Diyarbakır'ın
Kayapınar ilçesinde 5 Ekim 2015'te, 60 öğrenciyle Kürtçe eğitim vermeye
başlayan Dıbıstana Seretayi ya Ali Erel okulu, kapısına mühür vurularak
kapatıldı.
Cumhuriyet,
yeni bir ulus yaratma kaygısıyla, tarihinde Türkçe dışında dilleri hep
tehlikeli görmüştür. Bu yüzden Türkçe’yi özendirmiş, diğer dillerin
kullanılmasına ve öğrenilmesine hep korku ve tedirginlikle yaklaşmıştır.
1925 yılına
kadar devletin üst düzey bürokrasisinde egemen olan görüş, verilen bütün
raporlar, hep Kürtçe konuşmanın tehlikeleri üzerinedir. Bunun için Kürtçe
kullanımının engellenmesi çok sayıda raporla ifade edilmiştir.
Diyarbakır’da
kapısına kilit vurularak kapatılan Dıbıstana Seretayi ya Ali Erel okulunun
öğrencileri
1925 tarihli
Şark Islahat Planıyla uygulanan geniş kapsamlı politikaların içinde Türkçe’den
başka dilin kullanılması yasaklanmış, daha ötesi Kürtçe konuşanların hükümet ve
belediyenin emirlerine muhalefet etmek ve direnmek suçundan cezalandırılması
gibi hükümler getirilmiştir.
“Türkçe Konuş, Çok Konuş”
Bunu 1928'de
başlayan "Vatandaş Türkçe Konuş!" kampanyaları izlemiştir. 1940’lı
yıllarda bile, çarşıda, pazarda konuşulan her Kürtçe kelime başına 5 kuruş ceza
uygulamasına rastlanır.
Kürtün
adının bile inkâr edildiği 12 Eylül 1980 darbe yılları inkârın yeniden dorukta
olduğu yıllardır. Kürtçe konuşmanın tehlikeli olduğu, Kürtçe müziklerin bile
gizlice dinlendiği bu yıllar hepimizin izleğindedir.
Diyarbakır
Zindanları’nda “Türkçe Konuş, Çok Konuş” yazılı tabelalar yıllarca
varlığını korur. Ve yine Kürtçe konuşmanın yasak ve işkence bahanesi yapıldığı
aynı cezaevinde, hiç Türkçe bilmeyen Kürt ananın, öğrendiği üç kelime
Türkçe’yle sadece “Kamber Ateş nasılsın” diyerek tekrarlamak zorunda
kalmasının acı hikâyesi travma dolu belleklerden silinmemiştir.
Meşhur
1990’lı yıllar, bundan geri kalmaz. Binlerce köyün yakılıp boşaltılmasının, bir
o kadar faili meçhulün resmi devlet politikası olarak uygulandığı yıllarda,
Kürtçe klip yapacağım diye Ahmet Kaya’nın alenen linç edilmeye kalkıldığı
hatırlardadır.
2000’li
yıllar, gerek AB müzakereleri, gerek iktidarların politik hesapları nedeniyle
Kürtçe üzerindeki baskıların görece hafiflediği yıllar olur. Özellikle son
yıllarda Kürtçe’nin doğal yaşam alanlarında kullanımının önünün açılması,
devletin tekelinde kimi kamusal yayınların yapılması gibi serbestlikle
getirilse bile devlet, ana dilde eğitim hakkını teslim etmeye asla yanaşmaz.
W.Brandt kendisi için değil, Almanya için diz
çökmüştür
Yıl 1970, 7
Aralık, Varşova.
Üzerinde eli
silahlı, silahsız, sert figürlerin yontulduğu yüksekçe bir anıt.
Tariha
Varşova Getto Ayaklanması diye geçen direnişçiler adına yapılan anıt
Anıtın
önünde, yüzü sararmış, ne diyeceğini bilemez halde diz çökmüş bir adam
durmaktadır.
Ona bakar
gibi yüzlerini anıttan ileri uzatmış çıplak insan figürlerinin önünde, başını
utanç içinde önüne eğmiş, öylece hareketsiz beklemektedir.
Tarih, bu
önemli anı kaydeder.
Holokost,
Naziler tarafından 2.Dünya Savaşı boyunca 6 milyon Yahudi’nin sistemli bir
şekilde öldürüldüğü katliamın adıdır.
Bu
katliamda, Polonya’da kurulan Treblinka İmha Kampı önemli yer tutar.
1942-43 yıllarında 14 ay içinde çoğu Yahudi 850.000 kişi sadece bu kampta
öldürülmüştür.
Bu kampa
getirilenlerin çoğunun çıkış noktası Varşova Gettosu’dur. Burası,
Nazilerin toplu imha kamplarına göndermeden öne insanları toplumdan tecrit
ettiği çok satıda gettodan birisidir.
Her gün beş
bin kişinin Treblinka İmha Kampına gönderildiği gettoda, 1943 Ocağında
çeşitli yeraltı direniş örgütlerince bir ayaklanma başlatılır. Treblinka’ya
olan ölüm sevkiyatı ayaklanma sebebiyle durur. Direniş 28 gün sürer. Birkaç yüz
Alman askerine karşılık çoğu büyük kısmı Yahudi 55 bin civarında insan ölür…
İşte,
yukarıda sözü edilen anıt, tarihe Varşova Getto Ayaklanması diye geçen
direnişçiler adına yapılan anıttır. Bu anıtın önünde diz çökmüş olan da, Batı
Almanya Başbakanı Willy Brandt’tan başkası değildir.
W. Brandt,
kaldığı otelde, bir gün sonra açılışında yer alacağı anıtın önünde, Alman
toplumu adına Yahudilerden nasıl özür dileyeceğini düşünmekten uyuyamamıştır.
Ertesi gün
anıtın önüne geldiğinde, aklından geçenleri bir anda unutur, bacakları titrer,
elinde olmadan dizlerinin bağı çözülür ve yere çöker.
Oradaki bazı
gazeteciler şaşırırlar. Planlanmadık bir şeydir bu. Onun bayıldığını
düşünürler. Sonra gerçeği fark ederler. W. Brandt kendisi için değil, Almanya
için diz çökmüştür.
“Anneannem,
Kürtçe kalbin dilidir derdi, Türkçe ise müziktir; bir şarap deresi gibi akar”
Diyarbakır'ın
Kayapınar ilçesinde 5 Ekim 2015'te, 60 öğrenciyle Kürtçe eğitim vermeye
başlayan Dıbıstana Seretayi ya Ali Erel, artık kapalı.
Dakka Anadil
Anıtı
Dünya Ana
Dil Günü’ne üç gün
kala valilikten gönderilen bir devlet kararıyla oldu bu. Görevliler, hemen
ileride, Sur’dan yükselen ve yeri göğü titreten top sesleri arasında
mühürlediler okulun kapılarını.
Amerikan
edebiyatının güçlü kısa öykü yazarlarından biri olan William Saroyan, 1938'de
şöyle der:
“Anneannem,
Kürtçe kalbin dilidir derdi. Türkçe ise müziktir; bir şarap deresi gibi akar,
yumuşak, tatlı ve parlak... Bizim dilimizse acının dilidir. Ölümü tattık hep;
dilimizde nefretin ve acının yükü var.”
Diyarbakır,
Kürt coğrafyasının kalbidir. Dünya Ana Dil Günü’nde, Diyarbakır’da,
kalbin dili bir kez daha mühürlenmiştir.
Adının,
UNESCO tarafından “2008, Saroyan Yılı” olarak ilan edildiği yazara
gelince… Onun kökleri Anadolu’nun derinliklerinde, Bitlis’tedir. Dünyaca ünlü
yazar Bitlis’te doğmuştur ve 1905 yılında Kaliforniya’ya göç etmiş bir Ermeni
ailesinin çocuğudur.
Diyarbakır
Surları, UNESCO tarafından 2015 yılında Dünya Mirası Listesi’ne alınmış,
korunması gerekmektedir.
Saroyan,
kalbinin dili mühürlenmiş bir halkın, etrafı surlarla çevrili bir şehirde,
evlerinin başlarına yıkılmakta olduğunu göremeden ölmüştür.
Muhtemeldir
ki gelecekte tarih kitapları, kendi kendilerini yönetmek istediler diye
Kürtlerin, kentlerini başlarına yıktığımızı yazacak.
Anne
karnında duydukları o ilk sesin kulakları okşayan tınılarını çocuklardan
esirgeyen yasağı ise, Kürt’ün diline vurulan mühür olarak kaydedecek.
Eminim ki,
bugün yaşadıklarımızı tarih kitaplarından öğrenen gelecek nesillerin çocukları,
bunu okurken içi titreyecek, yüzleri kızaracak.
Kuşkusuz ki
bu gelecek kuşaklar, geriye dönüp baktıklarında yüreklerinde, geçmişte yaşanan
derin bir nefret ve acının yükünü hissedecekler.
Onlar,
birbirlerinin yüzüne rahatça bakabilmek, bir arada yaşayabilmek adına bu nefret
ve acının yükünü silmeleri gerekecek.
Ancak, bunu
yapabilmek için, tarihle cesurca yüzleşmesini bilen, onların da bir Willy
Brandt’ı olacak mı, bilmiyorum.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder