MENDERES DÖNEMİNİN EKONOMİ POLİTİĞİ VE
1958 İSTİKRAR PROGRAMI
ÖZET
1950
sonrasında çok partili demokratik düzene geçiş, bunun yarattığı genel heyecan
ve “demokrasi”nin geniş halk kitleleri tarafından değerlendirilmesi iktisadi
sonuçları çok büyük olan değişmelere yol açmıştır. Geniş bir halk kitlesi
demokratik haklarla, sosyal hakları ve ekonomik hakları belli ölçüde bir arada
ele almış ve hayat standartlarını yükseltme, bunu talep etme ve bunu sağlayacak
yolları arama çabasına girmiştir. 1950 dönemi geniş bir halk kitlesinin yaşam
standartlarına, tüketime, gelir dağılışına karşı bir bilinçlilik kazandığı
dönemdir.
Ancak 1950-1960 dönemi özellikle bu
dönemin ikinci yarısı gelir bölünüşünde büyük farkların belirdiği ve bunun
doğurduğu huzursuzlukların sosyo-politik sorunlar doğurduğu bir dönem olmuştur.
GİRİŞ
Hızlı ekonomik kalkınmayı gerçekleştirmenin yanında,
yapısal bir amaç olarak özel girişim kesimini geliştirmeyi amaçlayan devletçi
siyaset, 1940’larda sonuç vermeye başlamıştı. Bu gelişmelerle birlikte, yardım
programlarıyla desteklenen dış etkiler de Türkiye üzerinde baskı yapmaya
başlamıştı. Sonuç, Demokrat Partinin Cumhuriyet Halk Partisi iktidarının yerine
geçmesi oldu. Çünkü Demokrat Parti, toplumda oluşan yeni toplumsal ve ekonomik
güçleri temsil ediyordu. Demokrat parti ile, güçlenen Türk burjuvazisi, uluslar
arası gelişmelerin de yardımıyla iktidara gelmişti.
Yeni hükümetin ekonomi siyaseti, devletin ekonomik
yaşamdaki etkinliklerini sınırlamak, özel kesimini gelişmesi için özel
girişimleri desteklemek ilkelerine dayanıyordu. Bu uygulama ilkelerinin ardında
yatan temel amaç, yabancı sermaye ve dış yardım olanaklarını hazırlamak ve
ekonomiyi devletin “zararlı” etkinliklerinden korumaktı.
1. 1950
Yılına Değin Ekonomik Uygulama ve Ekonomik Koşullar
Kurtuluş Savaşı kazanıldıktan sonra, ülkenin ekonomik
görünümü son derece yoksuldu. Her ne kadar “kapitülasyon”lar, Lozan’da
kaldırılsa da, barış anlaşmasının hükümlerine göre, yeni Cumhuriyet, gümrük
duvarlarını 1928 yılına kadar yükseltemeyecekti. Buna ek olarak, Türkiye
Osmanlı İmparatorluğu’nun dış borçlarının, yeni devletin topraklarına orantılı
olan bir kesimini ödemeyi de kabullenmişti. Bu borç ödemeleri, devlet
bütçesinin % 7,56’sından (1924 yılında), % 18’ine kadar (1930 yılında) yükselen
bir orandaydı. Aynı dönemde, örneğin Milli Eğitim Bakanlığı bütçesi % 3 ya da %
4,5 oranındaydı.[i]
Aslında sorun, sağlıklı bir ekonominin, hangi ilkelere
göre yaratılacağı, ulusal sermaye birikiminin hangi yollardan sağlanacağı, yeni
devletin ekonomik düzeninin ne olacağı, hızlı bir ekonomik kalkınma için
“liberalizmin” geliştirdiği çözümlerin mi kullanılacağı, yoksa “kolektivst”
yöntemlerin mi uygulanacağı sorunudur.
1.1. Ekonomik Siyasetin
Belirleyicileri
Hiç kuşkusuz, bütün bu sorunlara verilen yanıtları,
Kemalist ideoloji ile birlikte Osmanlılarda devralınan toplumsal ve ekonomik
öğeler saptayacaktı. Her ne kadar Mustafa Kemal Atatürk, siyasal yapıyı
değiştirmişse de, toplumsal ve ekonomik yapı Kurtuluş Savaşından sonra bile
hemen hemen aynı kalmıştı. Osmanlıların sosyal ve ekonomik yapısının temel
öğelerinin Cumhuriyet döneminde de değişmemiş olmasının nedenleri şöyle
özetlenebilir.
-
M. Kemal’in toplumun temel
toplumsal-ekonomik yapısıyla uğraşmaya zamanı yoktu.
-
M. Kemal Atatürk, yabancıların
sömürüsünü durdurmak dışında, toplumsal ve ekonomik yapının değiştirilmesini
amaçlıyordu.
-
M. Kemal Atatürk Kurtuluş Savaşını,
o gün geçerli olan toplumsal ve ekonomik güçlere dayalı olarak kazanmasıydı.
-
Osmanlı İmparatorluğundaki tarihsel
süreçlerin belirlediği toplumsal ve ekonomik birikim, o günkü toplumsal ve
ekonomik yapının temelden değiştirilmesi yönünde baskılar ortaya koymuyordu.
17 Şubat 1923’te İzmir’de Türk
İktisat Kongresi toplandı. “Kongre” izlenecek ekonomik siyasetin saptanması
için, Ekonomi bakanlığı tarafından örgütlenmişti. Bakanlık çalışmalara ışık
tutmak için bir belge hazırladı. Tüccarların, sanayicilerin, çiftçilerin,
işçilerin, bankacıların ve hemen her meslek kuruluşunun temsilcisi bu
kongreye çağrılmıştı.
Kongre o günkü toplumsal ve ekonomik
yapı içinde işlev ve güç sahibi olan kişileri bir araya getirmişti. Böylece
“esnaf”, “ayan” tüccarlar ve özellikle İstanbul ticaret çevreleri
güçlerini bir kez daha kanıtladılar. Kongre, hükümete bu grupların çıkarlarına
uygun öneriler yaptı.
Toplantı toprak reformu ve grev
hakkı gibi konuları tartışmazken, özel girişimci çabasıyla sermaye
biriktirilmesini sağlayıcı önlemler öğütlendi. İlginç olan nokta, o günkü kötü
ekonomik koşullardan sorumlu tutulmasana rağmen yabancı sermayenin Türkiye’ye
çağrılmasıydı.
Bir açıdan İzmir’de toplanan İktisat
Kongresi, Osmanlılardan devralınan toplumsal ve ekonomik yapının onaylanması
anlamını taşıyordu. Öte yandan yabancı sermayenin Türkiye ye çağrılmış olmasına
rağmen “kongre” Türk ekonomisinin yabancılar tarafından sömürülmesine de kesin
bir biçimde karşı çıkmıştı. Yine bu dönemde özel kesim sermayesine katkıda
bulunmak için Türkiye İş Bankası, Sanayi ve Maden Bankası kurulmuştur. Aynı
zamanda “Sanayii Teşvik Kanunu” adı altında 1927 yılında bir yasa çıkarıldı.
Özendirme ve Destekleme Dönemi,
1930’lara kadar sürdü. 1930 yılında dünya Ekonomik Bunalımı değil aynı zamanda
Kemalist ideolojinin biçimlendirilmekte oluşu da hükümetin ekonomik
olaylar bakımından etkin bir rol oynamasına yol açtı.
Türkiye’de 1930’lardan başlayıp
1950’lere kadar süren döneme “Devletçi Dönem” adı verilmiştir. Aslında, yeni
cumhuriyetin ekonomik siyaseti baştan beri bir ölçüde devletçidir. Çünkü,
kuruluş sırasında ekonomik olarak hemen hemen hiçbir kaynak yoktu.Bu nedenle
devlet, işe karışma gerekliliğini duymuştu. Devletçilik 1930’larda yalnızca
Dünya Ekonomik bunalımının zorlamasıyla değil, aynı zamanda hızlı ekonomik
kalkınmayı gerçekleştirmek için anlamlı bir yöntem olarak ta kabul edilmişti.
Fakat Türk tipi devletçilik oldukça ilginçti. Temel yaklaşım özel kesimi
yaratmak ve korumak olduğu için devletçiliği de kapsayan bir biçimde bütün
ekonomik etkinlikler, temelde özel girişimi desteklemeye yönelmişti.
Devletin ekonomik yaşama karışması
kaçınılmazdı. Bu karışmayı, yalnızca ekonomik nedenler gerektirmiyordu. Aynı
zamanda Osmanlılardan Cumhuriyete devir olunmuş olan bürokrat-aydınların
cepheyi oluşturan bu bürokrat aydınların, batı biçimi topluma olan büyük
inançları, devlet eliyle, özel girişimci yaratmasının temel nedenleri
arasındaydı.
Türk devletçiliği, sosyalizme karşı
bir önlem olarak öne sürüldü. Bu oranda, kapitalizmin bunalımlarına karşı,
alınan kaba bir Keynesyen önlem niteliği taşıyordu. Çünkü, zayıf bir özel
girişim kesimi sosyalizm tehlikesine karşı güçlü bir güvence sağlamıyordu. Bu
nedenle de toplumsal temel sermaye yatırımları ve firmalar için dış ekonomiler
yaratılması yoluyla desteklenmek zorundaydı.
Sözde devletçi ekonomik siyaset sonucu, cumhuriyet
tarihinin ilk kalkınma planı 1933 yılında uygulamaya konuldu. Bu, planlı
ekonomilerdeki kalkınma planlarına benzemiyordu. Daha çok hükümetin yapacağı
ekonomik etkinliklerin programı niteliği taşıyordu. Plan, yeni kurulacak
işletmeler ve bunların kuruluş yerleri hakkında hükümete verilen bir rapora
dayanılarak geliştirilmişti. Fakat plan özel kesimi denetimsiz bırakıyordu.
Dokuma, maden, kağıt, seramik ve kimya sanayilerinin devlet tarafından
kurulması öngörülmüştü. Ayrıca, elektrik şebekesi, altın ve petrol arama işleri
ve örgütleri yerbilimleri eğitimi ve teknik eğitim sorunları da plan tarafından
ele alınan konular arasındaydı.
Ne yazık ki o dönemde dünyanın
içinde bulunduğu ekonomik bunalım ve Türkiye’nin bu bunalımın dışında kalmayı
başaramayışı sonucunda, öngörülen atılımların hepsi gerçekleştirilemedi. Ön
görülen amaçların bütünüyle gerçekleştirilememesine karşın, plan döneminde,
yabancı işletmelerin uluslaştırılması işlemi hız kazandı. Ve bu hız artarak
sürdürüldü. 1938 ile 1944 arasında bedelleri ödenerek yirmi kadar yabancı
işletme uluslaştırıldı. Bütün bu gelişmeler açısından değerlendirme
yapıldığında birinci planın, özel kesime dayalı bir ulusal ekonominin
temellerini atmakta oldukça başarı kazandığı söylenebilir.
Bu arada 1936 yılında sanayileşme
için bir başka dört yıllık Sanayi Programı da hazırlanmış fakat özellikle
kaynak sağlanmasından kaynaklanan zorluklardan dolayı uygulamaya konamamıştı.
1938 yılında sanayileşme için başka bir dört yıllık program kabul edildi. 1939
yılında önemli ölçüde değiştirilen bu program da gerek İkinci Dünya Savaşının
zor ekonomik koşullarından gerekse sorunlara düzenli ve geniş kapsamlı bir
şekilde yaklaşamamasından dolayı pek başarılı olamadı.
Bütün bu gelişmeler sonucunda, 1939
yılında, dokuma, maden, kimya, çimento, ve şeker işletmeleri ya tamamlanmış ya
da kurulmaya başlanmıştı. Bu arada, madencilik konusunda da önemli ilerlemeler
sağlanmıştı.
1.2. İkinci Dünya Savaşı’nın
Etkileri
İkinci Dünya Savaşı sırasında,
Birinci Dünya Savaşında olduğu gibi karaborsa ve öteki “olağanüstü” yolların
kullanılması sonucunda “aracıların” elindeki sermaye önemli ve anlamlı bir
düzeye erişti. Bu düzey sanayi yatırımları için gerekli sermeye gereksinmesini
karşılamaya yetecek bir niteliği belirliyordu. Savaş sırasında elde edilen
“olağanüstü” kar öyle düzeye çıkmıştı ki hükümet hemen hemen bir gece içinde
milyoner olanlardan “Varlık Vergisi” adı altında bir sermaye vergisi almaya
karar verdi. Kendilerine vergi konulanlar, bundan kaçınmanın çeşitli yollarını
buldukları için, alına bilinen vergi tutarı hükümetin beklediğinin çok altında
oldu. Böylece savaş sırasında bireylerin elinde toplanmış olan paraların
ve servetin önemli bir kısmı daha sonra ki yatırımlarda kullanılabilecek
kaynaklar olarak piyasada kaldı.
1.3. Savaş Sonrası Dönem (Özel
Girişimin Gelişmesi)
Dünyanın savaş sonrası gelişmeleri
Türkiye’yi de etkilemeye başladı. Bu gelişmelerin en önemlilerinden biri,
Amerikan yardımlarıydı. 1949 yılında Türk Başbakanı, Türkiye’nin de
ekonomik kalkınma için Amerikan yardımı kullanacağını mecliste resmen
bildirmiştir. 1947 yılında yapılan bir başka kalkınma planı da, dış yardım
alınacağı ilkesi üzerine hazırlanmıştı. Türkiye Cumhuriyeti’nin, ekonomik
kalkınmasını özel girişim kesimi yoluyla gerçekleştirme yaklaşımı da bu plan
tarafından açıkça belirtilmiştir. Plan her ne kadar CHP hükümeti tarafından
uygulamaya konulmamışsa da, genel ilkeleri, 1950 yılında iktidara gelen
Demokrat Parti tarafından benimsenmiş ve bu yıldan sonra işlenen ekonomi
siyaseti önemli ölçüde etkilemiştir. 1947 Planı; tarım, haberleşme, enerji,
demir ve çelik, çimento, maden ve sanayi alanlarını, temel etkinlik noktaları
olarak kabul ediyor ve özellikle tarımsal gelişme üzerinde odaklaşıyordu.[ii]
1.4. Uluslararası Ekonomiye Katılma
Sürecinde Türkiye
Tanzimat’tan bu yana Türkiye’de küresel
ekonomiyle bağlantılar, genel çizgide, önce Avrupa’nın sonra Batı Dünyasının
eğilimleri izledi; dış ve iç baskıların örtüştüğü bir ortamda Türkiye önce dışa
açıldı, sonra (1930-46) dünya ile birlikte küresel sistemden koptu. 2. Dünya
Savaşı sonrası gelişme sürecinde ise, bu eğilim iki önemli koşulla sınırlanarak
aynı çizgide sürdü: Birincisi savaş sonrası dünyanın en güçlü devleti olarak
çıkan ABD’nin uluslar arası ekonomik ilişkilere getirdiği dönüşümdü.
İkinci olarak, savaşın galiplerinden
biri olan SSCB’nin yayılmasını, etkinliğini artırmasını sınırlamak üzere, ABD
kendi kampını güçlendirmeyi hedefledi. Savaşı izleyen birkaç yıl sonrasında
Soğuk Savaşın patlamasıysa bu politikayı baskın durumuna getirdi. Her iki koşul
ABD parasını geniş kullanım ve sermayesini güvenli yatırım alanı bulacağı
bütünleşmiş bir dünya için de geçerli olacaktı. Öncülük ederek yarattığı yeni
kurumlar (IMF ve Uluslar arası para sistemi – Bretton Woods Sistemi; Dünya
Bankası yani IBRD ve GATT) askeri yardımlar ve Marshall Planı çerçevesinde
verdiği ekonomik yardımların amacı, kendi parası ve sermayesinin egemenliği
kadar, Batı Kampı’nı SSCB karşısında güçlenmesiydi. Böylece etkinlik kazanma
yolunda genişleyen Komünizm sınırlanabilecekti.[iii]
SSCB’nin sınırlanması
hedefi, Gorbaçov’un iktidara gelip 1980’li yılların ortasına kadar Türkiye’yi
Batı Kampında aranır ve saygın bir üye olarak korumaya yardım etti. Türkiye,
Avrupa’nın/ABD’nin kurduğu, başta NATO, bütün örgütlere katıldı; ekonomi
politikasında göreli özgünlüğe, mali desteklere kavuştu; savaş öncesi
yıllardaki Türkiye’yi siyasal yönden zorda bırakma ekonomi politikalarının ve
siyasal ilişkilerinin kendilerine hizmet edecek yolda saptanması için boşluklar
yaratma zayıf düşünsel öğeler pek gündeme gelmedi. SSCB daha doğrusu Doğu
Bloku’nun çöküşünü (1989) izleyen yıllarda gündemden hiç inmeyen sorunlar
(Kürtlerin statüsü sözde Ermeni soykırımı, Türk-Yunan ilişkileri, Kıbrıs,
Demokrasinin ve insan haklarının yetersizliği) konu dahi edilmedi. Bu açıdan Kıbrıs
Barış Harekatı (1974) yapılıncaya kadar geçen çeyrek yüzyılda Türkiye, kendi
sorunları ve SSCB ile ilişkileri üzerindeki kısıtlar dışında, göreli rahat
biçimde ekonomik gelişmesini ayarlayabildi. Batının finans kapitali sıkı
denetim altında tutmak yanında her alanda göreli denetimli bir savaş sonrası
ekonomik yapılanmayı sürdürmesi, savaşı izleyen ilk yıllar (1950-53) hariç
Türkiye’nin de denetimli ekonomiyle yaşamasını mümkün kıldı.
2. Menderes
Dönemi Ekonomi Politikası
2.1. Dönemin Politik Açıdan Analizi
1950’de
Türkiye’de her açıdan yeni bir dönem başlamıştır. 14 Mayıs 1950 seçimleriyle
Türkiye’de ilk kez demokratik bir yolda ve halkın özgür iradesiyle yılların
ve M. Kemal Atatürk devrimlerinin uygulayıcısı CHP iktidarı
yitirmiş ve 1946’da başta Celal Bayar
olmak üzere bu partiden ayrılan dört milletvekili tarafından kurulan Demokrat
Parti seçimleri kazanmıştır. Bu yeni siyasal oluşum ve çok partili parlamenter
sisteme geçiş, ülkede büyük bir coşku ve umut yaratmıştır. Demokrasinin bütün
kurum ve kuralları ile iyileşeceği umulmuştur. 15 Mayıs 1950’de CHP’den
iktidarı devralan DP’nin programı da demokratik düzene övgülerle ve ona
inancını belirleyin açıklamalarla doludur. Programın birinci maddesinde şöyle
demektedir: “Siyasal yaşamımızın birbirine karşılıklı saygı gösteren partiler
ile yönetimine inanan Demokrat Parti, Türkiye Cumhuriyetinde demokrasinin geniş
ve ileri bir anlayışla gerçekleşmesine ve genel siyasetin demokratik bir görüş
ve zihniyetle yürütülmesine hizmet amacıyla kurulmuştur.”[iv]
Kuruluş amacı böyle belirlendikten sonra programın 4. maddesinde de
demokrasinin tanımı yapılarak şöyle denilmektedir: “Geniş ve ileri anlamıyla
Demokrasi bütün devlet faaliyetlerinde ulusal istenci ve halkın çıkarını egemen
kılmak, yurttaşın bireysel ve toplumsal hak ve özgürlüklerine sahip olmasını
gerçekleştirmek, yurttaşlar arasında hukuk eşitliğini, karşılıklı sevgi –
saygıyı ve ekonomik çıkarlarda uyumu sağlamaktır.” Doğal olarak bu tür inanç ve
açıklamalar halkta onay görmüştür. Beklentilerin, verilen sözlerin
gerçekleştirmesi için de demokrasinin soyut bir kavram olmanın ötesine geçmesi,
kurumlarının bir bir oluşturulması gerekmektedir. Örneğin özerk ve özgür üniversite,
özgün sendika, özgür toplu sözleşme etkinliğinden soyutlanmamış grev hakkı,
özgür meslek kuruluşları, toplantı ve gösteri yürüyüşü, protesto özgürlüğü,
özgür basın, bağımsız bir yargı ve başkaları gerçekleştirmelidir.
Bu son
derece olumlu demokratik yaklaşımlar doğal olarak sosyal politikaya ve
demokrasinin çoğulcu niteliğine dönük açıklamaları da arkasından getirmiştir.
2.1.1.
Demokrat Parti ve Sosyal Politika
2.1.1.1. Demokrat Parti Programında Sosyal
Politika
Demokrat
Parti iktidara gelirken programında işçilere yönelik önemli ve olumlu ilkelere
yer vermiştir. Savaş yıllarında (1939-1945) yüksek enflasyon, bir pahalılık
dönemi yaşanmış ve bu durumdan doğal olarak en çok işçiler etkilenmiştir. Yaşam
ve çalışma koşulları bozulmuştur. Savaş içinde Zonguldak ili bölgesindeki kömür
madenlerinde bir tür zorunlu çalışma uygulanmasına başlanılmış olması, bu ilin
sınırlarını aşan oldukça yaygın bir huzursuzluk yaratmıştır. Demokrat Parti bu
durumları iyi kullanmış ve programına da daha adil bir toplum oluşturmaya dönük
hükümler koymuştur. Programın 5. maddesinde sosyal adalet ve dayanışmadan söz
ettikten sonra, “insanlık onurunun korunması için, çalışmak isteyen her işsiz
yurttaşa iş bulunmasını, ihtiyarlık, hastalık ve sakatlık gibi durumlarda
yurttaşların yardım görmelerini, demokrat bir toplumun başlıca amaçlarından
sayarız” denilmektedir. 6. maddede işbölümünün doğal sonucu olarak toplumda
varolan çiftçi, işçi, tüccar, sanayici, serbest meslekler ve memurluk kesimlerinin
karşılıklı çıkarlarının sosyal adalet ve dayanışma durumlarında uyum içinde
oluşmasının gereği vurgulanmaktadır. Fakat daha önemli bir açıklama programın
7. maddesindedir. Burada, “Genel yaşamda her bakımdan dengeli ve uyumlu bir
gelişmenin sağlanması için, yalnız siyasal partiler kurulmasını, yani yalnız
siyasal alanda örgütlenmiş olmayı yeterli görmüyoruz. Ulusumuzun ekonomik ve
toplumsal alanlarda da hızla örgütlenmesi ve daha bilinçli bir birliğin
oluşması için işçilerin, çiftçilerin, tüccar ve sanayicilerin, serbest meslek
mensuplarının, memur ve öğretmenlerin, yüksek öğretim öğrencilerinin mesleksel,
toplumsal ve ekonomsal amaçlarla dernekler, kooperatifler ve sendikalar
kurmalarını gerekli buluyoruz.” denilmektedir. Bu çok olumlu, demokrasinin çoğulcu
yanını ve niteliğini oluşturmayı öngören ve savaş sonrası demokrasi anlayışının
temel felsefesine, ilkelerine açılan yaklaşımlar gerçekten sevindiriciydi. Türk
toplumunun çağdaşlaşma yolunda girişebileceği atılımlara geniş kapılar
açıyordu. Toplumun hemen bütün kesimlerine örgütlenme hakkının tanınması, yani
sendika, dernek ve meslek kuruluşlarının serbest olarak kurulabilmeleri
gereğinin yararına inancın herhangi bir kuşkuya yer vermeden açıklanmış olması,
çağdaş bir toplum yaratmaya dönük önceki devrim, atılım ve çabaların
sürdürüleceği umudunu ve sevincini pekiştiriyordu. Bununla birlikte maddenin
son fıkrası anlaşılması ve yorumu güç bir nitelik taşıyordu. Bu fıkrada
deniliyordu ki, “Bütün bu meslek ve dayanışma örgütlerinin tüzel kişi olarak
her türlü siyasal etki ve amaçlar dışında kalmaları koşulu ile işçi
sendikalarının grev hakkının tanınması fikrindeyiz.” Önce şunu söyleyebiliriz.
Grev hakkının tanınmasını, birçok işçi kuruluşu dışındaki örgütlerin tüzelkişi
olarak faaliyetlerin niteliğine bağlanmasını anlamak gerçekten güçtür. Sonra
siyasal etki ve amaç dışı kalmak deyimi de çok açık ve anlamlı değil. Aslında
grev hakkının tanınacağına ilişkin kesin bir açıklama da yoktur. Çünkü maddede
görüldüğü üzere saptanması güç bir koşula bağlanmış olan tanım tam bir
yükümlülük içermiyor, sadece bir düşünceyi açıklıyordu. Böyle olduğu içindir
ki, DP iktidarda kaldığı on yıl boyunca grev hakkını tanımaktan ısrarla
kaçınmıştır. Ayrıca söz konusu maddede yer alan işçi, memur ve öğretmenlere
sendika hakkının tanınacağını açıklayan yükümlülük üzerinde de on yıl boyunca
hiç durulmamıştır.
2.1.1.2. Demokrat Parti Hükümet
Programlarında Sosyal Politika
Demokrat
Parti liberal bir parti midir? Devletçiliği bütünü ile reddeden bir felsefeden
mi yola çıkmıştır? Sosyal politikasına açıklık getirebilmek için önce bu
durumun kısaca açıklığa kavuşturulmasını gerekli görülmektedir.
Parti programının 17. maddesinde, “Devletçiliği, ekonomik alanda uzun zamandan
beri devam eden boşluğu bir an önce doldurmak, iş hacmini genişleterek
yurttaşların geçim ve refah düzeyini yükseltmek için, devletin gerek doğrudan
doğruya ekonomik faaliyetlere girişmesi, gerekse düzenleme, özendirme ve yardım
yollarıyla özel biçimde ve hızla gelişmesinde görev alması anlamında anlıyoruz.
Özel girişim ve sermaye faaliyet ve işlerinin devlet tarafından düzenlenmesi,
özel girişim çıkarlarıyla genel çıkarların uyumlu duruma getirilmesi ve
korunması zorunluluğundan ileri gelmektedir. Bizim devletçiliğimiz, ekonomik
koşulları ve gereksinimlerimizin çizdiği yoldur.” denilmektedir.[v]
Programın genel ilkeler bölümündeki bu açıklamalarda görüldüğü gibi, devletçilik
dışlanmıyor. Ülke koşullarının gerektirdiği ölçülerde bir devletçi yol
izleneceği açıklanıyor. CHP’nin devletçilik düşüncesi ve uygulamaları da ülke
koşullarının yönlendirdiği bir nitelik gösteriyordu. Bu koşullar CHP’yi
liberalizmden devletçiliğe çekmişti.
1949’da
Demokrat Parti’nin II. Büyük Kongresinde kabul olunan programdaki devletçilik
ilkesi, yada anlayışı, 1950’deki ilk hükümet programından başlayarak
liberalizme yönelmiştir. Gerçekten, I. Adnan Menderes Hükümetinin programında
şu düşüncelere yer verilerek parti programının, yukarıda değinilen devletçilik
ilkesi ile çelişkili bir durum yaratılmıştır: “Bundan böyle, kamu niteliği
göstermeyen alanlarda işletmeciliğe geçmeyeceğimiz gibi çeşitli nedenler
altında kurulmuş olan işletmeleri, kamu hizmeti gören ve ana sanayi ile ilgili
olanlar dışında belli bir plan içinde elverişli koşullarla bir bir özel
girişime devretmeye çalışacağız. Devlet iktisadi kuruluş ve girişimlerinin
ekonomik yapı üzerinde oluşturdukları ağırlığı hafifletebilmek için yönetim ve
denetimlerini de daha sağlam esaslara bağlamak ve yararsız görülen örgütleri
kaldırmak kararındayız.” İşte, bu iki programın yansıttığı bu iki ayrı anlayış
içinde DP’nin ilk hükümet programında izlenecek sosyal politikalara ilişkin
olarak şu açıklamaları vardı: “Ülkemizde çalışma yaşamını ve işverenlerle işçi
ilişkilerini sosyal adalet ilkelerine uygun olarak yasa yollarıyla düzenlemek,
çalışanların yaşam düzeyini genel yaşam düzenimizle ve ülkenin ekonomik
olanaklarıyla uygun surette yükseltmek, toplumda sosyal güveni sağlamak
amacımız olacaktır.
Demokrasi
ilkelerine göre doğal bir hak olarak tanıdığımız grev hakkını öteki demokrat
ülkelerde olduğu gibi, sosyal düzeni ve ekonomik uyumu bozmayacak biçimde
yasallaştıracağız.
Şimdiye
kadar Çalışma Bakanlığının denetimi dışında bırakılmış olan bir bölüm devlet
sanayii de bu denetimin sınırları içine alınacak, batı demokrasilerin de kabul
edilen esaslar içinde işçilere, ücretli tatiller veya ücretli izinler
sağlanması olanakları araştırılacaktır.” Bu açıklamalar parti programındaki 88.
maddenin cılız ve çok anlamlı olmayan açıklamaları yanında birkaç adım ilerde
sayılır. Yararlı, fakat sayılmayacak bu açıklamalara, 1960’a kadar işbaşında
kalan DP hükümetlerinin programlarında yeni bir şey eklenmemiştir.
2.1.1.3.
1950 –1960 Döneminin Belli Başlı Sosyal Politika Yasaları
DP iktidara ulaştıktan sonra (14 Mayıs 1950) gittikçe
liberalleşerek sermaye yanlısı olmuş, işçi sınıfına gittikçe yabancılaşmıştır.
Oysa işçiler 1957 seçimlerine kadar DP’yi sürekli desteklemişlerdir. İşçilerin
toplu olarak kullandıkları sendikal haklar konusunda yasal hiçbir iyileştirme
yoluna gidilmediği gibi uygulamada, özellikle hükümet–sendikacılık hareketi
ilişkilerinde, 1953 sonrasından başlayarak sendika hakkı ve özgürlüğü konusunda
derin görüş ayrılıkları ortaya çıkmıştır. Bu dönemin hükümetleri, sendikaların
çalışmalarını, tavırlarını yönlendirmek yanlışından kendilerini
kurtaramamışlardır. Sermayeyi güçlendirme ve bu kesime daha çok birikim
olanakları sağlayarak sanayi kesiminde yatırımları özendirme ve bu yoldan
ekonomik büyümeyi hızlandırma politikası hükümet – işçi sınıfı ilişkilerinde
genelde ve uzun dönemde sağlıklı olmayan bir yolun açılmasına neden olmuştur.
Oysa ekonomi ile sosyali dengede tutmak, refahı yaymak ve sosyal adalet
ilkelerini egemen kılmak savaş sonrasının yaygın ekonomik ve sosyal
politikalarını oluşturuyordu.[vi]
DP böyle bir yola girmeyi, denemeye bile yanaşmadı ve 1950-1960 döneminin
yüksek kalkınma hızının (%7-8 dolayında) sağladığı olanakları hakça bölüştürme
ve sağlıklı bir gelir dağılımı yakalama fırsatını kaçırdı. Bu dönemin sosyal
politikaları bu rakamların etkisi ve baskısı altında cılız kaldı.
Dönem boyunca çıkarılan yasalar
aşağıdaki gibi sıralanabilir:
·
Hastalık ve analık sigortası yasası,
·
İş mahkemeleri yasası,
·
Basın mesleğinde çalışanlarla
çalıştıranlar arasındaki iş ilişkilerinin düzenlenmesi,
·
Deniz iş yasası,
·
Öğle dinlencesi yasası,
·
Ek ödeme yapılması yasası.
2.2. Dönemin Ekonomi Politikası
Açısından Analizi
1950’den sonra ekonomik alanda görülen uygulamalar,
hiç de yapılacağı söylenenlere uygun olmadı. Ekonomik siyasetteki değişmelerin
hiçbiri anlamlı ve önemli değildi. 1950’den sonra, ‘liberal’ diye
nitelendirilen siyaset iki nedenle 1930-1946 döneminde “devletçi” diye nitelendirilen
uygulamalarla temelde aynıydı. İlk olarak 1930’dan sonra uygulanan “devletçi”
siyaset, kapsamlı bir planlama ile yönetilecek “kollektivist” bir ekonomiyi
öngörmekteydi. tam tersine bu devletçiliğin ardında yatan temel fikir,
özel girişimcilerin yatırım yapmadıkları alanlara yatırım yaparak özel kesimin
eksikliklerini tamamlamak amacına yönelikti.
İkinci olarak 1950’den sonra uygulanan “liberal”
siyaset öne sürüldüğü kadar “liberal” değildi. “Liberal” olmaktan çok
“müdahaleci” bir nitelik taşıyordu. Her ne kadar resmen yadsınmışsa da,
devletçilik, Demokrat Parti Hükümeti zamanında da sürdürüldü. Bu sürdürme,
seçim zamanlarında devletçiliğin suçlanmasına ve özel girişimciliğin resmen
yerine konmasına karşın gerçekleşti.[vii]
Bu belirtilen gerçekler, her iki dönemi de yaşayarak
gözleme fırsatı bulmuş bir Türk yazar tarafından da belirtilmiştir:
“Menderes’in kendinden evvelki devrin iktisadi vasfıyla, Demokrat Parti devrinin
iktisadi yapısı arasında da aslında bir fark yoktur. Her iki devirde de temel
yapı bakımından, kapitalizme dönük karma ekonomi nizami’dir.”
İki dönem arasında yalnız temel uygulamalar değil,
aynı zamanda bu uygulamalardan sorumlu olan kişilerde aynı kalmıştır. Örneğin,
devletçilik döneminde, özel girişim kesimine kimi kısıtlamalar getiren
“sürprodüksiyon nizamnamesin”den sorumlu olan Celal Bayar Demokrat Parti’nin
kurucuları arasındaydı ve 1950-1960 yılları arasında Türkiye’nin üçüncü
Cumhurbaşkanı olarak görev yaptı.
Kamu kesiminin imalat sanayindeki katma değer payı
1955 sonuna kadar % 50’nin üzerindedir. Aynı dönem içinde, sabit sermaye
yatırımları içinde kamunun payı, 1951’den sonra biraz azalarak 1954’e kadar %
50’nin altında kalmış, sonra yeni ekonomik kararların alındığı ve bu arada Türk
Parasının değerinin düşürüldüğü 1958 yılına kadar % 50’nin üzerindeki durumunu
sürdürmüştür. [viii]
Yeni hükümetin yönetimi altında, devletin ekonomik
etkinlikleri içindeki rolünün fazla bir değişiklik göstermediği açıktır.
Demokrat Partinin Parti ve Hükümet Programlarında tersinin öne sürülmesine
karşın, kamu kesimi üzerinde öncü ve egemen durumunu korumuştur. Aslında, özel
kesimin “kendi kendine yeterli” bir ekonomik düzeye erişmediği Türk Ekonomisi
bölümünden devletin bu ekonomik etkinlikleri hiç de “görülmemiş” değildi.
Temel ekonomik anlayış ve uygulama değişmemiş olmakla
birlikte, hiç kuşkusuz, Demokrat Parti yönetimi altında kimi yeni gelişmeler
gerçekleştirilmiştir. İlk değişikliklerden biri, planlama anlayışının bütünüyle
yadsınması oldu. DP hükümetinin ilk yıllarında, 1947 Planı’nın genel ilkelerine
göre uygulamalar yapılmakla birlikte artık “plansız” dönem başlamıştı.
Devletin büyük ölçüdeki ekonomik etkinlikleri
sürdürülürken, Batılı kapitalist ekonomilerde uygulanan “liberal planlama”
anlayışı bile kabul edilmiyordu. Bu durumda ekonomi, hükümetin aldığı günlük
ekonomik kararlarla, özel girişimin “doğal” eğilimlerine göre biçimleniyordu.
Ekonomi üzerinde önemli etkileri olan bu iki öğe ise, her zaman tam bir uyuşum
içinde değildi.
2.3. Dönemin Ekonomik Analizi
Demokrat Parti iç ve dış baskılar altında uluslar
arası ekonomik sistemle bütünleşme denemesine girdiğinde, geçici birtakım
olumlu göstergelerin verdiği iyimserliğe dayanmıştı. Marshall yardımıyla gelen
traktörlerle Hazine topraklarının, meraların ekine açılması ve tarım için
olumlu hava koşulları, seferberlik sona erip genç erkek nüfusla iş kaynaklarının
tarıma dönmesi eklenince tarım üretimi 1947-1953 arasında yılda %10’un üzerinde
artmıştı.[ix] Ayrıca Kore Savaşının getirdiği yüksek
konjonktür (1951-1953) dünya piyasasında hammadde fiyatlarını fırlatmış ve
pazarları genişletmişti. Nihayet Türkiye’nin İkinci Dünya Savaşı yıllarında
biriktirdiği altın-döviz rezervleri vardı. Ne var ki, 1953 yılının sonuna
gelindiğinde bunların tümü tükenmiş üstelik hava koşulları da tersine dönmüştü.
1950’de 22.3 milyon $ olan dış ticaret açığı
liberasyonun etkisiyle daha 1952’de 193 milyon $’a varmıştı. Bunun üzerine
Merkez Bankası’nda serbest bırakılan altın satışları durduruldu; nedeni
rezervlerin üçte birinin bir iki yılda tükenmesiydi. 1953’te ithalat
liberasyonuna da son verildi; çünkü ihracat artıyordu.[x] Yüksek Aralık 1946 devalüasyonuna
rağmen, 1953’te doruk noktasına çıkan ihracat (396.1 milyon $) Kore konjonktürü
bitince 1953 rakamına 1960 sonrasına kadar bir daha ulaşamadı. Buna karşılık,
ticari kredili ithalat ve dış yardımlar, 1955 sonuna kadar ithalatı canlı
düzeyde tuttu. 1920’li yılların başından beri değişmeyen 5-6 kalem ihraç malı
ilksel ürünle (tütün, pamuk, fındık, kuru üzüm, incir gibi) programın öngördüğü
serbestleştirmelerin sürdürülmemesi olağandı; üstelik dünya pazarında ürün
fiyatları gerilerken yeni bir devalüasyondan da pek fazla beklenti olamazdı.
Nitekim 1955-57 arasında, mal kıtlığının hızlandırdığı fiyat artışları yılda
%20’ye yükselirken, 1958’de TL/$ kuru fiilen 2.80 TL/1 $’dan 9 TL/1 $’a
düşürüldü. Ne var ki, 1959-1961 arasında da ihracat 320-350 milyon $ arasında
çakılı kaldı, artmadı.[xi]
Türkiye’nin sanayileşmesini geri plana itip,
karşılaştırmalı üstünlüğe göre tarıma öncelik vermesi ya da tarımda
uzmanlaşması yolunda tavsiyeler havada kaldı. Başlangıçta hükümet ve etkili
çevrelerde kabul bulsa da, buna karşıt gelişen iki önemli olay bu tavsiyeleri
etkisiz kıldı. Birincisi, DB adına Türkiye de bulunan bir uzmanın bu konuda
yaptığı müdahalenin hükümeti kızdıracak noktaya varması üzerine DB ile
hükümetin arasının 1954’te bozulmasıydı. Türkiye 1960’lı yıllara kadar bu
nedenle bu kanaldan kredi almadı, tavsiyelerine de uymadı.
İkincisi, Türkiye’nin büyüme sürecinde olayların
sanayileşmeyi çok karlı hale getirmesiydi: 1954 ve izleyen yıllarda ithalatın
krediler kısılınca düşmeye başlaması iç ticaret hadlerinin hızla sanayi lehine
değiştirdi. Dış konjonktürün tarım aleyhine ve sanayi lehine değiştirdiği
fiyatlarda bu eğilimi destekledi.[xii] Ayrıca nüfus artışının hızlanması,
kentleşmenin ivme kazanması ve tarımın pazara açılması iç pazarı genişletmeye
başlamıştı. Buna kentlere akınla birlikte düşük ücretli emek kullanım
olanağının ortaya çıkması eklendi. Ayrıca içerde kredi genişlemesi ve dışardan
borçlanma olanaklarının özel kesimde sermaye birikimini genişletmesi; yabancı
şirket ortaklığı, lisans ve know-how anlaşmalarının da teknolojini sorununa
çözüm getirmesi bu bağlamda etkili oldu.
Bu dönemden, “tarıma mı, yoksa sanayiye mi ağırlık
verilmesi gerektiği” tartışmalarının 1960’lı yıllara kadar sürdüğü
görülür.
· Devlet fabrikalarını satarak,
ağır sanayiyi tasfiye ederek özel girişime dayalı bir serbest piyasa ekonomisi
yaratma tavsiyeleri ise başarılı olamadı. Tıpkı 1980 sonrası yıllarda olduğu
gibi, özel girişim bu kuruluşları çok düşük fiyatlarla ve açılacak kredilerle
satın almak istedi. Sermaye piyasasının hiç gelişmemiş olduğu; kamu
kuruluşlarının anonim şirket statüsünde olmadığı ve sermaye piyasasında el
değiştiren hisseleri bulunmadığı için satış değerlerinin saptanamadığı; özel
girişimde birikimin kısıtlı olduğu bir dönmede, bunların satılabileceğini
düşünmek bile abesti. Ayrıca uygulanan politikaların sonucunda, kamu
girişimciliğinin özel girişime büyük dışsal yarar sağlayabileceği ortaya
çıkmıştı. Kamu girişimlerinin ürettikleri malların ve hizmetlerin maliyetinin
altında fiyatla satılması, eğittikleri işgücünün özel kesime vasıflı emek
gücünü hazırlaması, düşük faizli kredili satışlar bunların en önemlileridir.
Öte yandan, alt yapı eksikliğini gidermek için devletin giderek artan yatırım
yapması gerekiyordu. Ticari kredilerin genişlemesine rağmen özel yatırımların
sınırlı kalması, yalnız alt yapı değil, devlet iktisadi kuruluşların
yatırımlarının da artması sonucunu verdi. 1950’de toplam yatırımların %57’sini
yapan özel kesimin payı 1959’da %38’e kadar düşmüş; buna karşılık kamu iktisadi
kuruluşlarının payı %15’ten %20’ye, bazı yıllarda daha da yükseğe çıktı.
· Serbest piyasa ekonomisi ise
dışardan alınan kısa vadeli ticari borçların faizleri ödenemeyip, yenileri
alınamayınca yerini günlük piyasa müdahalelerine bıraktı; sürekli değişen
kararlar, kar hadlerinin devletçe saptanması, enflasyonun artırdığı fiyatları
polis önlemleriyle engelleme çabaları, döviz tahsis ve dağıtımı için plansız ve
programsız gelişi-güzel devlet müdahaleciliği yayıldı.
1950’li yıllarda serbest
piyasa ekonomisi adına yapılan gelişigüzel devlet müdahaleciliği, 1960’lı
yıllarda geçilen planlı kalkınmanın hazırlayıcısı oldu.
· Bu programın işleyen tek tarafı
dış kaynaklı sermaye kullanımıydı. Türkiye resmi dış yardımlar, ithalatçı
kredileri ve diğer ticari krediler, yabancı sermaye girişi yoluyla ithalatı
artırabildi; yani sadece ithalat artışı ve giren yabancı sermayenin getirdiği
teknolojiyle dışa açılabildi. Buna Marshall yardımlarından gelen traktörlere
ilişkin Türk lirasıyla ödemeler eklenmelidir. T.C. Merkez bankasında, kullanımı
ABD ismine bağlı “karşılık paralar fonu” kuran bu yardım programı resmi
yardımlarla dışa açılmanın diğer bir yönünü oluşturdu. ABD’ye Türkiye için
de bir güç kaynağı yarattı
·
1950-60 yılları arasında Türkiye
yaklaşık 1 milyon dolar programın kredisi 600 milyon dolar ithalatçı kredisi,
210 milyon dolar kadar ticari kredi kullandı; buna karşılık, kullanabildiği
proje kredileri sadece 72 milyon dolar kadardı. Türkiye’nin faktör dışı hizmet
ve faktör gelirlerinin bulunmadığı bu dönemde, dış ticaret bilançosu
1947’den itibaren sürekli açık verdi; ithalatı belirleyen ise, bulunabilen dış
kredi miktarıydı. Ancak 1953’ten sonra, bulunan krediler ithalat artışına da
olanak vermedi. Ticari bankalar sistemine sermaye ithali konusunda getirilen
yetkiler ise, sonunda Türkiye’nin borç ödeyemez duruma düşmesini hazırlayan
başlıca neden oldu.[xiii]
Buna göre, ticari bankalar dış dünyadan döviz kredisi sağlayabilecek ve diğer
bütün işlemlerden sağlanan dövizler T.C. Merkez Bankası’na devredilirken bu kredi
işlemindeki dövizleri devretmeyecekti. 1953-1958 arasında “kredili ithalat”
biçimindeki bu uygulama, ithalatın artmasında önemli bir paya sahipti; resmi
dış yardıma yakın bir tutarda ithalatçı kredisi ve ticari kredi kullanılmıştı.
T.C. Merkez Bankası’nın
hükümetten bağımsız bir politikası olmadığı bu dönemde, enflasyon ithalatı
artırma baskısı yaratırken, devalüasyon da yapılmadığı için, 1955’e kadar dış
ticaret açığı büyüdü, 1956-1958 arasında kredilerin kısılması bu açığın
küçülmesinin temel nedeni oldu. Borçları dövizle ödeme sorumluluğu T.C. Merkez
Bankası’nda olduğu halde, alınan dış kredilerin hangi amaçla kullanıldığı
denetleyemediği için, büyümeyle ilişkisiz ithalat yapıldı; bu arada
T.C. Merkez Bankası’nın kısa vadeli döviz borçları giderek arttı. Kredili
ithalat uygulaması, sonunda Türkiye’nin ticari nitelikteki dış borçlarını
ödeyemez duruma girmesiyle sonuçlandı.
· Dışa açılma politikasının “yabancı
dolaysız sermaye yatırımlarıyla büyüme” amacının da çok etkili işlediği söylenemez.
Bir kere, bu politikanın serbest bölgeler ayağı ölü doğdu. İkincisi, girdiği
kadarıyla dolaysız yabancı yatırımın tutarı bu dönemde alınan toplam dış
kredinin %5’ine bile ulaşmadı; 1950-1959 arasındaki 10 yılda sadece 77 milyon
dolardı, 1960 yılı eklenirse 101 milyon dolarda kaldı.
·
Bununla birlikte geldiği kadarıyla
dolaysız yabancı sermaye yerli ortaklıklar kurarak özel sınai girişimin kısmen
de olsa teknoloji, sermaye, yönetim gibi sorunlarını aşmasına yardımcı oldu.
Ayrıca lisans-know, how-marka anlaşmalarıyla yabancı sermaye katkısı olmaksızın
dış kaynaklı teknoloji, bilgi ve marka kullanımı, yabancı firma temsilciliği
gibi olanakların da özel girişim için yarattığı kar fırsatları anımsanmalıdır.
2.4. 1958 İstikrar Programı
Dış kredilerin kurulması DP yönetimini gerçekleri
kabule zorladı. 1958 Ağustos’unda IMF ile bir istikrar programı üzerinde
anlaşmaya varıldı.
İstikrar programının belli başlı altı öğesi vardı;
Devalüasyon; Dış Borç Ertelemesi; Para ve Maliye Politikasına Kısıtlamalar; Dış
Ticaretin Serbestleşmesi; KİT Fiyatlarının Serbestleşmesi.
2.4.1. Devalüasyon
Programı açıklayan kararnamelerde veya sonradan ilan
edilen metinlerde “devalüasyon” sözcüğü geçmez. Ondan sonra da Demokrat Parti
iktidarda olduğu sürece bürokraside “Türk Lirası’nın Devalüasyonu” sözü milli
değerlere bir hakaret gibi sayılır ve ağza alınmazdı. Gerçek durumun kabulünden
başka bir şey olmayan, bir anlamda geçmişteki politikaların başarısızlığını
simgeleyen ve bir anlamda da gelecekteki iktisadi büyümeyi sağlayıp, işsizliğin
artışını önlemek için çok gerekli bir adım olan bu basit iktisat politikası
tedbiri büyük bir şeref ve haysiyet sorunu haline getirilmişti.[xiv]
Sonuçta devalüasyon hukuki bir değişiklik olarak
değil, fiili bir uygulama olarak yapıldı: TL’nin değerini düşürmek yerine bütün
döviz çıktısı gerektiren işlemlerden 1 dolar başına 6,22 TL vergi alınması ve
döviz girdisi sağlayan işlemlere aynı miktarda destek verilmesi
kararlaştırıldı.
O zamanın koşulları altında, sorunun akılcı bir
şekilde tartışılması mümkün değildi. Pek sık olmayan tartışmalarda ileri
sürülen en ağırlıklı argüman devalüasyonun enflasyon getireceği idi.
Bu görüş ne kadar geçerliydi? Bir kere dolar kurunu
2,8 TL’den 9,0 TL’ye düşürmek, büyük ölçüde bir çok dış ticaret işleminde veya
karaborsada zaten fiili olarak kullanılan kuru resmen kabul edip döviz
piyasasına açıklık getirmekten başka bir şey değildi. İkincisi, 1958 Ağustos’unu
izleyen aylarda gözlenen enflasyon oranındaki artışın ne kadarı enflasyonla
ilgiydi, ne kadarı ithalatın aylarca tamamen durmasıyla ilgiliydi? Çünkü 3
Ağustos Kararnamesi, devalüasyonun yapıldığını halkın anlamasını önlemek
amacıyla, sadece yeni ithalat ve ihracat yönetmelikleri yayınlanıncaya kadar
dış ticaretle ilgili bütün ödeme işlemlerinin durdurulduğunu ilan ediyordu.
İthalatla ilgili yönetmeliklerin eylül ayı sonlarında, ihracatla ilgili
yönetmeliklerin ise ekim ayında ilan edilmesi, zaten yıllardan beri bir kargaşa
içinde olan ithalatçı ve ihracatçının yabancı alıcı ve satıcıyla ilişkilerinin
yenilenip düzenlenmesi aylar aldığından ithal mallarının piyasaya çıkması 1959
Mayıs-Haziran aylarını bulmuştur. İthalatın en az 7-8 ay süreyle çok düşük bir
düzeyde kalması doğal olarak enflasyonu baskı altına almıştır. Bir kere ithalat
yapılmaya başlandıktan sonra, çeşitli sebeplerden ortaya çıkan büyük liman
tıkanıklıkları yine enflasyonu kamçılayan öğelerdendir. İthalatın fiili olarak
piyasaya çıkmaya başlamasından sonra, çeşitli sebeplerinde katkısıyla
enflasyonun nihayet kontrol altına alındığını görüyoruz. Dolayısıyla,
devalüasyonu, enflasyonun nedeni olarak görmek yanlıştı.
2.4.2. Dış Borç Ertelemesi
Dış borç miktarının bilinmemesi ve alacakların çok olması
sebebiyle ancak alacaklı ülke hükümetlerinin gazetelere ilan vererek
alacaklıları başvurmaya çağırması yoluyla borç miktarı ve alacaklılar
belirlenmiş. 1959 ilkbaharında Avrupa Ekonomik İşbirliği Örgütü ülkelerine olan
borçların ödenmesi 1959’dan 1970’e kadar yayılan bir takvime bağlanmıştı.
Anlaşma 5 Ağustos tarihine kadar geri ödenmesi gereken borçları (422 milyon
dolar) kapsıyordu. Bu şekilde bir yandan normal ticari işlemlerin çalışmaya
başlanması sağlanmış, diğer yandan Türkiye’nin bundan böyle yalnız Hazine
kanalıyla borç alabileceği ve Hazine’nin borçları bir düzen içinde kayda
almaktan ve borç yönetiminden sorumlu olacağı konusunda anlaşmaya varılmıştır.
2.4.3. Dış Krediler
Borç ertelemesine ek olarak, Türkiye’ye 359 milyon
dolar değerinde kredi açılıyordu. 25 milyon IMF’den, 250 milyon ABD’den, 75
milyon diğer OEEC ülkelerinden. Bu krediler, devalüasyon öncesi hüküm süren
kaos durumunun bir an önce düzelmesi, normal ticari ilişkilerin yeniden
canlanması, sanayideki atıl kapasitenin bir an evvel harekete geçirilip
büyümenin yeniden başlaması ve nihayet enflasyonun kontrol altına alınmasında
önemli bir rol oynadılar. [xv]
2.4.4. Para ve Maliye Politikalarında Kısıtlamalar
Türkiye, ithalatının bundan böyle satıcı kredileriyle
akçalandırılmayacağını ve genel uluslar arası uygulama gereğince, sadece
bankalar arası kredi mektubu (letter of credit) kullanarak bu işin yapılacağını
kabul ediyordu. Bütçe açığı, bütçe harcamaları, Merkez Bankası kredileri,
KİT’lerin cari ve yatırım harcamaları gibi büyüklere sınırlar konmuş, bu
sınırların ancak IMF oluruyla aşılabileceği Türk hükümetince kabul edilmişti.
Tarım destekleme harcamaları bundan böyle bütçe harcamaları arasında
gösterilecekti.
2.4.5. Dış Ticaretin Serbestleştirilmesi
İthalatın düzenli bir şekilde işlemesi, ekonominin
çalışması için gerekli hammadde ve yedek parçaların öncelikle ithalinin
sağlanması ve kıt döviz kaynaklarının lüks tüketim malları ithalatına
gitmesinin önlenmesi için, bundan böyle ithalat üç aylık programları sınırları
içinde verilecek ithal izinleriyle yapılacaktı. İlk üç aylık program 150 milyon
dolarlık bir toplam öngörüyordu. Bunun 100 milyon dolardan fazlası otomobil ve
kamyon parçaları, lastiği, akaryakıt ve makine yağları, demir-çelik vb. gibi
yedek parça ve ara mallara ayrılmıştı. Bu malların çoğu 1950-58 döneminde
devlet kurumları tarafından ithal edilip piyasaya dağıtılırken, bundan böyle
ihtiyaç sahipleri ithalatlarını doğrudan doğruya yapacaklardı. Ancak “ithal
izni ticaretini” ve döviz kaçakçılığını önlemek için ithalat başvurusundan
başlayarak bir hafta içinde Merkez Bankası’na ithal değerinin % 100’ü kadar bir
ithalat güvencesi yatırmak gerekiyordu. Bütün bu kısıtlamalara rağmen,
ekonominin ithal malı açlığı o dereceydi ki, ithal başvuruları verilen ithal
izinlerinin birkaç katı oluyordu. Dolayısıyla devlet memurları hangi ithal
başvurusunun hangisinden daha öncelikli olduğunu kararlaştırıyordu. Ayrıca
ithal fiyat kontrolleri de bir süre devam etti: Aynı devlet memurları ithal
belgelerinde gösterilen fiyatların gerçek fiyatlar olup olmadığını
denetliyordu.
İhracat üzerindeki fiyat kontrolleri devam etmekle
beraber gittikçe daha gerçekçi bir şekilde uygulanmaya başladı. Fiyat
kontrolleri 1959’dan başlayarak ex ante olmak yerine ex post yapılamaya
başladı. Bu değişiklikler ihracattaki en önemli dar boğaz olan bürokratik
denetimleri bir derece hafifletti. İhracatçılar artık yaptıkları ihraç
anlaşmalarının onaylanıp onaylanmayacağını bilmeden aylarca beklemekten
kurtulmuşlardı; iş, sadece ihracatı yaptıktan sonra ilgili devlet memurunun
fiyat denetiminden başarıyla geçmeye kalıyordu.
2.4.6. KİT ve Özel Sektör Fiyat Kontrolleri
Ağustos 1958’den başlayarak bazı KİT fiyatları
artırıldı. Ancak bu zam, programdaki hedeflerin (KİT’lerin cari gelirleriyle
giderlerini karşılaması) gerçekleşmesi için yeterli olmaktan uzaktı. Mayıs
1959’da KİT fiyatları % 20 ve kamu sektöründe maaş ve ücretler
% 40 artırıldı. 1954’den bu yana, küçük ayarlamalar bir yana, kamu kesimi
ücretleri artırılmamış ve enflasyon karşısında memurların büyük kısmının reel
gelirleri erimişti.
Aynı şekilde, kontrol düzeni devam etmekle birlikte,
buğday, kömür vb. dışında özel sektörün üretip sattığı mallar üzerindeki fiyat
kontrolleri uygulanmaz oldu.
2.5. 1958 İstikrar Programının Sonuçları
İthalattan alınan vergi ve ihracata verilen destek
primleriyle, fiyat değişmeleri de hesaba katılarak hesaplanan TL/dolar kurunun
değişimi şu şekilde oldu.
Aralık 1957
Aralık 1959
İhracat için ağırlıklı
ortalama:
4.23
7.50
-geleneksel ihracat
:
3.93
6.54
-diğer
ihracat
:
3.74-6.67
8.70
ithalat için ağırlıklı
ortalama
:
7.93
13.83
-tüketim malları ith.
:
9.97
18.03
-iç üretimle rek.eden
:
11.07
20.50
-yatırım/ara
mallar
:
7.15
12.20
Yukarıda özetlenen karmaşık sistem
ve daha da karmaşık uygulamaya rağmen, Ağustos kararları ithalat ve ihracat
üzerinde beklenen sonuçları verdi. Yıllar süren ithalat kısıtlamasından sonra,
devalüasyon ithalatı frenleyici etkisinden çok, serbestleşme etkisinin daha
güçlü çıkması doğaldır. Nitekim dış krediler ve yeni ithalat rejimi işlemeye
başladıktan sonra, liman kapasitesinin el verdiği ölçüde ithalatta artışlar
olmuştur. Benzer şekilde ihracattaki artışlarda beklendiği gibi olmuştur.[xvi]
Fiyatlarda da beklenen sonuçlar
alındı: Devalüasyonun ithal fiyatları üzerindeki mekanik etkisine ek olarak KİT
fiyatlarında yapılan artışlar 1959 yılı fiyat artışlarının önceki yıllar
düzeyinde kalması sonucunu vermiştir. Ancak, önceki yıllarda fiyat
endekslerinin kontrollü fiyatları kullanması ve 1959’da fiyat kontrollerinin ve
karaborsanın azalması 1959 yılının fiyatlar bakımından başarılı bir yıl
olduğunu düşündürmektedir. Gerçekten de 1959’dan sonra Türkiye, son elli yılın
fiyatlar bakımından en uzun (11 yıl) istikrar dönemini yaşayacaktır.
SONUÇ
1950-1960 döneminin makro ekonomi
yönetimini kısaca özetlemek mümkün değil. Özel girişimi teşvik edip, KİT’leri
özel kesime devredeceğine söz vererek iktidara gelen DP hükümeti döneminde
KİT’lerin payı 1950’de sanayi üretiminin % 37’sinden, 1960’da % 48’e yükseldi;
kamu yatırımlarının toplam yatırımlardaki payı % 38’den % 50’ye çıktı; devletin
özel kesim üzerindeki kontrol ve denetimleri savaş yıllarını aratacak düzeye
yükseldi. Cumhuriyet tarihinde ilk defa Türkiye borçlarını ödeyemez, en basit
ilaç ve hammadde gereksinimlerini karşılayacak dövizi veya dış krediyi karşılayamaz
hale geldi.
Belki bütün bunlardan daha önemlisi
demokratik deneyimin ilk yılları herkes için düş kırıklığıyla kapandı.
1950’lerin ilk birkaç yılında ülkenin karşısına çıkan büyük şans ve büyük
bekleyişler israf edildi. O zamanlar ekonominin en önemli kesimi olan tarımda
gerçekleştirilen hızlı ve bilinçsiz makineleşme ve bunun yarattığı kırsal
işsizlik, yıllarca Türk ekonomisi üzerinde karabasan gibi bir yük teşkil eden
ölçüsüz şehirleşme ve şehirlerin köyleşmesi sonucunu doğurmuştur. [xvii]
Buna göre
doların fiyatı, Türk lirası karşısında 78 yılda 1 milyon 250 bin kat arttı.DİE verilerine göre, Atatürk'ün döneminde 1 lira dolaylarında seyreden dolar, 1950'li yıllarda 2.8 liradan işlem gördü. 1960 ihtilaline kadar 9 liraya çıkan doların değeri, 1970'e kadar bu değerini korudu.
1970'li yılların ortalarına kadar ise dolar 14 liradan işlem gördü. Ancak, 1970'li yılların sonundan itibaren Türk Lirası'nın dolar karşısındaki değer kaybı hızlandı. Merkez Bankası'nın döviz satış rakamlarına göre, 1975'de 15.30 lira olan dolar, 1976'da 16.83 liraya, 1977 yılında 19.64 liraya, 1978 yılında 25.50 liraya, 1979 yılında 35.70 liraya çıktı.
KAYNAKÇA
Güvenç,
Nazım, Küreselleşme ve Türkiye, BDS Yayınları, İstanbul 1998.
Kepenek,
Yakup; Yentürk, Nurhan, Türkiye Ekonomisi, Remzi Kitabevi, 10. Baskı, Ocak
2000.
Kazgan,
Gülten, Tanzimattan XXI. Yüzyıla Türkiye Ekonomisi, Altın Kitaplar Yayınevi,
1.Baskı, İstanbul 1999.
Emre,
Kongar, 21. Yüzyılda Türkiye, Remzi Kitabevi, 11.Baskı Temmuz 1998.
Rozaliyev,
Y.N., Türkiye’de Kapitalizmin Gelişme Özellikleri, Onur Yayınları, Aralık 1978.
Sönmez,
Atilla, Doğu Asya “Mucizesi” ve Bunalımı, Bilgi Üniversitesi Yayınları,
1.Baskı, İstanbul, Şubat 2001.
Sertel,
Yıldız, Türkiye’de Dışa Dönük Ekonomi ve Çöküş, Alan Yayıncılık, 1. Baskı,
Aralık 1988.
Sanal,
Türker, Türkiye’nin Hükümetleri, Sanal Bilgi Yayınevi.
Şahin,
Hüseyin, Türkiye Ekonomisi, Ezgi Kitabevi, 5.Baskı, Bursa 1998.
Talas,
Cahit, Türkiye’nin Açıklamalı Sosyal Politika Tarihi, Bilgi Yayınevi.
Yenal,
Oktay, İktisat Siyasası Üzerine İncelemeler, Kültür Yayınları, 1.Baskı, Eylül
1999.
İstanbul
İktisadi ve Ticari İlimler Akademisi, Türk Ekonomisinin 50 Yılı, Fatih
Yayınevi, İstanbul 1973.
Geçiş
Sürecinde Türkiye, Belge Yayınları Bilim Dizisi.
Emre Kongar,
21. Yüzyılda Türkiye, Remzi Kitabevi, 11. Baskı, İstanbul, Temmuz 1998, s:340
Emre Kongar,
a.g.e., s:353
Gülten
Kazgan, Tanzimattan XXI. Yüzyıla Türkiye Ekonomisi, Altın Kitaplar Yayınevi, 1.
Baskı, İstanbul 1999, s:92
Cahit Talas,
Türkiye’nin Açıklamalı Sosyal Politika Tarihi, Bilgi Yayınevi, s:130
Cahit Talas,
A.g.e., s:132
Türker
Sanal, Türkiye’nin Hükümetleri, Sanal Bilgi Yayınevi
Y.N.
Rozaliye, Türkiye’de Kapitalizmin Gelişme Özellikleri, Onur Yayınları, Aralık
1978, s:307
İstanbul
İktisadi ve Ticari İlimler Akademisi, Türk Ekonomisinin 50 Yılı, Fatih
Yayınevi, İstanbul 1973
Hüseyin
Şahin, Türkiye Ekonomisi, Ezgi Kitabevi, 5. Baskı, Bursa, 1995, s:100
İstanbul
İktisadi ve Ticari İlimler Akademisi, Türk Ekonomisinin 50 Yılı, Fatih
Yayınevi, İstanbul 1973
Gülten
Kazgan, Tanzimattan XXI. Yüzyıla Türkiye Ekonomisi, Altın Kitaplar Yayınevi, 1.
Baskı, İstanbul 1999, s:94
Yıldız
Sertel, Türkiye’de Dışa Dönük Ekonomi ve Çöküş, Alan Yayıncılık, 1. Baskı,
Eylül 1999, s:124
Geçiş
Sürecinde Türkiye, Belge Yayınları Bilim Dizisi, s:57
Atilla
Sönmez, Doğu Asya Mucizesi ve Bunalımı, Bilgi Üniversitesi Yayınları, 1. Baskı,
İstanbul, Şubat 2001, s:96
Atilla
Sönmez, A.g.e., s:99
Atilla
Sönmez, A.g.e., s:102
Gülten
Kazgan, Tanzimattan XXI. Yüzyıla Türkiye Ekonomisi, Altın Kitaplar Yayınevi, 1.
Baskı, İstanbul 1999, s:98
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder