Ortadoğu'da
kartlar yeniden karılıyor.
ABD Başkanı
Donald Trump'ın Suudi Arabistan ziyareti ile hedef iyice belirginleşti;
IŞİD'in Suriye ve Irak'taki hakimiyetinin sona erdirilmesinden sonra, bölgede bir “Sunni Arap devleti” oluşturulması.
IŞİD'in Suriye ve Irak'taki hakimiyetinin sona erdirilmesinden sonra, bölgede bir “Sunni Arap devleti” oluşturulması.
Bunun ilk
adımı doğru düzgün ordusu olmayan Suudi Arabistan'ın ABD'den 110 milyar
dolarlık silah alımı ile atıldı. Ardından da elbette sıra, bu silahları
kullanacak “askerler” bulunmasına gelecek.
Peki, Sünni
Arap devletini kurup yaşatacak bu askeri güç kim olacak?
Suudiler daha şimdiden Afrika ülkelerindeki Sünniler arasında “parasını verip asker alma” çalışmalarına başladılar. Ancak bu yeterli değil. “Sünni ordusunun” asıl gücünün, Suriye ve Irak'tan bulunacak Arap askerler olması planlanıyor.
Suudiler daha şimdiden Afrika ülkelerindeki Sünniler arasında “parasını verip asker alma” çalışmalarına başladılar. Ancak bu yeterli değil. “Sünni ordusunun” asıl gücünün, Suriye ve Irak'tan bulunacak Arap askerler olması planlanıyor.
Asıl sorun
da burada başlıyor;
*Suudi
Arabistan, Sisi yönetimindeki Mısır'la birlikte hareket ediyor. Her iki ülke
yönetiminin ortak paydası ise, -o da Sünni bir hareket olan- Müslüman
Kardeşler'den nefret etmeleri.
*Türkiye'deki
AKP yönetiminin ise Müslüman Kardeşler'e sempatisi malum; Cumhurbaşkanı Recep
Tayyip Erdoğan'ın kullanmayı çok sevdiği Rabia işareti bile onlardan alınma.
Katar da,
Irak ve Suriye'deki Müslüman Kardeşler çizgisindeki hareketlerin, silahlı
grupların “baş hamisi” durumunda. Dolayısıyla, görünürde “çok yakın” gibi duran
Sünni bloğunun içinde çok ciddi karmaşa hakim.
O kadar ki,
Katar ile Suudi Arabistan arasında yaşanan bu anlaşmazlık, artık somut
olaylarla su yüzüne çıkmaya başladı.
Geçen hafta,
tam da Trump'ın Suudi Arabistan ziyareti döneminde Katar'ın resmi haber ajansı
QNA bir haber yayınladı.
Haberde,
Katar Emiri'nin ağzından Müslüman Kardeşler-İhvan hareketi bol bol övüldü. Bu
kısım “malumun ilanı” olduğundan, Suudi cephesinde sadece not edilmekle kaldı.
Ancak haberin devamında Katar Emiri'nin “İran'la iyi ilişkiler kurulmasını”
isteyen bir çıkışı da yer aldı.
Ne olduysa
da bu sözler nedeniyle oldu;
İran'ı “baş
düşman” ilan eden Suudi Arabistan'ın tepkisi çok sert oldu. Katar merkezli El
Cezire kanalı yasakladı. Suudilerin El Cezire yasağına hemen o cephede yer alan
Bahreyn, Birleşik Arap Emirlikleri ve Mısır da katıldı.
Katar'ın
buna tepkisi ise, haber ajansının “hacklendiğini”, aslında öyle bir açıklama
da, haber de olmadığını söylemek oldu. Ancak bu söylem de Suudileri tatmin
etmedi.
Kısacası;
ABD, Suudi Arabistan'la birlikte Suriye ve Irak'ta, İran'ı dengeleyecek bir “Sünni Arap devleti/devletçiği” kurmanın peşinde.
ABD, Suudi Arabistan'la birlikte Suriye ve Irak'ta, İran'ı dengeleyecek bir “Sünni Arap devleti/devletçiği” kurmanın peşinde.
Ancak Sünni
bloğunda yaşananlar bunun hayalden öte gidemeyeceğini gösteriyor.
Korkarım İran'ı dengelemek için ABD'nin elinde de kala kala Türk Ordusu kalıyor.
AKP hükümetinin Rakka'ya Mehmetçiği göndermek konusundaki hevesi, Ankara'daki mevcut yönetiminin bu role hevesli olabileceğine ilişkin önemli bir ipucu.
Korkarım İran'ı dengelemek için ABD'nin elinde de kala kala Türk Ordusu kalıyor.
AKP hükümetinin Rakka'ya Mehmetçiği göndermek konusundaki hevesi, Ankara'daki mevcut yönetiminin bu role hevesli olabileceğine ilişkin önemli bir ipucu.
Zor bir
dönem var önümüzde…
Zarrab'ın davası…
Ortadoğu'da
yaşanan tüm bu karmaşanın küçük bir örneğini, ABD'deki Reza Zarrab davası
oluşturuyor.
İşin içinde
Sünni Araplar da var, İran da, Türkiye de var;
Savcının
iddianamesine göre Zarrab, Suudilerin –İsrail'in de- nefret ettiği İran'daki
Şii yönetim için çalışıyor, ABD'nin yaptırımlarını delip, Tahran'a kaynak
sağlıyor.
Zarrab bunu
yaparken ise, izledikleri politikalar ile “Sünni blok” hanesine kaydedilen iki
ülkedeki şirketleri kullanıyor; Türkiye ve Birleşik Arap Emirlikleri.
Davanın en
ilginç kısmı ise, ABD'nin “İran'a yasadışı para kazandırmakla” suçladığı
Zarrab'a, asıl memleketi İran'ın değil, sonradan vatandaşlık aldığı Türkiye'nin
sahip çıkması.
Cumhurbaşkanı Erdoğan, Beyaz Saray'da Zarrab konusunu açtığını söyledi. Ancak Trump ve ekibi işi “komisyona havale etmeyi” uygun buldu.
Cumhurbaşkanı Erdoğan, Beyaz Saray'da Zarrab konusunu açtığını söyledi. Ancak Trump ve ekibi işi “komisyona havale etmeyi” uygun buldu.
Trump'ın bu
kararında, Zarrab davasında yaşanan gelişmelerin de mutlak etkisi var. Şöyle
ki;
*HAKİM
BERMAN, TRUMP'IN PEŞİNE DÜŞTÜ: Zarrab'ın son tuttuğu, her ikisi de Trump'ın
partisinin önde gelen isimlerinden olan iki avukat, Giuliani ve Mukasey,
Ankara'ya gelerek Cumhurbaşkanı Erdoğan ile görüşmüşlerdi. Giuliani daha sonra
bu görüşmenin “ABD çıkarlarına uygun bir anlaşma sağlama” amacını taşıdığını
mahkemeye resmen bildirmişti.
Ancak
duruşmaya bakan Hakim Berman bu ifadenin peşine düştü. Giuliani ve Mukasey'e,
“Siz Zarrab'ın mı, yoksa ABD devletinin mi avukatısınız” diye sordu. Hatta
Giuliani'ye doğrudan ABD Başkanı'nın ismini vererek, “Trump'la ilişkiniz ne?
Onun adına mı çalışıyorsunuz” sorusunu yöneltti. Şimdilerde, ifadesindeki
çelişkiler nedeniyle Giuliani'nin barodan bile atılabileceği konuşulmaya
başlandı.
Malum;
ABD'de Trump yönetimi de Rusya bağlantısı nedeniyle halen soruşturma altında.
Belli ki Trump, bir de buna “Erdoğan rica etti, ABD Başkanı da Zarrab için
yargıya müdahale etti” söylentilerinin eklenmesini istemedi. İşte bu nedenle
Zarrab konusu, Amerikan tarafınca sessiz sedasız “komisyona havale” ediliverdi.
*ZARRAB
E-MAİL İDDİASINDAN VAZGEÇTİ: Reza Zarrab'ın davadan kurtulmak için küçük de
olsa bir şansı vardı; FBI'ın e-mail ve telefonu için aldığı izleme kararına
itiraz etmek. Nitekim bunu yapmış, Türkiye'de kapatılan 17-25 Aralık
dosyalarına dayanılarak, hakkında “izleme kararı” alınamayacağına ilişkin
mahkemeye itirazda bulunmuştu. Hakim de bu itirazın tartışılabileceğine
hükmederek, duruşma tarihi belirlemişti. Duruşma tarihine sadece bir hafta
kala, Zarrab bu iddiasından vazgeçti. Yani, ele geçen e-mailleri, telefonundaki
bilgiler mahkemede delil olarak kullanılabilecek. Dolayısıyla kimlerle, ne
konuştuğu, nasıl pazarlıklar yaptığı 30 Ekim'de başlayacak ana davada ortaya
dökülecek. Çıkan her yeni bilgi de, başta Türkiye, tüm Ortadoğu siyasetini
etkileyecek.
*ATİLLA
UNSURU: Zarrab davasında hep gözden kaçan – ya da kaçırılmaya çalışılan- bir
unsur daha var; Halkbank Genel Müdür Yardımcısı Mehmet Hakan Atilla'nın durumu.
Zarrab
işadamı. Oysa Atilla, Türkiye Cumhuriyeti'nin bir kamu bankasının yöneticisi.
Atilla'nın tutuklanmasıyla artık,“Türkiye'deki bazı hükümet yetkilileriyle yakın ilişkideki işadamı” değil, “Türkiye'de hükümet tarafından atanmış üst düzey bürokrat” da yargılanmaya başlandı. Atilla'nın suçlu bulunmasının Türkiye'ye getireceği sonuçlar, Zarrab'dan çok daha vahim olacaktır.
Atilla'nın tutuklanmasıyla artık,“Türkiye'deki bazı hükümet yetkilileriyle yakın ilişkideki işadamı” değil, “Türkiye'de hükümet tarafından atanmış üst düzey bürokrat” da yargılanmaya başlandı. Atilla'nın suçlu bulunmasının Türkiye'ye getireceği sonuçlar, Zarrab'dan çok daha vahim olacaktır.
Peki sonuç
ne olur?
Tüm bu
unsurlar alt alta koyulduktan sonra, Zarrab davasında 30 Ekim'de ana duruşmaya
geçilmesi ihtimalinin giderek azaldığını söylemek mümkün.
Zarrab'ın ve
Attila'nın, kamuoyu önünde yargılanmak yerine “itirafçılığa” razı gelmeleri
sürpriz olmaz.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder