterdiği olağanüstü başarı, nabukadnezar’ı fazlasıyla memnun eder ve esir aldığı 10 bin yahudi’nin yarısını kral hıraçya’ya hediye eder. bu esirler arasında israiloğulları’nın önemli şahsiyetlerinden prens şampat (smbat/shampat) da vardır. şampat, kısa zamanda hıraçya’nın takdirlerine mazhar olur. devlet hizmetine alınıp, önemli mevkilere yükselir.

esirlikten soyluluğa

m.ö. 15o’lerde soyunun hz. davud’a (as) dayandığını iddia eden ve adı “pakarad şampa” olan bir yahudi, zamanın ermenistan kralı vağarşak’a başvurarak saray hizmetine girebilme talebinde bulunur.

dikkat çekme ve kendini sevdirme açısından prens şampat’ı dahi gölgede bıraktığı kaydedilen pakarad şampa, kral vağarşak’ın en yakın bendeleri mevkiine erişir. sonunda şaşırtıcı bir şekilde, ermeni kralları’na taç giydirme imtiyazı ile 10 bin süvariye komuta etme hakkını elde eder. m.ö. 90-36’larda ermeni krallarına dikran ii. (büyük dikran) israiloğullarına yönelik yeni bir sefer düzenler.

bu sefer sırasında esir aldığı binlerce yahudi’yi o da ülkesine götürür. esirler arasından seçtiği “aşod” adında bir asil yahudi’yi özel hizmetine alır. bu olaylar sonucunda ermenistan’a yerleşen ve zamanla nüfusları hızla artan esir yahudiler, sürgün yıllarının sembol ismi prens şampat’ın hatırasını kendilerine rehber edinerek, teşkilâtlanıp millî varlıklarını koruyabilme mücadelesine girişirler.

zamanla ermenilerin yönetimini ele geçiren pakraduniler m.s. 1045’e kadar ermenistan’da saltanat sürmeyi başarır.

26 yüzyildir yahudilikleri devam ediyor

“kripto yahudilik” konusunda uzman olan türkiyeli yahudi prof. abraham galante,

“les pacradounis ou une secte armeno-juive/ pakraduniler veya bir ermeni-yahudi tarikatı / baskı: 1933, fransızca ist.”

adlı eserinde bu konuda hayli enteresan bilgiler veriyor:

“pakraduniler varlıklarını juda imparatorluğu’nun sonlarından (m.ö. 7. yüzyıl), 20’inci yüzyıla kadar sürdürmüş olan ermeni-yahudi karışımı bir kavimdir. eğin’de, ‘erzurum-sivas arasında’, marmara denizi’nin avrupa yakasında ve istanbul hasköy’de yaşamış oldukları bilinen pakraduniler, 26 yüzyıldır yahudi yönlerini sürdürmekte gösterdikleri kararlılık nedeniyle portekizli marano’lar, selanikli dönmeler ve iranlı meşhediler gibi yahudi kökenli topluluklar arasında sayılabilirler.”

dabağyan, pakradunilerin kullandığı isimlerin ermenilerden farklı olabildiğini söyleyerek; ermeni tarihçi gatoğigos ğorenazi’den şu nakilde bulunuyor:

“simpat adını, ‘pakraduniler’ oğullarına verirler. bu isim ibranice’den geliyor ve aslı ‘şampat’tır. ermeniler arasında asırlarca pek revaç görmüş olan ‘pakrat, simpat, aşot, kakik, israel, tavit’ gibi isimlerin ermeni menşe’li olmadığı bariz şekilde meydana çıkmaktadır.”

dabağyan, bizanslı tarihçi pavstos’un, 3. asır’da bölgede iskan edilmiş ve kısmen hıristiyan olmuş yahudilerin miktarını 400 bin olarak verdiğini de kaydediyor.

nassi: domuz eti yemezler

sabetaycılık, ladino ve kripto yahudi cemaatleri konusunda uzman isimlerden araştırmacı-yazar dr. gad nassi, pakradunilerin 20. yüzyılın ilk yarısına kadar özel gelenekleriyle sivas/divriği ile erzincan/eğin (yeni adı kemaliye) arasındaki bölgede varlıklarını sürdürdüklerini belirtiyor. nassi’ye göre cemaatin yayılımı, arapkir, kapadokya ve kilikya/çukurova’ya kadar uzanıyor.

nassi, pakraduni soyundan gelenlerin fiziki görünüşlerinin ermenilerden farklı olduğunu, kafa yapısı olarak yahudiler gibi dolikosefal olduklarını kaydediyor.

bir yahudi-ermeni’nin evinde vefat gerçekleştiğinde, evin içini tamamen değiştirdiklerini, evde asla su kullanmadıklarını, çünkü ölüm meleğinin kılıcındaki kanı bu suyla temizlediğine inandıklarını belirtiyor. 7 gün iş yapmayıp yahudilerde olduğu gibi yas tuttuklarını da kaydediyor.

nassi, pakradunilerin asla domuz eti yemediklerini, cumartesi günü çalışma yasağına uyduklarını, genelde cemaat içinden evlendiklerini ve soyadlarının da yahudi kökenlerini anlatacak şekilde olduğunu ifade ediyor. bunun da ermeniler arasında “yahudiliğin bir uzantısı” olarak değerlendirildiğini söylüyor. nassi, pakradunilerin, ticaret ve finans alanında çok becerikli olduklarını kaydederken, benzer bir grubun da geleneklerini koruyarak 19’uncu yüzyıla kadar gürcistan’da gürcüler içinde hayatiyetini devam ettirdiğini ifade ediyor.

rafizî ermeniler kim?

fransız mareşali horace sebastiani, türkiye ermenileriyle ilgili 1814 tarihli raporunda ermenileri normal ermeniler ve “rafiziyyun/rafiziler” olarak ikiye ayırır.

dabağyan “osmanlı imparatorluğunda şer akımlar” kitabında bu raporu değerlendirirken, fransızların türkiye’deki etnik yapıya daha 1800’lü yılların başında bile ne kadar hâkim olduklarının anlaşıldığını ifade ederek şöyle tepki veriyor:

“selçuklular devrinde, alparslan’ın saflarına geçerek, bizans’a karşı savaşan ve sonradan islam dinini kabul eden ermenilerin büyük bir kısmı, bilâhere ‘alevi mezhebi’ne geçmiş ve öyle kalmışlardır. (...)

demek ki, mareşal horace sebastiani, fransa’nın türkiye üzerinde taşıdığı gizli emellerin tahakkuk sahasına aktarılacağı zaman, osmanlı topraklarında yaşayan bilumum unsurlardan istifade edebilmek için anadolu topraklarında yaşayanları da iyiden iyiye tetkik etmiş veya ettirmiş!”

ermeni asıllı türk vatandaşı yazar torkom istepanyan ise pakradunilerle ilgili şu değerlendirmede bulunuyor:

“türk-ermeni kardeşliğinin başlangıcı 11’inci yüzyıl ortalarına dayanır. 1064’te pakraduni ermeni krallığına bizanslılar tarafından son verilince, bizans zulmüne dayanamayan ermeniler türklerin himayesine sığındılar. bu devre onlar için huzur oldu. vatanlarına sımsıkı bağlandılar. türkler tarafından bunlardan’ bazılarına ‘amiral’lik unvanı verildi. böylece ilk türk-ermeni dostluğunun temeli atılmış oldu. bu kardeşliğin en güzel kanıtı da bugün dünyanın dört bucağına serpilmiş olan ermeni toplumunun günümüze dek varlığını sürdüren türkçe kökenli soyadlarıdır. örneğin, romanya doğumlu olduğu halde dünya ermenilerinin ruhani reisi gatogigos vazgen i’in soyadı ‘balcıyan’dır.”

(sorun olan ermeniler / suat akgül, ali güler, türkar yay. ist. 2003. s: 402)

“ermeni isyanlarinin arkasindalar!”

yazar levon panos dabağyan, ermeni meselesinin can damarını teşkil eden “1. zeytun isyanı’nın” arkasında fransa ve vatikan’ın bulunduğunu, isyanın düzenleyicilerinin pakraduniler olduğunu ileri sürüyor.

dabağyan, zeytunluların kökeniyle ilgili olarak şöyle diyor:

“ani beldesi’nin bizanslılara geçmesinden ve bizanslıların ermeni katliamından sonra, anadolu’nun muhtelif bölgelerine dağılan ‘pakraduni hanedanı’ mensupları haçin ve zeytun havalisine yerleşmişlerdi. dolayısıyla (fransa’nın gönderdiği katolik ermeni) maceracı leon, ermenileri isyana teşvik için gerçekten en münasip bölgeleri seçmiş demekti. zira, pakraduni hanedanı, zaten birtakım entrikalara müsait ve gayri ermeni bir unsur idi.”

dabağyan 1862 ve 1895’te iki kez denenen isyanın türkiye’ye sadık gregoryan ermenilerin destek vermemesi üzerine akamete uğradığını kaydediyor.

pakradunilerin de hâlâ var olduğunu belirtiyor:

“hâlâ varlar tabii; ama sayıları ne kadar, organizeler mi bilemem. sanmıyorum. ancak, bizde birine ‘pakraduni!’ dedin mi, bu hakaret için kullanılırdı. çocukken birine kızdığımızda, ‘pakradunisin ulan sen!’ derdik. onların ırklarından gelen bir zekâları, müztehzi bir bakışları, hesapçı, işini bilir bir yapıları vardır. tarım ve zenaattan çok hep ticaretle, para/finans işleriyle uğraşmışlardır.”

ermeni tarihinde onemli bir soydur. ermeniler tarafindan bagratuni diye adlandirilirlar. en onemli rakip kavim ise artsrunilerdir.

hamis: gurcistan tarihi icin de onemlidir yazmis sagolsun sakirler. yani buradan anlamamiz gereken uzun adamin koku buraya gider, yahudi kokenlidir diye de sakircanlarin gozlerini boyamaya devam ederler. pers isi, acemusagi, mutasa zirvalarindan sonra tayyip'e gurcu pakraduni tayyip demeleri yakin gorunmekte. bekleyelim gorelim ne yumurtlayacaklar.

Paktaduniler denirmiş Ermeni-Yahudi Tarikatıymış. Türk-Müslüman sanıyormuşsun ama üstünü kazıyınca altından Ermeni-Hristiyan çıkıyormuş, onun da üstünü kazıyormuşsun altından yahudi çıkıyormuş. Rize’de, Siirt’te, Erzincan’da yoğun olmak üzere Doğu Anadolu’da epey varmış, çoğu batıya göçmüşler, İstanbul'da Hasköy'ü tercih etmişler. Ataları 2000 yıl önce Filistinden Ermenistan ve Gürcistan’a sürgün gidenlermiş, duruma göre hristiyan duruma göre Müslüman görünürlermiş. Bazen ermeni olmuş bazen Gürcü olmuşlar. Kitabı okudum, aklıma birileri geldi, rahatsız oldum.

KATİLİNİZ PAKRADUNİLER !

 

Gülen Pakraduni dedi olay oldu! Kim bu Pakraduniler?

 

Fethullah Gülen'in son açıklamalarında Pakraduni Terör Örgütü'ne bedduası dikkatleri çekti. Peki kim bu Pakraduniler?

Fethullah Gülen sohbetinde "Bütün terör örgütlerinin Allah belasını versin!.. Pakrudin Terör Örgütü'nün Allah belasını versin!.. Pers Terör Örgütü'nün Allah belasını versin!.. Terör örgütü olmayana, "terör örgütü" diyenlerin Allah belasını versin!.. Paralel olmayanlara paralel diyenlerin Allah belasını versin. " ifadesini kullandı.

KİM BU PAKRADUNİLER?

"Pakraduniler" pek de duymaya alışkın olmadığımız bir ifadeydi. Gülen'in açıklamasıyla gündeme gelen pakraduniler ile ilgili Milli Gazete yazarı Mehmet Şevket Eygi hem 2013'te hem de 2014'te köşesinde bahsediyor.

Asırlarca Ermeni toplumunu yöneten kripto Yahudi cemaati olan Pakraduniler için bakın Eygi neler diyor?

"Son bir aylık kavga gürültü, toz duman, fitne fesat, çatışma ile ilgili on binlerce haber, yorum, köşe yazısı yayınlandı. Bana inanmazsanız, internete bakın, rakamın daha da büyük olduğunu göreceksiniz.

Çok şey yazıldı, çok tezler, senaryolar üretildi ama en önemli kelime hiç kullanılmadı. Pakraduniler... Pakraduniler... Pakraduniler...

Üç kimlikli, sır içinde sır, gizli mi gizli, görünmez bir grup.

Onların yanında Sabataycılar apaçık bir cemaattir.

Evet, son hadiselerin içindeki Pakraduniler kimlerdir? Ne yapmak istiyorlar?

Bu memlekette ikili oynayanlar olduğunu biliyoruz... Pakraduniler ise üçlü oynuyor.

Dıştan Müslüman görünüyorlar... Bir alttaki ikinci kimlikleri Kripto Ermenilik... En alttaki Yahudilik...

Bendeniz bir Pakradunilik uzmanı mıyım? Hayır, bu konuda çok az şey biliyorum. Hiç bilmeyenlerin yanında biraz bilmenin ayrıcalığına sahibim.

Bu konuda ne istiyorum: Kafası çalışan Müslümanların bu konuyu bilmesini istiyorum.

En azından Türkiyede Pakradunilerin olduğunun, bazılarının mühim nüfuz ve tesire sahip olduğunun, önemli roller oynadıklarının bilinmesi...

Pakradunilerin 2500 yıllık tarihi ve macerası hakkında yabancı dillerde yazılmış birkaç araştırma kitabı var. Doğu Anadoluda bağımsız devletler bile kurmuşlar.

Sonra izleri silinmiş... Dıştan Ermeni görünürken bir kısmı Kürt ve Müslüman kimliğine bürünmüş. Kürtlükleri, Müslümanlıkları samimî midir?

Pakradunilerin, asıl Ermenilere çok işler ettiklerini duydum. Aynı işleri şimdi Kürtlere, Müslümanlara etmesinler.

Bu konuları araştırmak tarihçilere düşer. Sadece tarihçilere değil, istihbaratçılara...

Bendeniz bir gazeteci olarak konuyu gündeme getirebilirim ancak...."

PAKRADUNİLER ERMENİLERİ YÖNETEN YAHUDİLER

Aksiyon Dergisi'nin 2006 yılında yer alan Pakraduniler ile ilgili bir dosya haberde bakın Pakraduniler'in tarihi nasıl anlatılıyor:

Asırlarca Ermeni toplumunu yöneten Yahudi asıllı 'Pakraduniler'in hikâyesi günışığına çıkıyor...Selanikli Sabetaycılar, İspanyol Maranolar ve İranlı Meşhedilerden sonra Ermeniler içinde de Yahudi orijinli bir unsurun 2 bin 700 yıldır varlığını sürdürdüğü ortaya çıktı. Pakraduniler (Bagratuni/Bagratids) adı verilen ve asırlarca Ermeni toplumunu yöneten cemaatin hikâyesi M.Ö 730 yılında başlıyor ve günümüze kadar uzanıyor. İddianın sahibi, araştırmacı-yazar Levon Panos Dabağyan. Yahudi asıllı Pakradunilerin M.S. 1045 yılına kadar Ermenileri "acımasızca" yönettiğini ifade ederken, iddialarına dayanak olarak dünyaca ünlü Yahudi tarihçilerinden Prof. Dr. Abraham Galante'yi gösteriyor. Galante, "Pakraduniler veya Bir Ermeni-Yahudi Tarikatı" adlı kitabında, "Pakraduniler, varlıklarını Juda İmparatorluğu'nun sonlarından (M.Ö. 7. yüzyıl), 20'nci yüzyıla dek sürdürmüş olan Ermeni-Yahudi karışımı bir kavimdir." diyor.

Bizans'ın krallıklarına son verdiği Pakraduniler, Selçukluların hakimiyetine girdikten sonra yüzyılımıza kadar hayatiyetini cemaat içinde devam ettiriyor.

Hikâye milattan önce 730 yılında başlıyor. O tarihte, Ermeni Kralı Sannasar, Filistin'e yaptığı seferde İsrail Kralı Osee'yi öldürerek, 10 Yahudi kabilesini esir alır. Sonra onları Fırat'ın ötesine, Güney Ermenistan'a yerleştirir. M.Ö. 700'lerde, bu kez Babil Kralı Nabukadnezar, Mısır Kralı Necho ile Kudüs Kralı Yoachim'e karşı bir sefer açar. Söz konusu sefere, Doğu Ermenistan Kralı Hıraçya da büyük bir ordu ile katılır. Hıraçya'nın bu savaşta gösterdiği olağanüstü başarı, Nabukadnezar'ı fazlasıyla memnun eder ve esir aldığı 10 bin Yahudi'nin yarısını Kral Hıraçya'ya hediye eder. Bu esirler arasında İsrailoğulları'nın önemli şahsiyetlerinden Prens Şampat (Smbat/Shampat) da vardır. Şampat, kısa zamanda Hıraçya'nın takdirlerine mazhar olur. Devlet hizmetine alınıp, önemli mevkilere yükselir.

ESİRLİKTEN SOYLULUĞA

M.Ö. l5O'lerde soyunun Hz. Davud'a (as) dayandığını iddia eden ve adı "Pakarad Şampa" olan bir Yahudi, zamanın Ermenistan Kralı Vağarşak'a başvurarak saray hizmetine girebilme talebinde bulunur. Dikkat çekme ve kendini sevdirme açısından Prens Şampat'ı dahi gölgede bıraktığı kaydedilen Pakarad Şampa, Kral Vağarşak'ın en yakın bendeleri mevkiine erişir. Sonunda şaşırtıcı bir şekilde, Ermeni Kralları'na taç giydirme imtiyazı ile 10 bin süvariye komuta etme hakkını elde eder. M.Ö. 90-36'larda Ermeni krallarına Dikran II. (Büyük Dikran) İsrailoğullarına yönelik yeni bir sefer düzenler.

Bu sefer sırasında esir aldığı binlerce Yahudi'yi o da ülkesine götürür. Esirler arasından seçtiği "Aşod" adında bir asil Yahudi'yi özel hizmetine alır. Bu olaylar sonucunda Ermenistan'a yerleşen ve zamanla nüfusları hızla artan esir Yahudiler, sürgün yıllarının sembol ismi Prens Şampat'ın hatırasını kendilerine rehber edinerek, teşkilâtlanıp millî varlıklarını koruyabilme mücadelesine girişirler. Zamanla Ermenilerin yönetimini ele geçiren Pakraduniler M.S. 1045'e kadar Ermenistan'da saltanat sürmeyi başarır.

26 YÜZYILDIR YAHUDİLİKLERİ DEVAM EDİYOR

"Kripto Yahudilik"konusunda uzman olan Türkiyeli Yahudi Prof. Abraham Galante, "Les Pacradounis ou Une Secte Armeno-Juive/ Pakraduniler veya Bir Ermeni-Yahudi Tarikatı / Baskı: 1933, Fransızca İst." adlı eserinde bu konuda hayli enteresan bilgiler veriyor: "Pakraduniler varlıklarını Juda İmparatorluğu'nun sonlarından (M.Ö. 7. yüzyıl), 20'inci yüzyıla kadar sürdürmüş olan Ermeni-Yahudi karışımı bir kavimdir. Eğin'de, 'Erzurum-Sivas arasında', Marmara Denizi'nin Avrupa yakasında ve İstanbul Hasköy'de yaşamış oldukları bilinen Pakraduniler, 26 yüzyıldır Yahudi yönlerini sürdürmekte gösterdikleri kararlılık nedeniyle Portekizli Marano'lar, Selanikli Dönmeler ve İranlı Meşhediler gibi Yahudi kökenli topluluklar arasında sayılabilirler."

Dabağyan, Pakradunilerin kullandığıisimlerin Ermenilerden farklı olabildiğini söyleyerek; Ermeni tarihçi Gatoğigos Ğorenazi'den şu nakilde bulunuyor: "Simpat adını, 'Pakraduniler' oğullarına verirler. Bu isim İbranice'den geliyor ve aslı 'Şampat'tır. Ermeniler arasında asırlarca pek revaç görmüş olan 'Pakrat, Simpat, Aşot, Kakik, İsrael, Tavit' gibi isimlerin Ermeni menşe'li olmadığı bariz şekilde meydana çıkmaktadır."

Dabağyan, Bizanslı tarihçi Pavstos'un, 3. Asır'da bölgede iskan edilmiş ve kısmen Hıristiyan olmuş Yahudilerin miktarını 400 bin olarak verdiğini de kaydediyor.

NASSİ: DOMUZ ETİ YEMEZLER

Sabetaycılık, Ladino ve Kripto Yahudi cemaatleri konusunda uzman isimlerden araştırmacı-yazar Dr. Gad Nassi, Pakradunilerin 20. yüzyılın ilk yarısına kadar özel gelenekleriyle Sivas/Divriği ile Erzincan/Eğin (Yeni adı Kemaliye) arasındaki bölgede varlıklarını sürdürdüklerini belirtiyor. Nassi'ye göre cemaatin yayılımı, Arapkir, Kapadokya ve Kilikya/Çukurova'ya kadar uzanıyor.

Nassi, Pakraduni soyundan gelenlerin fiziki görünüşlerinin Ermenilerden farklı olduğunu, kafa yapısı olarak Yahudiler gibi Dolikosefal olduklarını kaydediyor. Bir Yahudi-Ermeni'nin evinde vefat gerçekleştiğinde, evin içini tamamen değiştirdiklerini, evde asla su kullanmadıklarını, çünkü ölüm meleğinin kılıcındaki kanı bu suyla temizlediğine inandıklarını belirtiyor. 7 gün iş yapmayıp Yahudilerde olduğu gibi yas tuttuklarını da kaydediyor. Nassi, Pakradunilerin asla domuz eti yemediklerini, cumartesi günü çalışma yasağına uyduklarını, genelde cemaat içinden evlendiklerini ve soyadlarının da Yahudi kökenlerini anlatacak şekilde olduğunu ifade ediyor. Bunun da Ermeniler arasında "Yahudiliğin bir uzantısı" olarak değerlendirildiğini söylüyor. Nassi, Pakradunilerin, ticaret ve finans alanında çok becerikli olduklarını kaydederken, benzer bir grubun da geleneklerini koruyarak 19'uncu yüzyıla kadar Gürcistan'da Gürcüler içinde hayatiyetini devam ettirdiğini ifade ediyor.

RAFIZÎ ERMENİLER KİM?

Fransız Mareşali Horace Sebastiani, Türkiye Ermenileriyle ilgili 1814 tarihli raporunda Ermenileri normal Ermeniler ve "Rafiziyyun/Rafiziler" olarak ikiye ayırır. Dabağyan "Osmanlı İmparatorluğunda Şer Akımlar" kitabında bu raporu değerlendirirken, Fransızların Türkiye'deki etnik yapıya daha 1800'lü yılların başında bile ne kadar hâkim olduklarının anlaşıldığını ifade ederek şöyle tepki veriyor:

"Selçuklular devrinde, Alparslan'ın saflarına geçerek, Bizans'a karşı savaşan ve sonradan İslam dinini kabul eden Ermenilerin büyük bir kısmı, bilâhere 'Alevi Mezhebi'ne geçmiş ve öyle kalmışlardır. (...) Demek ki, Mareşal Horace Sebastiani, Fransa'nın Türkiye üzerinde taşıdığı gizli emellerin tahakkuk sahasına aktarılacağı zaman, Osmanlı topraklarında yaşayan bilumum unsurlardan istifade edebilmek için Anadolu topraklarında yaşayanları da iyiden iyiye tetkik etmiş veya ettirmiş!"

Ermeni asıllı Türk vatandaşı yazar Torkom İstepanyan ise Pakradunilerle ilgili şu değerlendirmede bulunuyor: "Türk-Ermeni kardeşliğinin başlangıcı 11'inci yüzyıl ortalarına dayanır. 1064'te Pakraduni Ermeni Krallığına Bizanslılar tarafından son verilince, Bizans zulmüne dayanamayan Ermeniler Türklerin himayesine sığındılar. Bu devre onlar için huzur oldu. Vatanlarına sımsıkı bağlandılar. Türkler tarafından bunlardan' bazılarına 'Amiral'lik unvanı verildi. Böylece ilk Türk-Ermeni dostluğunun temeli atılmış oldu. Bu kardeşliğin en güzel kanıtı da bugün dünyanın dört bucağına serpilmiş olan Ermeni toplumunun günümüze dek varlığını sürdüren Türkçe kökenli soyadlarıdır. Örneğin, Romanya doğumlu olduğu halde dünya Ermenilerinin Ruhani Reisi Gatogigos Vazgen I'in soyadı 'Balcıyan'dır." (Sorun olan Ermeniler / Suat Akgül, Ali Güler, Türkar Yay. İst. 2003. s: 402)

"ERMENİ İSYANLARININ ARKASINDALAR!"

Yazar Levon Panos Dabağyan, Ermeni meselesinin can damarını teşkil eden "1. Zeytun İsyanı'nın" arkasında Fransa ve Vatikan'ın bulunduğunu, isyanın düzenleyicilerinin Pakraduniler olduğunu ileri sürüyor. Dabağyan, Zeytunluların kökeniyle ilgili olarak şöyle diyor: "Ani Beldesi'nin Bizanslılara geçmesinden ve Bizanslıların Ermeni katliamından sonra, Anadolu'nun muhtelif bölgelerine dağılan 'Pakraduni Hanedanı' mensupları Haçin ve Zeytun havalisine yerleşmişlerdi. Dolayısıyla (Fransa'nın gönderdiği Katolik Ermeni) maceracı Leon, Ermenileri isyana teşvik için gerçekten en münasip bölgeleri seçmiş demekti. Zira, Pakraduni Hanedanı, zaten birtakım entrikalara müsait ve gayri Ermeni bir unsur idi."