İdamının 80'inci yılında Seyit Rıza'nın ardından:
Dersim Katliamı neden yapıldı?
Dersim
Katliamı'nı anlamak için Cumhuriyet Devleti’nin kuruluş felsefesi olan ırka
dayalı ulus devlet anlayışının “siyaset belgesi” niteliğindeki “Şark Islahat
Planı”na (1925) bakmamızda yarar var. Bu planın özü ve özetini dönemin
Başbakanı İsmet İnönü şöyle formüle etmiştir: Vazifemiz, Türk vatanı içinde
bulunanları mutlaka Türk yapmaktır. Türklüğe ve Türkçülüğe muhalefet edecek
unsurları kesip atacağız. Vatana hizmet edeceklerde arayacağımız nitelikler her
şeyden evvel o adamın Türk ve Türkçü olmasıdır.
Sey Rıza,
Usene Seyd, Fındıq Ağa, Hesen Ağa, Usene Sey Rızay, Ali Ağa, Hesene İvraime Qız
15 Kasım 1937 günü Elazığ Buğday Meydanı’nda idam edildiler.
Türkiye
Cumhuriyeti Devleti’nin 4 Mayıs 1937 yılında Bakanlar Kurulu kararıyla
başlattığı Dersim Tertelesi’nde on binlerce insan öldürüldü, on binlercesi
yurtlarından, tarihinden, kültüründen, inancından koparılarak Türk ve Müslüman
toplumun içinde “zorunlu iskan”a tabi tutuldu. Kızılbaş/Alevi, Kürt,
Kırmanç/Zaza, Ermeni kız çocukları ise Türk ve Müslüman yapılmak üzere
köklerinden koparılarak kimsesizliğe mahkum edildi.
Bütün gerici
ve faşist iktidarlar, halklara karşı uyguladıkları politikalarına haklı ve
meşru bir zemin hazırlamak isterler. Bunun için amaçlarını evrensel değerlerin
ve kavramların içine yedirerek son derece etkili biçimde sunmaya çalışırlar.
Sözgelimi;
yakın geçmişte Amerikan emperyalizmi Irak işgalinin gerçek nedenini gizlemek
için, “Kimyasal silah var,” “Saddam diktatör,” “Biz Irak’a özgürlük
götüreceğiz” yalanını son derece etkili biçimde kullandı. Libya, Suriye,
Afganistan vb. yerlerde de benzer söylemler vardı. Türkiye’de ise, dönemin
Başbakanı Bülent Ecevit 19 Aralık 2000’de gerçekleştirdiği hapishane katliamını
haklı göstermek için katliamın adına,“ Hayata Dönüş” demişti. Cumhurbaşkanı R.
T. Erdoğan’ın temsil ettiği iktidar ise uyguladığı politikalara “ileri
demokrasi,” “Yeni Türkiye” diyebiliyor. Bu örnekleri çoğaltabiliriz.
Cumhuriyet
Devleti’nin Dersim Katliamı’nı meşru göstermek için başvurduğu yalanlar da
bunlardan farklı değildir. Yerine göre “feodalizmin tasfiyesi,” “İngilizlerin
kışkırttığı Kürtlerin isyanı,” “ ilkel, rafizi, Kızılbaşların devlete karşı
isyanı”nı bastırmak için yapılan harekat… Veya gayri medeni yaşayan bir toplumu
“medeniyet”e kavuşturma gibi ulvi amaçlar… Kim medeni, kim değil, demokrasi
nedir, ilkellik nedir vb tartışmalara girmeyeceğim. Zira devletin Osmanlı’dan
beri uyguladığı Kızılbaşları İslamlaştırma politikalarına, Türkleştirme
politikaları da eklenince kırımın nedenleri de açıkça görülebilir.
DERSİMLİLER
CUMHURİYET’E KARŞI MIYDI?’
1937-38
yıllarında Dersim’de bir isyanın olup olmadığını anlamak için değişik açılardan
bazı sorular sorarak yanıtlar almaya çalışalım. Hiç şüphesiz bu sorulara yeni
ve değişik yanıtlar verilebilir. Bu bir, yeniden öğrenme ve ortak görüş
oluşturma sürecidir. Dolayısıyla yanıtları mutlak doğrular olarak görmemek
gerekir. Şöyle bir soruyla başlayalım: Dersimliler Cumhuriyet’e karşı mıydı?
Genel olarak
Alevi-Kızılbaş ve özel olarak da Dersim toplumunun Osmanlı’dan Cumhuriyet’e
geçiş sürecinde nasıl bir tavır aldığını bütünlüklü olarak incelemek gerekir.
Bilindiği üzere, Dersim’in başından itibaren Cumhuriyet Devleti’ne karşı
çıktığı ve isyan halinde olduğu görüşü resmi tarihçilerin vazgeçilmez
iddiasıdır. Bu iddia doğru olmadığı gibi hakikatle de bağdaşmıyor.
Alevilerin
Cumhuriyetle ilişkisi, çoğunluğu İttihat-Terakki içinden gelen Cumhuriyet
Devleti’nin kurucu kadroları üzerinden kurulur. Giderek 1. Meclis üzerinden
Alevilerle ve Dersimliler’le kurulan ilişkiye bakıldığında 400 yıllık Osmanlı
Saltanatı ve Hilafet baskısının, zulmünün kaldırılacağı vaadi üzerinden
şekillendirilir. Bu vaad tek başına, Alevi-Kızılbaş toplumunun Cumhuriyeti
benimsemesi ya da benimsemese bile karşı olmaması açısından hayati bir öneme
sahip olmuştur.
Bu
nedenledir ki; Dersimliler’in büyük çoğunluğu da Cumhuriyeti tercih
etme/benimseme eğilimindedir. Dersim aşiretleri Cumhuriyeti kuracak olan 1.
Meclise 6 mebus (milletvekili) (Abdulhak Tevfik Bey, Diyab Ağa, Hasan Hayri
Bey, Mustafa Ağa, Mustafa Zeki Bey, Ramiz Bey ) göndermeyi kabul ederler.
Osmanlıyla barışık olmayan Dersimliler’in sorunları Cumhuriyetle birlikte
çözülmüyor elbet, ancak bunlara son verileceği vaadiyle ilişkiler önemli ölçüde
yumuşatılıyor. Sancak beyleri üzerinden sürdürülen ilişkiler, aşiret liderleri
ve Seyitlerle doğrudan ilişkiye dönüşünce devletle ilişkilerin zemini
güçleniyor. Dolaysıyla Dersimliler bu “yeni” ilişki biçimini Osmanlı devlet
yapısı ve zihniyetine tercih ediyor ve esas olarak karşı çıkmıyorlar. Çok
değişik nedenlerle Cumhuriyeti benimsemeyen Dersimli aşiretler de vardır elbet.
Ancak bunların toplamdaki yeri ve nüfusları sınırlıdır…
Yani Dersimliler, Hilafetçi Osmanlı’ya Cumhuriyeti tercih etmişlerdi. Sonraki
yıllarda da Cumhuriyet Devleti’nin Kızılbaş/Alevi toplumuna yönelik
İslamlaştırma ve katliam politikalarına rağmen “kötünün iyisi” olarak
Cumhuriyetin savunucuları olmuşlardır. Elbette bu problemli ilişki her bakımdan
sorgulanabilir, ancak önce bunun anlaşılması gerektiği düşüncesindeyim.
DERSİM
İSYANI, KOÇGİRİ İSYANI’NIN DEVAMI MIDIR?
“Dersim
isyanı” tezi bir yanıyla Koçgiri direnişi üzerinden temellendirilmeye
çalışılır. Koçgiri katliamından sonra Dersim’e kaçan/sığınan Koçgirililer’in
Dersim isyanını organize ettikleri anlatımı hem resmi Türk Tarih Tezi’nde, hem
de Kürt Tarih Tezi’nde yer almaktadır. Koçgiri direniş önderlerinin Dersim’e
sığındıkları ve orada bir örgütlenme çabasına girdikleri doğrudur. Hatta
Koçgiri direnişini destekleyen birkaç aşiretin olduğu da bilinmektedir. Ancak
Dersim aşiretlerinin büyük çoğunluğu bu sürecin dışında kalmışlardır.
Koçgirililer’in bu çabası devletin 1925 yılında çıkardığı afla sona ermiştir.
Aliser (Dakni) Efendi ve Zarife Xatun hariç direnişin liderleri Erzincan ve
Elazığ da devlete teslim olmuşlardır. Kürt Tarih yazımı cephesinde “Dersim
İsyanı” tezini geliştiren Baytar Nuri (Dersimi) 1926 yılından itibaren
Dersim’den ayrılarak Elazığ’a yerleşmiştir. Alişer Efendi’nin Dersimde ki
varlığı devlete teslim olmama ve orada bir yaşam kurma biçiminde katledildiği 9
Temmuz 1937 yılına kadar devam etmiştir. Dolayısıyla Dersim’de her hangi bir
isyan olmadığı gibi bunun “Koçgiri İsyanı”yla ilişkisinin kurulma çabası da
temelsizdir ve bir kurgudur.
DERSİMLİLER
ŞEYH SAİT İSYANI’NI NEDEN DESTEKLEMEDİLER
Ulusal ve
dini içerikli bir kalkışma olan 1925 yılındaki “Şeyh Sait İsyanı”na
Dersimliler’in katılmaları bir yana, bu isyana oldukça mesafeli durmuş
olmaları, üzerinde durulması gereken son derece önemli bir konudur. Zira Şeyh
Sait isyanına karşı tutum Dersim’de Kürt ulusal bilincini ve ulusal örgütlenme
düzeyini göstermesi bakımından son derece önemlidir.
Kürdistan’da Şeyh Sait ile başlayan ve 1930 Ağrı İsyanı’na kadar devam eden
Cumhuriyet dönemi Kürt ulusal direnişleri ve katliamları incelendiğinde, Dersim
aşiretlerinin hiç birine destek vermemiş olmaları düşündürücü değil midir?
Bırakalım Dersim aşiretlerini; Kürt Teali Cemiyeti adına, “Dersim isyanına
önderlik ettiği” iddia edilen Baytar Nuri (Dersimi)’nin, bu dönemde nerede ve
ne yaptığı konusunun sorgulanmaya ve araştırılmaya değer olduğu kanısındayım.
Dersim
aşiretleri, Cumhuriyete bağlılığını bildirmek ve var olan sorunları diyalog
yoluyla çözmek için 1926 yılında Ankara’ya giderler. Aşiret reislerinin büyük
kısmı buna katılır ve Çankaya Köşkü’nde ağırlanırlar. İşte bu gidişi ve
görüşmeyi Vali Cemal Bardakçı ile Nuri Dersimi birlikte organize ederler. Bu
durumu hem devlet belgelerinden, hem de Nuri Dersimi kitaplarından öğreniyoruz.
Burada iki yeni soruya yanıt bulunması gerekir. Bir; isyan liderlerinden ve
‘’Seyit Rıza’nın sağ kolu’’ konumundaki Nuri Dersimi neden böyle bir rol
üstlenir ve bunu neden yapar? İki; “isyan eden” veya etmek isteyen Dersimliler
Ankaraya neden gitmiş olabilirler?
Bir başka
soru ise; Nuri Dersimi’nin 1926 yılında Vali Cemal Bardakçı’nın “ Dersim’in en
şerir aşireti” olarak lanse ettiği, Qocan (Koçuşağı) Aşireti’ne yönelik devlet
tarafından gerçekleştirilen askeri harekâtta, Dersimli bazı aşiretlerle
birlikte “görev” almasını nasıl açıklamak gerekir?
Yanıtlanması
gereken pek çok soru olmakla birlikte Nuri Dersimi’nin “Dersim Kürt İsyanı”
tezini temellendirmek için yazdıklarının sorgulanmaya ve kanıtlanmaya muhtaç
olduğu düşüncesindeyim.
Aşiret yapısı “kolektif isyan” örgütlenmesine uygun mudur?
Aşiret yapısı “kolektif isyan” örgütlenmesine uygun mudur?
Dersim
aşiret yapısının ilişki ve çelişkilerini incelediğimizde iddia edildiği gibi
uzun süreli bir ittifakla “ kolektif isyan” organizasyonu yapabilme gerçeğinden
uzak olduğunu görürüz. Öte yandan, aşiret yapısı incelendiğinde de, ne kadar
aşiret varsa o kadar güç odağı olduğu ve bunların birbiriyle de kavgalı oldukları
görülmektedir. Bu bağlamda Dersim’de homojen bir toplumsal şekillenmeden
bahsedilemeyeceği gibi siyasi bir birliktenlikten de bahsetmek gerçekçi
değildir. Söz gelimi resmi tarih anlatımında “1926 Dersim İsyanı” denilerek
yaratılan algıyla zanedilir ki Dersim toplumu bütünlüklü bir isyana kalkışmış.
Oysa orada devletin bir aşirete (Qocan) yönelik cezalandırma harekâtı/ katliamı
söz konusudur.
Çarpıcı
gerçek şudur: Qacan’ı diğer aşiretler sahiplenmediği/desteklemediği gibi,
devletin yanında bu harekâta katılan aşiretler olduğu da bilinmektedir. Diğer
bir örnek ise; “1930 Dersim İsyanı” olarak lanse edilen olaydır. Oysa bu,
Pülümür Kazası’nda devletin birkaç aşiretten bazı gruplara yönelik
gerçekleştirdiği bir asayiş operasyonudur. Bu grupların kendini savunması
nedeniyle çıkan lokal çatışmanın adı resmi tarihte bilmem kaçıncı “Dersim
İsyanı” olarak yazılmaktadır.
Belirtmek
gerekir ki, Devlet Cumhuriyetin ilk yıllarından itibaren bütün Kürt illerinde
ve Dersim’de ekonomik, sosyal, kültürel ve siyasal yaşam hakkında son derece
ayrıntılı bilgiye sahiptir. Dersim’de, 1926 yılından itibaren sistematik olarak
hazırlanan raporlar, hem derin bir istihbarat bilgisi, hem de geniş bir
sosyolojik analiz içermektedir. 1928 yılından itibaren aşiretler arası
çelişkileri derinleştirmek amacıyla, kışkırtmak ve ilişkileri bozmak amaçlı
çalışmalar olduğu raporlarda da görülmektedir.
Devletin,
bütün aşiretlerin kadın-erkek nüfusları, ekonomik ve sosyal durumları, silah
sayıları, hatta hayvan sayıları, devletle ilişkileri, diğer aşiretlerle
ilişkileri vb konularda hem Mah (istihbarat), hem de Umumi Müfettişlik
üzerinden detaylı çalışmaları vardır.
Nitekim
gerek İçişleri Bakanı Şükrü Kaya’nın 1931 yılı Dersim gezisi ve raporu, gerek
Başbakan İnönü’nün 1935 Şark (Kürt) Raporu, gerekse Jandarma Umum
Komutanlığı’nın hazırladığı raporlarda, aşiretlerin devletle ilişkilerinin
bütün detayları tespit ve analiz edilmektedir. Tabi bu raporlarda özellikle
Şükrü Kaya ve İsmet İnönü’nün aşiret liderleriyle görüşmelerinden çıkardıkları
sonuçlar oldukça önemlidir. Şükrü Kaya görüştüğü aşiret liderlerinin hepsinin
“muti”(itaatkar) olduğunu belirtmektedir. Keza İnönü de benzer bir sonuca
varmanın yanı sıra “ sayıları çok olmamakla birlikte 5-6 aşiretin Cumhuriyetin
imar ve iskan programına karşı” olduklarını rapor etmektedir. Tüm bu süreçleri
bütünlüklü anlayabilmek için, bu aşiretlerin kimler olduğuna , nerede ve nasıl
yaşadıklarına, hangi nedenlerle devletin “imar ve iskan programına karşı”
çıktıklarına, keza bu “imar ve iskan” denilen şeyin ne olduğuna da ayrıca
bakmakta yarar var.
Elbette
sayıları az olmakla birlikte Dersimin bazı aşiretleri çok farklı nedenlerle
Osmanlıyı olduğu gibi Cumhuriyeti de benimsemediler. Tabi ki devlet bunu bir
“asayiş sorunu” olarak değişik yöntemlerle çözebilirdi. Oysa bu durumu oradaki
etnik ve inanç kimliklerine yönelik yapacağı katliamın gerekçesi olarak
kullanmayı tercih etti. Ne yazık ki buna karşı genel bir direniş organize
edilemedi, isteseler de edemezlerdi; zira Dersimliler’in büyük kısmı
silahlarını 1936 yılında teslim etmişlerdi. Direnen aşiretler oldu elbet.
Evlerini, yurtlarını, yaşam tarzlarını, inançlarını, koruma güdüsüyle
direndiler. Bu anlamda elbette bir direnişten söz edilebilir. Bu haklı ve meşru
bir direnişti. Ancak son derece güçsüz ve lokaldi.
‘İSYANCI’LAR
NEDEN SİLAHLARINI TESLİM ETTİ?
Cumhuriyet
Devleti 1936 yılında Dersim de silah toplama kararı aldı. İnönü’nün sözünü
ettiği beş- altı aşiret dışında neredeyse bütün Dersimliler silahlarını teslim
ettiler. JUK (Jandarma Umum Komutanlığı)’un raporuna göre Dersim Aşiretleri’nin
elinde toplam 9.070 adet silah bulunmaktaydı. Aynı rapora göre teslim edilen
silah sayısı: 7.880 adettir. (N. Hakkı Uluğ, Tunceli Medeniyete Açılıyor).
(Yani 1190 silah teslim edilmemiş) Burada şu soru sorulabilir; Silahını teslim
etmeyen aşiretler hangileriydi ve neden teslim etmediler? Görüldüğü kadarıyla
bu aşiretler daha çok Harçik suyunun kuzeyinde, Munzur suyunun kuzey doğusunda
olan ve “iç Dersim” sonraki zamanlarda da “yasak mıntıka” olarak adlandırılan
bölgede yaşayan ve Başbakan İnönü’ün sözünü ettiği “ 5-6 aşiret”dir. Bu
mıntıkanın coğrafi, ekonomik ve sosyal yapısı incelendiğinde o koşullarda
neredeyse tek “geçim aracı”nın silah olduğu görülecektir. Dolayısıyla ekonomik
ve sosyal nedenlerle silahını teslim etmedikleri ve genel bir katliam harekatı
olduğunda da buna karşı direndikleri söylenebilir.
DEVLET
DERSİM’E NEDEN GİREMİYOR?
“Devlet
tarih boyunca Dersim’e giremedi”mi? Bu son derece tartışmalı bir konudur.
Birincisi; bundan ne anlaşılmaktadır?
İkincisi;
Osmanlı devletinin idari yapısıyla Cumhuriyet devletinin idari yapısı bir ve
aynı mıdır? Özellikle Osmanlı devletinin idari yapısı incelenmeden bunun
yeterince anlaşılamayacağı kanısındayım. Devletin girmesi veya girememesinden
ne anlıyoruz? 16.yüzyıldan itibaren ele alırsak, Osmanlı ile en sorunlu
dönemlerde bile “Sancak Beyliğı” üzerinden, doğrudan veya dolaylı bir idari
sistemin içinde olduğu gibi, bu bölgenin değişik dönemlerde değişik idari merkezlere
bağlı olduğunu görüyoruz. Söz gelimi Prof. Dr. Mehmet Ali ÜNAL’ın “16.
yüzyılda Çemişgezek Sancağı” adlı çalışması son derece önemli bir belgedir. Bu
belgeler, Osmanlı Devleti’nin Dersim coğrafyasında esas olarak var olduğunu
gösteriyor.
Keza Cumhuriyet
Devleti’nin 1938’e kadar Dersim’e giremediği algısı da tamamen yanlıştır. 1925
yılı sonrasında da Kaymakamlıklar üzerinden Elazığ’a bağlanan Pertek,
Çemişgezek, Mazgirt, Hozat, Nazimiye ve Erzincan’a bağlı olan Pülümür’de de
devletin idari yapısı mevcuttur.
Ayrıca;
Türkiye de 1927 yılında yapılan ilk nüfus sayımında DİE raporlarına göre hemen
tüm köylere dair detaylı nüfus bilgilerinin mevcut olduğu da görülmektedir.
1935 yılında yapılan genel nüfus sayımında da aynı ayrıntıları görmek mümkündür. Genel nüfus bilgilerini bir yana bırakalım Dersimde ki “sakatlar” hakkında bile çok net bilgiler toplayacak kadar Dersim’de olan
1935 yılında yapılan genel nüfus sayımında da aynı ayrıntıları görmek mümkündür. Genel nüfus bilgilerini bir yana bırakalım Dersimde ki “sakatlar” hakkında bile çok net bilgiler toplayacak kadar Dersim’de olan
Devlet,
nasıl oluyor da “Dersim’e giremiyor”du?
Çarpıcı bir
bilgi aktarmak isterim: 1936 yılında Dersim’de “sakat” nüfus: 350 ‘kör,’ 240
kolu ‘çolak,’ 26 iki kolu ‘çolak,’ 334 bir ayağı ‘topal,’ 85 iki ayağı
‘topal,’131 sağır ve dilsiz, 36 ‘kambur,’ 40 ‘kötürüm,’ 79 müteaddit ‘sakat,’
31 sair ‘sakat.’
Dersim de
‘sağlam’ nüfusun toplamı: 91.807 kişidir. (Ö. Kemal Ağar. Tunceli Dersim Coğrafyası)
“Dersimliler
vergi vermedi” mi?
Elbette
vermeyenler vardı. Peki neden? Yokluk yoksulluk nedeniyle mi yoksa “ ben seni
tanımıyorum vergi vermeyeceğim” diye mi? Son derece zayıf bir ekonomik güce
sahip olan bazı aşiret mensupları geçimini sağlamak için çoğu zaman komşu il,
ilçe ve köylere “talan”a gider oradan getirdikleriyle yaşamını sürdürürlerdi.
Bazı bölgeler için bir “talan ekonomisi” olduğu da söylenebilir. Bu gerçeklik
içinde nasıl vergi verilebilir ki? Kaldı ki sırf vergi vermedi diye bir toplumu,
bir kültürü hedef tahtasına koymak ve soykırıma tabi tutmak nasıl meşru ve
haklı görülebilir? Aynı dönemde ülkenin başka bölgelerinde vergi vermediler
diye katliama uğratılan başka bir topluluk var mıdır? Kaldı ki, Osmanlı tahrir
defterleri ( M.Ali Ünal Çemişgesek Sancağı) incelendiğinde vergi oranları
görülebilir. Keza Cumhuriyet döneminde de Dersimliler’in önemli oranda vergi
verdiklerini 1939 yılından itibaren CHP Tunceli Milletvekili olan C. Sahir
Sıla’dan öğreniyoruz. Sözgelimi; “1936-37 yıllarında Tunceli’de belirlenen
vergi ile tahsil edilen vergi rakamları birbirine yakındır. Bu rakamlar 1940’lı
yıllar da devlet otoritesinin sağlandığı dönemlerle neredeyse aynıdır.” (C.
Sahir Sıla. CHP milletvekili. Dersim Raporu)
“Dersimliler okullara karşı” mı çıktılar?
Bu da resmi
tarih yalanlarından biridir. Varsayalım ki okula karşı çıktılar. Peki bu bir
toplumu yok etmek için gerekçe yapılabilir mi? Kaldı ki, İzzetin Çalışlar;
“Osmanlı döneminde 1891 yılında Dersim’de 170 talebeli 6 medrese ve 750 talebeli
9 ilk mektep…” olduğunu yazmaktadır.
‘TÜRK VATANI
İÇİNDE BULUNANLARI TÜRK YAPMAK…’
Cumhuriyet
döneminde ise; “1935 de Tunceli ili kurulduğu zaman, il genelinde 18 ilk mektep
vardır ve talebe sayısı 1.412’dir.
1936 yılından itibaren köylerde bile okullar vardır. Nazimiye, Mazgirt,
Türüşmek, Dervişcemal, İncik, Şahsik, Türktanır ve Ovacık’da toplam 8 okul
bulunmaktadır ve bu okullarda küçümsenmeyecek oranda kız öğrenciler vardır.” (
İzzettin Çalışlar, Dersim Raporu.)
“Dersimliler
askere gitmedi” mi?
Resmi tarih
yalanlarından biri de bu konudadır. Osmanlı dönemini bir yana bırakarak yine C.
Sahir Sıla’nın konu hakkındaki raporundan aktaralım: “ 930 ve 931 sene zarfında
Dersimliler’den askere gidenlerin ve bakaya kalanların adedi:” dedikten sonra
Mazgirt, Hozat, Nazimiye, Ovacık ilçelerinden toplam 605 kişinin askere
gittiğini, 257 kişinin de “bakaya” kaldığını yazıyor. Ve devamında şöyle bir
belirleme yapıyor. “Bu nispet Dersimliler’i vatani vazifelerine alıştırmak için
bir asırdan beri başlayan gayretin ve mesainin ancak Cumhuriyet dönemine nasip
olduğunu gösterir bir neticedir.” ( C. Sahir Sıla, D. Anadolu’da Top. Müh.
Dersim-Sason 1934-1946, sf: 80-81)
Bu rapor,
Dersim’de Cumhuriyet döneminde askerlik sorununun esas olarak çözüldüğünü ve
“asker vermediler” tezinin de doğru olmadığını gösteriyor. Bu anlattıklarımız
Cumhuriyet Devleti’nin, dolayısıyla resmi tarihçilerin Tertele soykırımı meşru
göstermek için geliştirdiği, “Dersim isyanı” tezinin başlıca gerekçeleridir.
Oysa açığa çıkan belgeler, sözlü tarih çalışmaları, belgesel filmler, kitaplar,
makaleler “isyan” tezinin tamamen dayanaksız ve yanlış olduğunu açığa çıkarmış
durumdadır.
O halde bu
katliam, soykırım neden yapıldı?
Bu soruya
doğru yanıt verebilmek için öncelikle; Cumhuriyet Devleti’nin kuruluş felsefesi
olan ırka dayalı ulus devlet anlayışının “siyaset belgesi” niteliğindeki “Şark
Islahat Planı”na (1925) bakmamızda yarar var. Bu planın özü ve özetini dönemin
Başbakanı İsmet İnönü şöyle formüle etmiştir:
“Vazifemiz,
Türk vatanı içinde bulunanları mutlaka Türk yapmaktır. Türklüğe ve Türkçülüğe
muhalefet edecek unsurları kesip atacağız. Vatana hizmet edeceklerde
arayacağımız nitelikler her şeyden evvel o adamın Türk ve Türkçü olmasıdır.” (
Başbakan İsmet İnönü, 1925)
Evet, Türk
ırkına (Türk) ve Sünni İslam (Hanefi) inancına tabi olmayan “ unsurları kesip
atacağız” diyen devletin başta Kürdistan olmak üzere, Anadolu’da, Dersim’de
Kızılbaş, Kürt, Zaza, Ermeni, Rum, Süryani vb. unsurları kesip atması için
kimsenin isyan etmesine gerek var mı?
Diğer önemli
bir nokta ise şudur: Kanımca “Dersim meselesi” sadece bir Cumhuriyet dönemi
dolayısıyla uluslaşma sürecinin meselesi değildir. Esas olarak Osmanlı dönemi,
dolayısıyla bir İslam ve İslamlaştırma meselesidir…
Şunu da
belirtmek isterim; Elbette ezilen her ulusun, her inancın ve ezilen her sınıfın
baskıya ve zulme karşı isyan etme hakkı vardır; baskının ve zulmün olduğu yerde
isyan etmek meşrudur. Dolayısıyla isyan etse bile yapılan katliam, soykırım
meşru görülemez, gösterilemez!
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder