Fetullah’ın
Dedeleri
Sürgün
Kaderleri Kovulmak
Bitlis
Ermiş Dedeler
Katranı Kaynatsan Olur mu Şeker
İnsan Sevgisi
Tüyme Refleksi Dedelerden Geliyor
Sürgün
Kaderleri Kovulmak
Bitlis
Ermiş Dedeler
Katranı Kaynatsan Olur mu Şeker
İnsan Sevgisi
Tüyme Refleksi Dedelerden Geliyor
Fetullah’ın
Dedeleri
Fetullah
Gülen, dedelerinin, babasının, annesinin ve akrabalarının “Seyyid” olduğunu
yani peygamber soyundan geldiklerini anlatıyordu. İş; belgeye, şecereye
dayandığında ise her zamanki kıvraklığıyla şecerenin kaybolduğunu söylüyordu.
Gülen, dedelerine ise bir ermiş bir evliya havası veriyor, onlarda olmayan özellikleriyle övünüyordu.
Gülen, “Küçük Dünyam” adlı kitabında ailesinin iki taraftan da “Seyyid” olup olmadığı yani peygamber soyundan gelip gelmediği şeklindeki çanak soruyu şöyle cevaplıyordu:
“Olabilir, öyle diyorlar. Ancak bu mevzu bizim aile içinde ne annem ne babam tarafından konuşulmazdı. Ben annemden iki defa böyle bir mecburiyetten bahis duydum. Her ikisi de şecerenin kaybolduğundan bahsederken oldu…”
Fetullah burada tam bir şark kurnazlığı sergiliyor, elinde Seyyid olduklarına dair hiçbir belge olmamasına rağmen yıllar önce ölmüş olan anne ve babasının ağzından Seyyid oldukları masalını anlatıyordu. İnsanları etkilemek için “Peygamber soyundan gelen biriyim” mesajını veriyordu.
Gülen, 1995 yılında yayınlanan Küçük Dünyam adlı kitabındaki açıklamalarını unutmuş olacak ki, Nevval Sevindi’nin 1997 basımı “Fetullah Gülen ile New York Sohbeti” adlı kitabının 23. Sayfasında karşımıza bu sefer “Seyyid” olarak değil, “Şerif” olarak çıkıyordu.
Oysa;
Dini konularda en küçük eğitimi olan şunu bilir ki; Soy olarak Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin’e dolayısıyla Hz. Muhammed’e (sav) dayanan kişilere Seyyid, Hz. Muhammed’in kızı Hz. Fatma’nın ölümünden sonra çok sayıda evlilik yapan Hz. Ali’nin bu eşlerinden doğan çocukların nesebinden gelenlere de “Şerif denmektedir.
Şecerenin kayıp olduğundan bahseden Fetullah Gülen, “Küçük Dünyam” adlı kitabında anasının ve akrabalarının ağzından Seyyidlik iddiasında bulunmasından sonra, “Fetullah Gülen ile New York Sohbeti” adlı kitapta da bu kere Nevval Sevindi’nin kaleminden soyunu bir yandan Selahattin Eyyübi’ye, diğer yandan Hz. Ali’ye bağlıyordu. Yani başka bir deyişle Seyyid’likten Şerifliğe yatay geçiş yapıyordu. Burada, Kürtçülük propagandası yapanların da Eyyübi hakkındaki değerlendirmelerinin önemle göz önünde bulundurulması yararlı olacaktır.
Akşam Gazetesi’nden Nazlı Ilıcak, Fetullah Gülen ile ilgili yazı dizisi hazırlıyor, 15 Mart 1988 tarihli bölümün manşeti “Peygamber soyundan gelen aile” oluyordu.
Fetullah, “Ehli Beyt” adlı konferansta yaptığı konuşmasında çıtayı biraz daha yükselterek; Kürt Said olarak bilinen Ermeni Said’in de, hocalarından Alvar İmamı’nın da “Seyyid” olduğunu yani Peygamber soyundan geldiklerini iddia edebiliyordu.
Gerçi, Peygamber soyundan gelmek hiç kimseye bir ayrıcalık getirmiyordu.
Bilindiği gibi Kur’an’da en çok lanetlenen kişi Ebu Leheb’tir ki, o da Hz. Muhammed’in amcası oluyordu.
Gülen, dedelerine ise bir ermiş bir evliya havası veriyor, onlarda olmayan özellikleriyle övünüyordu.
Gülen, “Küçük Dünyam” adlı kitabında ailesinin iki taraftan da “Seyyid” olup olmadığı yani peygamber soyundan gelip gelmediği şeklindeki çanak soruyu şöyle cevaplıyordu:
“Olabilir, öyle diyorlar. Ancak bu mevzu bizim aile içinde ne annem ne babam tarafından konuşulmazdı. Ben annemden iki defa böyle bir mecburiyetten bahis duydum. Her ikisi de şecerenin kaybolduğundan bahsederken oldu…”
Fetullah burada tam bir şark kurnazlığı sergiliyor, elinde Seyyid olduklarına dair hiçbir belge olmamasına rağmen yıllar önce ölmüş olan anne ve babasının ağzından Seyyid oldukları masalını anlatıyordu. İnsanları etkilemek için “Peygamber soyundan gelen biriyim” mesajını veriyordu.
Gülen, 1995 yılında yayınlanan Küçük Dünyam adlı kitabındaki açıklamalarını unutmuş olacak ki, Nevval Sevindi’nin 1997 basımı “Fetullah Gülen ile New York Sohbeti” adlı kitabının 23. Sayfasında karşımıza bu sefer “Seyyid” olarak değil, “Şerif” olarak çıkıyordu.
Oysa;
Dini konularda en küçük eğitimi olan şunu bilir ki; Soy olarak Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin’e dolayısıyla Hz. Muhammed’e (sav) dayanan kişilere Seyyid, Hz. Muhammed’in kızı Hz. Fatma’nın ölümünden sonra çok sayıda evlilik yapan Hz. Ali’nin bu eşlerinden doğan çocukların nesebinden gelenlere de “Şerif denmektedir.
Şecerenin kayıp olduğundan bahseden Fetullah Gülen, “Küçük Dünyam” adlı kitabında anasının ve akrabalarının ağzından Seyyidlik iddiasında bulunmasından sonra, “Fetullah Gülen ile New York Sohbeti” adlı kitapta da bu kere Nevval Sevindi’nin kaleminden soyunu bir yandan Selahattin Eyyübi’ye, diğer yandan Hz. Ali’ye bağlıyordu. Yani başka bir deyişle Seyyid’likten Şerifliğe yatay geçiş yapıyordu. Burada, Kürtçülük propagandası yapanların da Eyyübi hakkındaki değerlendirmelerinin önemle göz önünde bulundurulması yararlı olacaktır.
Akşam Gazetesi’nden Nazlı Ilıcak, Fetullah Gülen ile ilgili yazı dizisi hazırlıyor, 15 Mart 1988 tarihli bölümün manşeti “Peygamber soyundan gelen aile” oluyordu.
Fetullah, “Ehli Beyt” adlı konferansta yaptığı konuşmasında çıtayı biraz daha yükselterek; Kürt Said olarak bilinen Ermeni Said’in de, hocalarından Alvar İmamı’nın da “Seyyid” olduğunu yani Peygamber soyundan geldiklerini iddia edebiliyordu.
Gerçi, Peygamber soyundan gelmek hiç kimseye bir ayrıcalık getirmiyordu.
Bilindiği gibi Kur’an’da en çok lanetlenen kişi Ebu Leheb’tir ki, o da Hz. Muhammed’in amcası oluyordu.
Sürgün
Fetullah
Gülen, dedelerinin Ahlat’tan namus meselesi yüzünden sürüldüğünü belirterek
şunları anlatıyordu:
“Bizim sülale bir namus meselesi yüzünden karşı tarafla silahlı çatışmaya girer. Halil dedemin kız kardeşi kaçırılmıştır. Vuruşma esnasında karşı taraftan biri ölür. Ve devlet meseleye el kor. Halil Dedem çok suçlu görülmez ki, sadece sürgün edilir. Önce Hasankale’ye sonra da Korucuk Köyü’ne yerleşir.
Halil Dedem hep Ahlat’a geri dönme düşüncesiyle yaşamıştır. Onun içindir ki, Ahlat’taki mal varlığına dokunmamış, sadece taşınabilir mallarıyla bu sürgün edildiği Hasankale’ye oradan da Korucuk’a gelmiştir. Ancak hiçbirine bir daha Ahlat’a dönmek nasip olmayacaktır.
Halil Dedem’in çocukları buradaki gayrimenkulleri 80 bin altına satarlar ve aralarında paylaşırlar…”
Fetullah’ın anlattıklarına göre ortada bir cinayet söz konusudur. Ama devlet cinayete rağmen Halil Dedesini içeri alıp, adalete teslim etmek yerine serbestçe Ahlat’ı terk etmesine göz yumuyor ve onlar da Korucuk Köyü’ne yerleşiyorlardı.
Fetullah’ın anlatımlarından açıkça görüleceği üzere, ne Halil dedesini ne de oğullarını bir daha takip eden, taciz eden ve işledikleri cinayetin hesabını soran olmuyordu.
Gülenin; “Gayrimenkullerini 80 bin altına sattılar, iki kardeş babalarından kalan mirası pay ederken altınları tas tas paylaştılar…” şeklindeki sözleri, insanın aklına ister istemez bazı soruları getiriyordu.
Acaba 80 bin altın gibi o devir için çok yüksek olan bu meblağı kim buldu da verdi? Kan davasına sebep olabilecek bir konuyla yerinden yurdundan ayrılmak zorunda kalan bir ailenin taşınmazlarına talip olmaya, hem de 80 bin altın gibi oldukça yüksek bir bedel ödeyerek almaya cesaret eden veya edenler kimlerdi?
Gerçekten Halil Dedesi Ahlat’tan hangi sebeplerden dolayı ayrılmak zorunda kaldı?
Cinayet mi?
Yoksa başka bir sebep mi?
Gülen’in anlatımlarında bu soruların cevapları açık bir şekilde verilmiyordu.
“Bizim sülale bir namus meselesi yüzünden karşı tarafla silahlı çatışmaya girer. Halil dedemin kız kardeşi kaçırılmıştır. Vuruşma esnasında karşı taraftan biri ölür. Ve devlet meseleye el kor. Halil Dedem çok suçlu görülmez ki, sadece sürgün edilir. Önce Hasankale’ye sonra da Korucuk Köyü’ne yerleşir.
Halil Dedem hep Ahlat’a geri dönme düşüncesiyle yaşamıştır. Onun içindir ki, Ahlat’taki mal varlığına dokunmamış, sadece taşınabilir mallarıyla bu sürgün edildiği Hasankale’ye oradan da Korucuk’a gelmiştir. Ancak hiçbirine bir daha Ahlat’a dönmek nasip olmayacaktır.
Halil Dedem’in çocukları buradaki gayrimenkulleri 80 bin altına satarlar ve aralarında paylaşırlar…”
Fetullah’ın anlattıklarına göre ortada bir cinayet söz konusudur. Ama devlet cinayete rağmen Halil Dedesini içeri alıp, adalete teslim etmek yerine serbestçe Ahlat’ı terk etmesine göz yumuyor ve onlar da Korucuk Köyü’ne yerleşiyorlardı.
Fetullah’ın anlatımlarından açıkça görüleceği üzere, ne Halil dedesini ne de oğullarını bir daha takip eden, taciz eden ve işledikleri cinayetin hesabını soran olmuyordu.
Gülenin; “Gayrimenkullerini 80 bin altına sattılar, iki kardeş babalarından kalan mirası pay ederken altınları tas tas paylaştılar…” şeklindeki sözleri, insanın aklına ister istemez bazı soruları getiriyordu.
Acaba 80 bin altın gibi o devir için çok yüksek olan bu meblağı kim buldu da verdi? Kan davasına sebep olabilecek bir konuyla yerinden yurdundan ayrılmak zorunda kalan bir ailenin taşınmazlarına talip olmaya, hem de 80 bin altın gibi oldukça yüksek bir bedel ödeyerek almaya cesaret eden veya edenler kimlerdi?
Gerçekten Halil Dedesi Ahlat’tan hangi sebeplerden dolayı ayrılmak zorunda kaldı?
Cinayet mi?
Yoksa başka bir sebep mi?
Gülen’in anlatımlarında bu soruların cevapları açık bir şekilde verilmiyordu.
Kaderleri
Kovulmak
Fetullah’ın
dedeleri Bitlis’ten kovulurken babası da İmamlık yaptığı Alvar Köyü’nü terk
etmek zorunda kalıyordu. Bu kovulma olayını Fetullah’ın anlatımlarından oluşan
“Küçük Dünyam” adlı kitaptan izleyelim:
“Alvar İmamı’nın hatıralarıyla süslü o belde’den babamın ayrılışı benim çok ağırıma gitti. Babam bir kere imam olmuştu. Yeniden Alvar’dan ayrılıp köye dönmesi, rençberlikle uğraşması uygun olmazdı. Mecburen Artuzu adlı küçük bir köye gitti ve orada imamlık yaptı. Daha sonra da Erzurum’a yerleşti.”
“Babamın irdelenmesini, yadırganmasını, hazmedilememesini içimden atamadım…“
Bilindiği gibi ülkemizde ve özellikle Doğu illerimizde imamlar en saygın kişiler arasında yer alır. Bir imam; İmamlık yaptığı bir köyden niçin ayrılmak ve İmamlığı bırakmak zorunda kalır?
Takdir edilir ki, bir imamın imamlık görevini yerine getirdiği bir yerden, mesela bir köyden ayrılma durumunda kalması belki de kovulması, ülkemizde var olan imam-cemaat ilişkisi bakımından hiç de olağan bir durum değildir.
Böyle olmasına rağmen, nedendir bilinmez Fetullah Gülen babasının Alvar köyünden ayrılması ile ilgili “Küçük Dünyam” adlı kitabında hiç bir açıklamada bulunmuyordu.
Oysa bu durum son derece ciddi ve mutlaka aydınlatılması gereken bir konuydu. Fetullah Gülen’in bu konudaki suskunluğu akla; neleri ve niçin gizlediği sorusunu getiriyordu.
Çünkü bir imam, imamlık yaptığı bir şehirden, beldeden veya köyden kendi isteği dışında;
İmamlığa ehliyetli olmamasından, ahlaki yönden bozuk olmasından, mevcut rejime açık muhalefetinden,
Ermeni kökenli olup, Ermeni ihanet çetelerine yardım ve yataklığından, bulunduğu yerde oldukça büyük bir huzursuzluğa neden olmasından,
Ya da;
O kisve altında başka bir dini ya da sapık bir cereyanı empoze etmeye çalışmak gibi davranışlardan biri veya birkaçını sergilemek eylemlerinden dolayı ayrılmak ve kovulmak durumunda kalabilir.
Fetullah Gülen’in bu konuda hiçbir açıklamada bulunamaması son derece garip görünüyordu. Evet, Fetullah Gülen babasının Alvar Köyü’nden ayrılmak zorunda kalışı ile ilgili olarak sadece;
“Babamın irdelenmesini, yadırganmasını, hazmedilememesini, içimden atamadım” şeklinde son derece yoruma açık ifadeler kullanmakla, bu muğlâk ifadelerde yer alan “İrdelenme”, “Yadırganma”, “Hazmedilememe”, kelimeleriyle neyi anlatmak istediği anlaşılamamakta, babasının Alvar Köyü’nden uzaklaştırılması olayı esrarını korumaktadır.
Esrarını koruyan sadece bu olay mı? Tabii ki hayır!..
Ne ilginçtir ki, Fetullah Gülen’in Sadi Efendi ile de arası bozuktur.
Peki Sadi Efendi kimdir?..
Sadi Efendi, Fetullah Gülen’in adından çok sık bahsettiği ve bir bakıma, kendisini açıklama ve lanse etmede adeta referans olarak kullandığı ve “Küçük Dünyam” adlı kitabının yazılışından çok önceleri ölmüş olan Alvar İmamı’nın torunuydu.
Kitaptaki açıklamalara göre, o sırada bu Sadi Efendi, Erzurum’un Kurşunlu Camii’ne bağlı kurslarda talebe okutuyor, Fetullah da Sadi Efendi’nin öğrencileri arasında yer alıyordu.
Fetullah Gülen, kendisini yalanlama ya da tasdik etme durumunda olamayacak, yani yıllar önce ölmüş bulunan “Alvar İmamı” namlı insanı kendisine referans olarak gösterirken, gene ne gariptir ki, onun torunu olan Sadi Efendi’nin hocalık yaptığı kurstan ayrılmak zorunda kalışını itiraf ederek her zamanki gibi bir sözüyle, diğer bir sözünü çürütüyor, kendi kendisiyle çelişerek yine kendi kendinin Brütüs’ü olma yolunda emin adımlarla yürüyordu:
“Sadi Efendi ile aramızda bir huzursuzluk oldu ve Medrese’den ayrılmak zorunda kaldım.”
Fetullah Gülen, Sadi Efendi ile arasında geçen ve onu oradan, ayrılmak zorunda bırakan sebepleri açıklayamıyordu.
Oysa;
Fetullah’ın söylemi ile bir Medrese talebesinin Medrese’den ayrılmak zorunda kalması, önemle irdelenmesi gereken bir konuydu. Üstelik Fetullah Gülen, Alvar İmamı’nın sevdiği, hem de çok sevdiği talebesi değil miydi? Gülen, “Küçük Dünyam” adlı kitabında böyle demiyor muydu?..
Gülen’in bu anlatımları doğruysa, İmam’ın torunu tarafından niçin Medrese’den kovuluyordu?
Atılma işi bu kadarla da bitmiyor, kovulma olayındaki esrar, gittikçe esrarengizleşen bir çehreye bürünüyordu. Fetullah Gülen, Sadi Efendi’nin Medresesinden atıldığı gibi, Cemal Efendi’nin Taş Mescidinden de kovuluyordu. Fetullah Gülen bu vahim olayı da şöyle anlatıyordu:
“Taş mescide gittim. Oranın İmamı da Cemal Efendi. Bu zat aynı zamanda Seyfettin Efendi’nin ikinci bacanağı. Benim Medrese’ye girip çıktığımı görünce, orada kalanlara; ‘Bu Ramiz’in oğlu buraya niçin girip çıkıyor? Sakın onu Medreseye almayın’ demiş. Oradan da ayrılmak zorundaydım.”
Dikkat edileceği üzere, Taş Mescid İmamı’nın yani Cemal Efendi’nin daha açık bir deyişle Alvar İmamı’nın oğlunun kullandığı ifadelerde, son derece ilginç bilgiler ve pek çok soru işareti doğuran ifadeler bulunuyordu:
“Bu Ramiz’in oğlu, buraya niçin gir ip çıkıyor, sakın onu Medrese’ye almayın.”
Alvar İmamı’nın oğlu, açık ve net bir şekilde Fetullah’ı “kovun” diyordu.
Fetullah Gülen ve babası Ramiz’e karşı adeta kine dönüşmüş bu sır dolu tavrın ardındaki nedenler neydi?
Niçin bu insanlar yüzyıllardan beri süre gelen konuksever özelliklerini bunların karşısında kaybetmişlerdi. Bu durumu aydınlatması gereken Fetullah Gülen, her ne hikmetse bu konuya ışık tutan hiç bir açıklamada bulunmuyor, bulunamıyordu.
“Alvar İmamı’nın hatıralarıyla süslü o belde’den babamın ayrılışı benim çok ağırıma gitti. Babam bir kere imam olmuştu. Yeniden Alvar’dan ayrılıp köye dönmesi, rençberlikle uğraşması uygun olmazdı. Mecburen Artuzu adlı küçük bir köye gitti ve orada imamlık yaptı. Daha sonra da Erzurum’a yerleşti.”
“Babamın irdelenmesini, yadırganmasını, hazmedilememesini içimden atamadım…“
Bilindiği gibi ülkemizde ve özellikle Doğu illerimizde imamlar en saygın kişiler arasında yer alır. Bir imam; İmamlık yaptığı bir köyden niçin ayrılmak ve İmamlığı bırakmak zorunda kalır?
Takdir edilir ki, bir imamın imamlık görevini yerine getirdiği bir yerden, mesela bir köyden ayrılma durumunda kalması belki de kovulması, ülkemizde var olan imam-cemaat ilişkisi bakımından hiç de olağan bir durum değildir.
Böyle olmasına rağmen, nedendir bilinmez Fetullah Gülen babasının Alvar köyünden ayrılması ile ilgili “Küçük Dünyam” adlı kitabında hiç bir açıklamada bulunmuyordu.
Oysa bu durum son derece ciddi ve mutlaka aydınlatılması gereken bir konuydu. Fetullah Gülen’in bu konudaki suskunluğu akla; neleri ve niçin gizlediği sorusunu getiriyordu.
Çünkü bir imam, imamlık yaptığı bir şehirden, beldeden veya köyden kendi isteği dışında;
İmamlığa ehliyetli olmamasından, ahlaki yönden bozuk olmasından, mevcut rejime açık muhalefetinden,
Ermeni kökenli olup, Ermeni ihanet çetelerine yardım ve yataklığından, bulunduğu yerde oldukça büyük bir huzursuzluğa neden olmasından,
Ya da;
O kisve altında başka bir dini ya da sapık bir cereyanı empoze etmeye çalışmak gibi davranışlardan biri veya birkaçını sergilemek eylemlerinden dolayı ayrılmak ve kovulmak durumunda kalabilir.
Fetullah Gülen’in bu konuda hiçbir açıklamada bulunamaması son derece garip görünüyordu. Evet, Fetullah Gülen babasının Alvar Köyü’nden ayrılmak zorunda kalışı ile ilgili olarak sadece;
“Babamın irdelenmesini, yadırganmasını, hazmedilememesini, içimden atamadım” şeklinde son derece yoruma açık ifadeler kullanmakla, bu muğlâk ifadelerde yer alan “İrdelenme”, “Yadırganma”, “Hazmedilememe”, kelimeleriyle neyi anlatmak istediği anlaşılamamakta, babasının Alvar Köyü’nden uzaklaştırılması olayı esrarını korumaktadır.
Esrarını koruyan sadece bu olay mı? Tabii ki hayır!..
Ne ilginçtir ki, Fetullah Gülen’in Sadi Efendi ile de arası bozuktur.
Peki Sadi Efendi kimdir?..
Sadi Efendi, Fetullah Gülen’in adından çok sık bahsettiği ve bir bakıma, kendisini açıklama ve lanse etmede adeta referans olarak kullandığı ve “Küçük Dünyam” adlı kitabının yazılışından çok önceleri ölmüş olan Alvar İmamı’nın torunuydu.
Kitaptaki açıklamalara göre, o sırada bu Sadi Efendi, Erzurum’un Kurşunlu Camii’ne bağlı kurslarda talebe okutuyor, Fetullah da Sadi Efendi’nin öğrencileri arasında yer alıyordu.
Fetullah Gülen, kendisini yalanlama ya da tasdik etme durumunda olamayacak, yani yıllar önce ölmüş bulunan “Alvar İmamı” namlı insanı kendisine referans olarak gösterirken, gene ne gariptir ki, onun torunu olan Sadi Efendi’nin hocalık yaptığı kurstan ayrılmak zorunda kalışını itiraf ederek her zamanki gibi bir sözüyle, diğer bir sözünü çürütüyor, kendi kendisiyle çelişerek yine kendi kendinin Brütüs’ü olma yolunda emin adımlarla yürüyordu:
“Sadi Efendi ile aramızda bir huzursuzluk oldu ve Medrese’den ayrılmak zorunda kaldım.”
Fetullah Gülen, Sadi Efendi ile arasında geçen ve onu oradan, ayrılmak zorunda bırakan sebepleri açıklayamıyordu.
Oysa;
Fetullah’ın söylemi ile bir Medrese talebesinin Medrese’den ayrılmak zorunda kalması, önemle irdelenmesi gereken bir konuydu. Üstelik Fetullah Gülen, Alvar İmamı’nın sevdiği, hem de çok sevdiği talebesi değil miydi? Gülen, “Küçük Dünyam” adlı kitabında böyle demiyor muydu?..
Gülen’in bu anlatımları doğruysa, İmam’ın torunu tarafından niçin Medrese’den kovuluyordu?
Atılma işi bu kadarla da bitmiyor, kovulma olayındaki esrar, gittikçe esrarengizleşen bir çehreye bürünüyordu. Fetullah Gülen, Sadi Efendi’nin Medresesinden atıldığı gibi, Cemal Efendi’nin Taş Mescidinden de kovuluyordu. Fetullah Gülen bu vahim olayı da şöyle anlatıyordu:
“Taş mescide gittim. Oranın İmamı da Cemal Efendi. Bu zat aynı zamanda Seyfettin Efendi’nin ikinci bacanağı. Benim Medrese’ye girip çıktığımı görünce, orada kalanlara; ‘Bu Ramiz’in oğlu buraya niçin girip çıkıyor? Sakın onu Medreseye almayın’ demiş. Oradan da ayrılmak zorundaydım.”
Dikkat edileceği üzere, Taş Mescid İmamı’nın yani Cemal Efendi’nin daha açık bir deyişle Alvar İmamı’nın oğlunun kullandığı ifadelerde, son derece ilginç bilgiler ve pek çok soru işareti doğuran ifadeler bulunuyordu:
“Bu Ramiz’in oğlu, buraya niçin gir ip çıkıyor, sakın onu Medrese’ye almayın.”
Alvar İmamı’nın oğlu, açık ve net bir şekilde Fetullah’ı “kovun” diyordu.
Fetullah Gülen ve babası Ramiz’e karşı adeta kine dönüşmüş bu sır dolu tavrın ardındaki nedenler neydi?
Niçin bu insanlar yüzyıllardan beri süre gelen konuksever özelliklerini bunların karşısında kaybetmişlerdi. Bu durumu aydınlatması gereken Fetullah Gülen, her ne hikmetse bu konuya ışık tutan hiç bir açıklamada bulunmuyor, bulunamıyordu.
Bitlis
Gülen’in
dedelerinin Bitlis-Ahlat’tan kovulmalarını, Ermeni Said’in Bitlis’ten başlayan
ihanetlerini daha iyi anlamak için öncelikle bu yöreyi incelemek gerekiyordu.
1878 yılında İl yapılan Bitlis, Erzurum ve Van’ı da kapsayan bir yöreydi. 1800’lü yıllardan itibaren Amerikalı misyonerlerin istilasına uğruyordu. Amerikalıları, İngiliz konsolosluk görevlileri ve misyonerleri takip ediyordu. 1891 yılında Bitlis’i ziyaret eden ve yaptıkları faaliyetleri anlatan Mrs. İsabella Bird Bishop, Bitlis’i şöyle tanıtıyordu:
“Bitlis, Osmanlıdaki kentler arasında en ham, en fanatik ve en çalkantılı olanlardan biridir.”
Osmanlı İmparatorluğu’nun başta Hıristiyan nüfusu olmak üzere tüm halkı bu bölgedeki misyoner faaliyetlerinin tek hedefi haline gelmişti.
Şerif Mardin, Amerikalıların maddi ve manevi desteği ile yazdığı “Bediüzzaman” adlı kitabında, misyonerlerin bölgeyi Hıristiyanlaştırmak, Osmanlıya isyana hazırlamak için zemin oluşturma çalışmalarını şöyle anlatıyordu:
“Katolik ve Protestan misyonerler arasındaki rekabet, bütün olup bitenleri çaresiz bir biçimde izlemekte olan Osmanlı devlet adamları açısından uzunca süredir önemli bir sorun oluşturmaktaydı.
Ermeni Protestan cemaati, 1850 yılından itibaren kanun önünde tüzel kişiliği ve dolayısıyla siyasi özerkliğe sahip bir birim olarak tanınmıştı. Yüzyılın sonlarında Bitlis’te 200 Protestan’ın bulunması, 1858 yılında kurulan Protestan misyonunun göreli başarısının bir göster gesi sayılabilir.
Bitlis’te Protestan Ermeniler, yaklaşık 400 kişilik bir cemaate sahip büyük bir Kiliseye, kız ve erkek çocuklar için gene büyük bir yatılı okula sahiptiler.
Amerikan misyonerleri ise, 50 yatılı 50 gündüzcü kız öğrencisi olan bir kız okulunu işletiyorlardı. Charlotte ve Mary Ely isimli bayanlar 1870 yılında ‘Kürdistan Mount Holyoke Kızlar Okulu’nu’ açmışlardı.
Bu okullar ağı, bu merkezden kalkarak, Bitlis’in çevre kasaba ve köylerine kadar uzanmaktaydı.”
Şerif Mardin, Osmanlı’daki Amerikalı misyonerlerin kışkırtmaları sonucunda Botan Emirliği Kürtlerinin, Tiyari ilçesini istila ederek 10 bin erkeği öldürdüklerini anlatıyordu.
Amerikalı misyonerler, kız okulunun ardından yine Bitlis’te aynı mahallede erkek okulu da açıyorlardı. 64 öğrenci ile eğitime başlayan okulun biri Amerikalı beş öğretmeni vardı. Amerikalıların açtıkları okulları inşa ettikleri yetimhane binaları takip ediyordu.
Amerikalı misyonerler okul ve yetimhane binaları yapmakla kalmıyor, Rahipler Mektebi ile Sanayi Mektebi de kurarak okul sayısını beşe çıkarıyorlardı. Okullarda Amerikalı ve Ermeni öğretmenler sözde azınlık çocuklarına dersler veriyorlardı.
Amerika, Bitlis başta olmak üzere Osmanlı topraklarında açtığı bu okullarla koskoca bir imparatorluğun parçalanmasında, yok olmasında başrol oynuyordu. Amerika, günümüzde ise aynı oyunu parçalamak istediği ülkelere Gülen cemaatine açtırdığı okullarla devam ediyordu!
115 ülkede var olduğu ile Gülen cemaati tarafından övgü ile açıklanan okulların katıldığı Türkçe olimpiyatları Haziran 2009’da düzenleniyor, bu olimpiyat görünümlü propaganda şenliklerine Tayyip ve zevcesi Emine’den Bülent Arınç’a kadar birçok isim katılıyor, gazetelere ve televizyonlara trilyonlarca liralık reklamlar veriliyordu. Yine şenliklerin reklam ile amacına ulaşması için su gibi paralar akıtılıyor, görkemli geceler düzenleniyordu.
Ancak;
Bu şenliklerin asıl aktörleri olan çocukların birer reklam aracı olduğu, çocukların geleceğinin bu insanları zerre kadar ilgilendirmediği, trilyonların su gibi harcandığı bir organizasyonda o küçücük bebelerin şenliklere yırtık ayakkabıları ile katıldıklarının fotoğraflarla belgelenmesiyle ortaya çıkıyordu.
Neyse biz yine dönelim Şerif Mardin’in ilk baskısı Amerikan State Universty of New York Eress tarafından desteklenen ve basılan “Bediüzzaman” adlı kitabında yer alan “Ermeni İhtilalci Faaliyet leri” adlı bölüme:
“Bölgede Ermenilerin ihtilalci faaliyetleri daha 1862 yılında başlamıştı. 1881 yılında Erzurum’da kurulan ‘Anayurdun Koruyucuları’ adlı gizli bir örgüt Osmanlılar tarafından açığa çıkarıldı. 1882 yılında Mıgırdıç Portugalyan Bitlis yöresinin en büyük merkezi olan Van’da Merkezi Lise’yi kurdu. Bu, Ermeni küstürürünün yeniden canlandırılması yolunda bir girişimdi.”
İlk Ermeni ihtilalci partisi de 1885 yılında Van’da Mığırdıç Portugalyan’ın öğrencileri tarafından kurulmuştu.
Ermeni isyancıları 1887 yılında Hınçak Partisini kuruyorlar, partinin lider kadrosu Anadolu’ya dağılıyor, sözde Ermenistan’ın siyasal ve ulusal bağımsızlığı için faaliyetlere başlıyorlardı. Ermeni Partisi, propaganda, kışkırtma ve terör yöntemleri konusunda kendisine Rusya’daki Varodnaya Volya gurubunu örnek alıyordu.
Hınçak örgütü, 1890 yılı Temmuz ayında İstanbul’da Kumkapı gösterisini düzenledi. ‘Milliyetçilik kötü, ümmetçilik iyi’ sloganı ile 1892 ve 1893 yıllarında birçok kentte bütün Müslümanlara hitap eden onları devlete karşı ayaklanmaya teşvik eden afişler yapıştırdı. 1890 yılında ise Tiflis’te Ermenilerin bağımsızlığı için çalışan ve yeni bir parti olan Daşnaksatyun kuruluyordu.
Yine takip eden yıllarda Kürt Said maskeli Ermeni Said, Tiflis’te sözde Kürdistan kurma hayallerini açıklıyordu. Ancak asıl niyeti Kürdistan değil Ermenistan’dı. Kürdistan, Büyük Ermenistan idealinin maskesiydi.
Kaldı ki;
Ülkemizde Fetullah’ın kutsadığı Hizbullahtan PKK’ya, El Kaide’den TİKKO’ya, TİKKO’dan İBDA-C’ye, İBDA-C’den DHKP’C’ye kadar hemen hemen bütün terör örgütü yöneticilerinin birçoğunun nüfus kütükleri incelendiğinde karşımıza çoğunlukla Ermeni, Rum ve Süryani kökenli teröristler çıkıyordu.
Ülkeyi yöneten insanların birçoğu da aynı soydan olduğu için vatan toprakları bu örgütler için cennet, ülkesini seven, bu topraklara sevda ile bağlı olan Ergenekon iftiraları ile Milliyetçilere, Ulusalcılara ise cehennem oluyordu.
Yine bu ülkede kripto Yahudi olmayan evliya bile olamıyordu.
Osmanlı yönetimi üzerinde büyük nüfuzları dikkatlerden kaçmayan, Büyük Biritanya, Fransa ve Rusya gibi Avrupalı güçler Osmanlı’yı yıkmak için her kesimle işbirliğine giriyorlardı.
Ermeni ihtilalci örgütleri ve Nakşi Kürtler, özellikle 1877-1878 Rus savaşı sırasında Rusya’da yaşamakta olan Ermeni Patriği Narses öncülüğünde Ermeni devleti kurmak fikirlerini hayata geçirmek için, Rusların safında eylemlerini arttırıyorlar, isyanlar çıkartıyorlar, katliamlar yapıyorlardı. Bütün bu ihanetlerinin sonucunda Osmanlı İmparatorluğu Kars, Ardahan ve Batum bölgelerini Ruslara bırakmak zorunda kalıyordu.
Protestan misyonerler yörede Nakşibendî Tarikatı’na bağlı Kürtler, Ermeniler ve diğer ayrılıkçı ihanet şebekeleriyle Osmanlı’yı içten içe yıkma faaliyetlerini sürdürüyorlardı.
Bitlis’e komşu olan Van bölgesinde bağımsız bir Ermenistan’ın oluşturulması, 1880’li ve 1890’lı yıllarda kurulan Hınçak ya da Taşnak gibi Ermeni komitacılarının ve onların işbirlikçilerinin nihai hedefi idi.
Büyük Britanya Devlet belgelerinde; o dönemde Bitlis ve Van’da görev yapan Van İngiliz konsolosu Albay Chemside Van’da, sözde Müslüman ve Kürtleri isyanlara kışkırtmak için El-Ehzer tarzı bir üniversite kurulmasını istiyordu. İngiliz Albay’dan sonra Ermeni Said de bu üniversite işini diline doluyor, Abdülhamit tarafından önce tımarhaneye ardından cezaevine gönderiliyordu.
Şerif Mardin, İngiliz Albay ile Ermeni Said’in paralel olan düşüncelerini şöyle açıklıyordu:
“Said-i Nursi’nin 1896 yılında, Van Gölü kıyılarında bir Medrese kurulması ve aşiret üyelerinin burada tam anlamıyla birer Osmanlı vatandaşı olacak şekilde eğitim görmeleri yolunda yaptığı öneri Albay Chemside’nin bu duyarlılığını yansıtır niteliktedir.”
Gelelim sürgün olayına; Amerikan Üniversitelerinin desteğinde “Bediüzzaman” adlı kitabı yazan Şerif Mardin, Bitlis ve Bitlis Bölgesi başlıklı kısımda Musa Bey adlı birinden bahsediyordu, izleyelim:
“Yerel düzenlemelerin Tanzimat tarafından bozulmasından önce, Ermeni köylüler göreli olarak varlıklı durumdaydılar; çünkü hamileri tarafından korunmaktaydılar. Mirlerin ortadan kalkmasından sonra Ermeniler yönetimin baş etmekte aciz kaldığı yerel aşiretlerden oluşan çetelerin ellerine düştüler.
Böylece ortaya Musa Bey gibi kötü ün sahibi bir takım eşkıyalar ortaya çıktı. Örneğin yol açtığı ve birçok tanığı olan yağma ve cinayet olaylarına rağmen, Osmanlı yönetiminin Musa Bey’e yaklaşımı ancak aşırı dikkat biçiminde olmuştur.”
Ermeni çetecilerin katliam ve yağmalarına, Ruslarla işbirliklerine, Amerikalı Protestanların yöre halkını Osmanlı’ya karşı kışkırtmalarına “dur” diyen Mardin’in deyimiyle Musa bey yörede bilinen unvanıyla Musa Ağa hakkında bir insafsız saldırı da, “Siz Kimi Kandırıyorsunuz” adlı kitabıyla Soner Yalçın’dan geliyordu.
Yalçın, kitabında, “1863 yılında Bitlis’te Kürt Xoyti Aşireti lideri Musa Ağa ve adamlarının, Heresan Mahallesi çıkışındaki ağaçların arkasına saklanıp, gözlerini yola dikerek, ellerinde sopa hepsi öfkeli bir şekilde Amerikalı misyonerleri bekliyorlar” diyordu.
Soner Yalçın, Musa Ağa ve adamlarının Protestan misyonerleri İngiliz ajanı oldukları gerekçesiyle dövdüklerini belirtiyor ve misyonerlere haksızlık yapıldığını ima ediyordu. Kaybedilen bunca cana, kaybedilen bunca toprağa rağmen.
Görüleceği üzere Misyonerlerle işbirliği yapınca yöre insanı tarafından dışlanıp, oradaki ihanetlerinin yarattığı kötü izleri silmek için göç etmek zorunda kalan çok insan olmuştur.
1878 yılında İl yapılan Bitlis, Erzurum ve Van’ı da kapsayan bir yöreydi. 1800’lü yıllardan itibaren Amerikalı misyonerlerin istilasına uğruyordu. Amerikalıları, İngiliz konsolosluk görevlileri ve misyonerleri takip ediyordu. 1891 yılında Bitlis’i ziyaret eden ve yaptıkları faaliyetleri anlatan Mrs. İsabella Bird Bishop, Bitlis’i şöyle tanıtıyordu:
“Bitlis, Osmanlıdaki kentler arasında en ham, en fanatik ve en çalkantılı olanlardan biridir.”
Osmanlı İmparatorluğu’nun başta Hıristiyan nüfusu olmak üzere tüm halkı bu bölgedeki misyoner faaliyetlerinin tek hedefi haline gelmişti.
Şerif Mardin, Amerikalıların maddi ve manevi desteği ile yazdığı “Bediüzzaman” adlı kitabında, misyonerlerin bölgeyi Hıristiyanlaştırmak, Osmanlıya isyana hazırlamak için zemin oluşturma çalışmalarını şöyle anlatıyordu:
“Katolik ve Protestan misyonerler arasındaki rekabet, bütün olup bitenleri çaresiz bir biçimde izlemekte olan Osmanlı devlet adamları açısından uzunca süredir önemli bir sorun oluşturmaktaydı.
Ermeni Protestan cemaati, 1850 yılından itibaren kanun önünde tüzel kişiliği ve dolayısıyla siyasi özerkliğe sahip bir birim olarak tanınmıştı. Yüzyılın sonlarında Bitlis’te 200 Protestan’ın bulunması, 1858 yılında kurulan Protestan misyonunun göreli başarısının bir göster gesi sayılabilir.
Bitlis’te Protestan Ermeniler, yaklaşık 400 kişilik bir cemaate sahip büyük bir Kiliseye, kız ve erkek çocuklar için gene büyük bir yatılı okula sahiptiler.
Amerikan misyonerleri ise, 50 yatılı 50 gündüzcü kız öğrencisi olan bir kız okulunu işletiyorlardı. Charlotte ve Mary Ely isimli bayanlar 1870 yılında ‘Kürdistan Mount Holyoke Kızlar Okulu’nu’ açmışlardı.
Bu okullar ağı, bu merkezden kalkarak, Bitlis’in çevre kasaba ve köylerine kadar uzanmaktaydı.”
Şerif Mardin, Osmanlı’daki Amerikalı misyonerlerin kışkırtmaları sonucunda Botan Emirliği Kürtlerinin, Tiyari ilçesini istila ederek 10 bin erkeği öldürdüklerini anlatıyordu.
Amerikalı misyonerler, kız okulunun ardından yine Bitlis’te aynı mahallede erkek okulu da açıyorlardı. 64 öğrenci ile eğitime başlayan okulun biri Amerikalı beş öğretmeni vardı. Amerikalıların açtıkları okulları inşa ettikleri yetimhane binaları takip ediyordu.
Amerikalı misyonerler okul ve yetimhane binaları yapmakla kalmıyor, Rahipler Mektebi ile Sanayi Mektebi de kurarak okul sayısını beşe çıkarıyorlardı. Okullarda Amerikalı ve Ermeni öğretmenler sözde azınlık çocuklarına dersler veriyorlardı.
Amerika, Bitlis başta olmak üzere Osmanlı topraklarında açtığı bu okullarla koskoca bir imparatorluğun parçalanmasında, yok olmasında başrol oynuyordu. Amerika, günümüzde ise aynı oyunu parçalamak istediği ülkelere Gülen cemaatine açtırdığı okullarla devam ediyordu!
115 ülkede var olduğu ile Gülen cemaati tarafından övgü ile açıklanan okulların katıldığı Türkçe olimpiyatları Haziran 2009’da düzenleniyor, bu olimpiyat görünümlü propaganda şenliklerine Tayyip ve zevcesi Emine’den Bülent Arınç’a kadar birçok isim katılıyor, gazetelere ve televizyonlara trilyonlarca liralık reklamlar veriliyordu. Yine şenliklerin reklam ile amacına ulaşması için su gibi paralar akıtılıyor, görkemli geceler düzenleniyordu.
Ancak;
Bu şenliklerin asıl aktörleri olan çocukların birer reklam aracı olduğu, çocukların geleceğinin bu insanları zerre kadar ilgilendirmediği, trilyonların su gibi harcandığı bir organizasyonda o küçücük bebelerin şenliklere yırtık ayakkabıları ile katıldıklarının fotoğraflarla belgelenmesiyle ortaya çıkıyordu.
Neyse biz yine dönelim Şerif Mardin’in ilk baskısı Amerikan State Universty of New York Eress tarafından desteklenen ve basılan “Bediüzzaman” adlı kitabında yer alan “Ermeni İhtilalci Faaliyet leri” adlı bölüme:
“Bölgede Ermenilerin ihtilalci faaliyetleri daha 1862 yılında başlamıştı. 1881 yılında Erzurum’da kurulan ‘Anayurdun Koruyucuları’ adlı gizli bir örgüt Osmanlılar tarafından açığa çıkarıldı. 1882 yılında Mıgırdıç Portugalyan Bitlis yöresinin en büyük merkezi olan Van’da Merkezi Lise’yi kurdu. Bu, Ermeni küstürürünün yeniden canlandırılması yolunda bir girişimdi.”
İlk Ermeni ihtilalci partisi de 1885 yılında Van’da Mığırdıç Portugalyan’ın öğrencileri tarafından kurulmuştu.
Ermeni isyancıları 1887 yılında Hınçak Partisini kuruyorlar, partinin lider kadrosu Anadolu’ya dağılıyor, sözde Ermenistan’ın siyasal ve ulusal bağımsızlığı için faaliyetlere başlıyorlardı. Ermeni Partisi, propaganda, kışkırtma ve terör yöntemleri konusunda kendisine Rusya’daki Varodnaya Volya gurubunu örnek alıyordu.
Hınçak örgütü, 1890 yılı Temmuz ayında İstanbul’da Kumkapı gösterisini düzenledi. ‘Milliyetçilik kötü, ümmetçilik iyi’ sloganı ile 1892 ve 1893 yıllarında birçok kentte bütün Müslümanlara hitap eden onları devlete karşı ayaklanmaya teşvik eden afişler yapıştırdı. 1890 yılında ise Tiflis’te Ermenilerin bağımsızlığı için çalışan ve yeni bir parti olan Daşnaksatyun kuruluyordu.
Yine takip eden yıllarda Kürt Said maskeli Ermeni Said, Tiflis’te sözde Kürdistan kurma hayallerini açıklıyordu. Ancak asıl niyeti Kürdistan değil Ermenistan’dı. Kürdistan, Büyük Ermenistan idealinin maskesiydi.
Kaldı ki;
Ülkemizde Fetullah’ın kutsadığı Hizbullahtan PKK’ya, El Kaide’den TİKKO’ya, TİKKO’dan İBDA-C’ye, İBDA-C’den DHKP’C’ye kadar hemen hemen bütün terör örgütü yöneticilerinin birçoğunun nüfus kütükleri incelendiğinde karşımıza çoğunlukla Ermeni, Rum ve Süryani kökenli teröristler çıkıyordu.
Ülkeyi yöneten insanların birçoğu da aynı soydan olduğu için vatan toprakları bu örgütler için cennet, ülkesini seven, bu topraklara sevda ile bağlı olan Ergenekon iftiraları ile Milliyetçilere, Ulusalcılara ise cehennem oluyordu.
Yine bu ülkede kripto Yahudi olmayan evliya bile olamıyordu.
Osmanlı yönetimi üzerinde büyük nüfuzları dikkatlerden kaçmayan, Büyük Biritanya, Fransa ve Rusya gibi Avrupalı güçler Osmanlı’yı yıkmak için her kesimle işbirliğine giriyorlardı.
Ermeni ihtilalci örgütleri ve Nakşi Kürtler, özellikle 1877-1878 Rus savaşı sırasında Rusya’da yaşamakta olan Ermeni Patriği Narses öncülüğünde Ermeni devleti kurmak fikirlerini hayata geçirmek için, Rusların safında eylemlerini arttırıyorlar, isyanlar çıkartıyorlar, katliamlar yapıyorlardı. Bütün bu ihanetlerinin sonucunda Osmanlı İmparatorluğu Kars, Ardahan ve Batum bölgelerini Ruslara bırakmak zorunda kalıyordu.
Protestan misyonerler yörede Nakşibendî Tarikatı’na bağlı Kürtler, Ermeniler ve diğer ayrılıkçı ihanet şebekeleriyle Osmanlı’yı içten içe yıkma faaliyetlerini sürdürüyorlardı.
Bitlis’e komşu olan Van bölgesinde bağımsız bir Ermenistan’ın oluşturulması, 1880’li ve 1890’lı yıllarda kurulan Hınçak ya da Taşnak gibi Ermeni komitacılarının ve onların işbirlikçilerinin nihai hedefi idi.
Büyük Britanya Devlet belgelerinde; o dönemde Bitlis ve Van’da görev yapan Van İngiliz konsolosu Albay Chemside Van’da, sözde Müslüman ve Kürtleri isyanlara kışkırtmak için El-Ehzer tarzı bir üniversite kurulmasını istiyordu. İngiliz Albay’dan sonra Ermeni Said de bu üniversite işini diline doluyor, Abdülhamit tarafından önce tımarhaneye ardından cezaevine gönderiliyordu.
Şerif Mardin, İngiliz Albay ile Ermeni Said’in paralel olan düşüncelerini şöyle açıklıyordu:
“Said-i Nursi’nin 1896 yılında, Van Gölü kıyılarında bir Medrese kurulması ve aşiret üyelerinin burada tam anlamıyla birer Osmanlı vatandaşı olacak şekilde eğitim görmeleri yolunda yaptığı öneri Albay Chemside’nin bu duyarlılığını yansıtır niteliktedir.”
Gelelim sürgün olayına; Amerikan Üniversitelerinin desteğinde “Bediüzzaman” adlı kitabı yazan Şerif Mardin, Bitlis ve Bitlis Bölgesi başlıklı kısımda Musa Bey adlı birinden bahsediyordu, izleyelim:
“Yerel düzenlemelerin Tanzimat tarafından bozulmasından önce, Ermeni köylüler göreli olarak varlıklı durumdaydılar; çünkü hamileri tarafından korunmaktaydılar. Mirlerin ortadan kalkmasından sonra Ermeniler yönetimin baş etmekte aciz kaldığı yerel aşiretlerden oluşan çetelerin ellerine düştüler.
Böylece ortaya Musa Bey gibi kötü ün sahibi bir takım eşkıyalar ortaya çıktı. Örneğin yol açtığı ve birçok tanığı olan yağma ve cinayet olaylarına rağmen, Osmanlı yönetiminin Musa Bey’e yaklaşımı ancak aşırı dikkat biçiminde olmuştur.”
Ermeni çetecilerin katliam ve yağmalarına, Ruslarla işbirliklerine, Amerikalı Protestanların yöre halkını Osmanlı’ya karşı kışkırtmalarına “dur” diyen Mardin’in deyimiyle Musa bey yörede bilinen unvanıyla Musa Ağa hakkında bir insafsız saldırı da, “Siz Kimi Kandırıyorsunuz” adlı kitabıyla Soner Yalçın’dan geliyordu.
Yalçın, kitabında, “1863 yılında Bitlis’te Kürt Xoyti Aşireti lideri Musa Ağa ve adamlarının, Heresan Mahallesi çıkışındaki ağaçların arkasına saklanıp, gözlerini yola dikerek, ellerinde sopa hepsi öfkeli bir şekilde Amerikalı misyonerleri bekliyorlar” diyordu.
Soner Yalçın, Musa Ağa ve adamlarının Protestan misyonerleri İngiliz ajanı oldukları gerekçesiyle dövdüklerini belirtiyor ve misyonerlere haksızlık yapıldığını ima ediyordu. Kaybedilen bunca cana, kaybedilen bunca toprağa rağmen.
Görüleceği üzere Misyonerlerle işbirliği yapınca yöre insanı tarafından dışlanıp, oradaki ihanetlerinin yarattığı kötü izleri silmek için göç etmek zorunda kalan çok insan olmuştur.
Ermiş
Dedeler
Fetullah Gülen,
dedelerini anlatırken onları göklere çıkarıyordu. Dedelerine; bir veli, bir
ermiş ve adeta bir evliya havası veriyordu:
“Halil Dedemin oğlu, Şamil Ağa’nın iki oğlu vardır. Bunlardan biri Süleyman Efendi, ikincisi Molla Ahmet’tir. Molla Ahmet benim dedem, Şamil Ağa’nın (Gülen) babasıdır. Molla Ahmed ilim ve takvasıyla temayüz etmiş müstesna bir insandı. Hayatının son otuz senesinde ayağını uzatıp yatmamış, daha doğrusu sırtı yatak yüzü görmemiştir. Denildiğine göre uykunun ağır bastığı anlarda sağ elini alnına koyar ve biraz kestirir. İşte onun bütün uykusu, alnı eline dayalı bu kestirmeden ibarettir.”
Gülen, pehlivan yapılı dedelerinin bir kısmının günde birkaç adet zeytinle bir diğerinin ise tek zeytinle doyduğunu da iddia ediyordu. Sadece bu kadar mı?.. Olur mu hiç!.. Bakın ne dedeler varmış, ne dedeler:
“Vaktinin diğer kısmını hep çalışarak ve ibadet ederek geçirir. Pehlivan yapılı, uzun boylu, mehabet dolu, fiziki görünümünün yanında onun bu surete denk bir de sireti ve ruhi yapısı vardır.
Onu tanıyanlar günde birkaç zeytinle iktifa ettiğini söylemektedirler. Onun zühd ve takvası dillere destandır. Çünkü o varlık içinde bir zahid hayatı yaşamıştır. Zira, babalarından kalan mirası iki kardeş pay ederken altınları tas tas paylaşmışlardır. Teker teker saymak çok vakitlerini alacağı için böyle yapmışlardır. O devirlerde onların bu miras bölüşme keyfiyetleri de çok meşhur olmuş bir hadisedir.
Dedem Şamil Ağa’nın babasına benzer yönleri vardı. O da bir ukba adamı gibiydi. En şiddetli dönemlerde bile sarıksız gezdiğini görmedim. Sarığını Osman Gazi Hazretleri gibi sarardı…
Şamil dedemin hakiki ulemaya çok saygısı vardı. Fakat o gerçek veliyi babası Molla Ahmed’in şahsında görmüş, tanımıştı. Molla Ahmed ki, yemez içmez, kimseden hediye dahi kabul etmez. Sabaha kadar namaz kılar, bir zeytinle yetinir. Günlerinin çoğunu oruçlu geçirirdi. İşte dedeme göre velinin tarifi buydu. O bu tarifin dışında kalanları meşayıhtan kabul etmez ve bunlar şeyh değil pilavcı takımı derdi…”
Fetullah Gülen’den dedelerini dinlemeye devam edelim, edelim ki, ol kudretinden sual olunmaz, ibreti âlem için ne kullar yaratıyor, beraberce görelim:
“Halil dedemin oğlu, Hurşit Ağa’nın iki oğlu vardır.”
Halil dedesinin ikinci oğlunun ismi kitapta geçmemektedir. Oysa 80 bin altını paylaşanlardan biri de ismi hatırlanmayan bu kişidir. Bu kısa açıklamadan sonra tekrar dönelim Fetullah’ın anlatımlarına:
“Bunlardan biri Süleyman Efendi, ikincisi Molla Ahmed’dir. Molla Ahmed, benim dedem Şamil Ağa’nın babasıdır.
Molla Ahmed ilim ve takvasıyla temayüz etmiş müstesna bir insandı. Hayatının son otuz senesinde ayağını uzatıp yatmamış, daha doğrusu sırtı yatak yüzü görmemiştir. Denildiğine göre uykunun ağır bastığı anlarda sağ elini alnına koyar ve biraz kestirir. İşte onun bütün uykusu, alnı eline dayalı bu kestirmeden ibarettir.
Vaktinin diğer kısmını hep çalışarak ve ibadet ederek geçirmektedir. Pehlivan yapılı, uzun boylu, muhabbet dolu, fiziki görünümünün yanında onun bu surete denk te bir sireti ve ruhi yapısı vardır.”
Ancak babasının büyük babasını gören ve uzun süre onun yanında yaşayan biri dedelerini böyle anlatabilir.
Oysa;
Fetullah Gülen kendi babası Ramiz’in bile Molla Ahmed’i görmediğini gene aynı kitabın 16. sayfasında şu sözleri ile açıklıyordu:
“Babamın kendi dedesini gördüğünü zannetmiyorum.”
Fetullah Gülen, “Dedem” dediği babasının büyük babası olan Molla Ahmed’i anlatmaya şöyle devam ediyordu:
“Molla Ahmed dedem riyazat’ı ömrü boyunca terk etmemiştir. Onu tanıyanlar günde bir kaç zeytinle yetindiğini söylemektedirler…”
Fetullah’ın anlatımlarına göre bu zat asla sırt üstü yatmamakta ve sadece elini alnına dayayarak kestirmekte, gündüzleri tarlada çalışan “bu pehlivan yapılı, yani koca cüsseli adam” tarladan geldiğinde kitap okumakta ve günde sadece bir kaç zeytin ile doymaktadır.
Oysa Riyazat, tarikatlarda nefis terbiyesi için belirli bir süre uygulanan ama sürekli olmayan bir usul olup, dince uygun bulunmamaktadır. Çünkü dine göre insan nefsinden de sorumludur.
Allah;
“Benim verdiğim nimetlerden yiyiniz, içiniz ama israf etmeyiniz” şeklinde kullarını uyarırken, Molla Ahmed’in sürekli olarak koskoca bedeniyle bir kaç zeytin yiyerek günlerini geçirmiş olmasını anlamak mümkün görülmemektedir.
Babasının büyük babasını bu gerçek dışı sözlerle yüceltmeye çalışan ve onun âlim olduğundan dem vuran Fetullah Gülen, farkında olmadan olsa gerek gene Küçük Dünyam adlı kitabının 16. sayfasındaki şu sözleri ile çelişkiye düşüyor, Küçük dünyası adeta bir çelişkiler galerisine dönüşüyordu:
“Molla Ahmed tamamen bir ukba (öbür dünya) insanıdır. Tarlada çalışır. Kitap okumaya düşkündür. İbadetle meşgul olmayı hayatının gayesi haline getirmiştir. Babam Ramiz Efendi, dedesinin bu davranışını biraz fazla bulur.”
Halbuki Fetullah Gülen, babası Ramiz’in Molla Ahmed’i görmediğini aktarmıştı. Ancak burada babasının anlatımları ile Molla Ahmed’i tanıtıyordu.
Bütün semavi dinlerde baba veya annenin bağlı bulundukları dini bildikleri ölçüde çocuklarına öğretmek, biliniyorlarsa bilen kişiler vasıtasıyla bilgilenmelerini sağlamak dini bir vecibedir. Hele alim olan kişilerin çocuklarına dini, örneğin Kur’an-ı Kerim’i öğretmemeleri mümkün değildir…
Ancak Gülenin şu sözlerinden:
“Babam Kur’an’ı otuz yaşlarında öğrenmiş. Ben dört veya beş yaşlarındaydım. Evimize herkesin hürmet ettiği ‘İyi Molladır’ dediği Halil Efendi Hoca namında bir zat gelmişti. Babam onun dizinin dibinden hiç ayrılmazdı. İhtimal babam Kur’an okumayı ondan öğrenmişti.”
Fetullah’ın babasının otuz yaşına kadar Kur’an okumayı bilmediğini yine Fetullah’ın ağzından öğrenmiş bulunuyoruz. Fetullah babası Ramiz’in otuz yaşına kadar Kur’an okumayı bilmediğini itiraf ederken aynı zamanda büyük babası Şamil Efendi’nin de Kur’an okumayı bilmediğini belki de dalgınlıkla ikrar ediyordu. Sadece bu kadar mı? Olur mu hiç!
Fetullah bu açıklamasıyla dört yaşında Kur’an-ı öğrenip hatim etmesini de yalanlıyordu. Zira Kur’an okumayı annesinden öğrendiğini, annesinin mahalleliye ve mahallenin kızlarına Kur’an öğrettiğini de söylüyordu. Fetullah’a ve bütün mahalleye Kur’an okumayı öğreten anne ne hikmetse Eşi Ramiz’i es geçiyordu.
Fetullah’ın her biri din âlimi olan dedeleri de torunlarına ve çocuklarına Kur’an okumayı öğretmiyordu! Hatta kendileri öğretmediği gibi öğrenmesi için hocalara da göndermiyordu.
Fetullah’ın büyükbabası Şamil Efendi’nin Kur’an okumayı bilmediğini itiraf ettiğini belirttim. Çünkü, “Küçük Dünyam” adlı kitabında büyük babası Şamil Efendi’nin Kur’an bildiğine dair bir açıklamaya net olarak rastlanmıyordu. Ama ona da kutsilik kazandırmak için şu satırlarla övgüler düzüyordu:
“Dedem Şamil Ağa’nın en şiddetli dönemlerde bile sarıksız gezdiğini görmedim. Sarığını Osman Gazi Hazretleri gibi sarardı.”
Osman Gazi’nin değil sarığı yüzünün şekli bile meçhulken, bu gibi belirsiz ifadeler olsa olsa ardından gidenlere bir mesaj niteliğinde değerlendirilebilir ve bu mesajla verilmek istenen de;
“Ben mana alemiyle direkt irtibat halindeyim, Osman Gazi Hazretlerine de sarığını dahi inceleyecek derecede bir yakınlık içerisindeyim. Yani ben bir veliyim” olsa gerek. Buna tasavvufta “Keramet” derler, ancak tasavvufta keramet göstermek çok çirkin görüldüğünden hiç bir veliden kendi isteği ile keramet sadır olmaz.
Anlaşılacağı üzere Fetullah Gülen’in dedeleri altınları tas tas bölüşüp, günde bir zeytinle idare ediyorlar, hatta günlerinin çoğunu da oruçlu olarak geçiriyorlarmış. “O halde bu binlerce altın ne oldu?” derseniz onun da cevabı yok!.. “Fakir fukaraya dağıtmışlardır” şeklinde bir açıklamanın da bir kanıtı, o kanıtı destekleyecek bir anlatım da yok. Fetullah Gülen’e kalmıştır diye düşünürseniz, yine yanılırsınız. Zira Fetullah hayatını anlatırken, ekmek alacak parasının bile olmadığını, günlerce aç kaldığını defalarca söylüyordu.
Ancak;
Ekmek parası bulamadığı için günlerce aç kaldığını söyleyen ve kendini acındıran Fetullah Gülen, Küçük Dünyam adlı kitabında o günlerde sayılı kişilerde olan ve sayılı insanların kullandığı “Pipo”ya sahip olduğunu ve pipo içtiğini söylüyordu.
Ne diyelim Fetullah bu! Bir öyle bir böyle!..
Katranı Kaynatsan Olur mu Şeker
“Halil Dedemin oğlu, Şamil Ağa’nın iki oğlu vardır. Bunlardan biri Süleyman Efendi, ikincisi Molla Ahmet’tir. Molla Ahmet benim dedem, Şamil Ağa’nın (Gülen) babasıdır. Molla Ahmed ilim ve takvasıyla temayüz etmiş müstesna bir insandı. Hayatının son otuz senesinde ayağını uzatıp yatmamış, daha doğrusu sırtı yatak yüzü görmemiştir. Denildiğine göre uykunun ağır bastığı anlarda sağ elini alnına koyar ve biraz kestirir. İşte onun bütün uykusu, alnı eline dayalı bu kestirmeden ibarettir.”
Gülen, pehlivan yapılı dedelerinin bir kısmının günde birkaç adet zeytinle bir diğerinin ise tek zeytinle doyduğunu da iddia ediyordu. Sadece bu kadar mı?.. Olur mu hiç!.. Bakın ne dedeler varmış, ne dedeler:
“Vaktinin diğer kısmını hep çalışarak ve ibadet ederek geçirir. Pehlivan yapılı, uzun boylu, mehabet dolu, fiziki görünümünün yanında onun bu surete denk bir de sireti ve ruhi yapısı vardır.
Onu tanıyanlar günde birkaç zeytinle iktifa ettiğini söylemektedirler. Onun zühd ve takvası dillere destandır. Çünkü o varlık içinde bir zahid hayatı yaşamıştır. Zira, babalarından kalan mirası iki kardeş pay ederken altınları tas tas paylaşmışlardır. Teker teker saymak çok vakitlerini alacağı için böyle yapmışlardır. O devirlerde onların bu miras bölüşme keyfiyetleri de çok meşhur olmuş bir hadisedir.
Dedem Şamil Ağa’nın babasına benzer yönleri vardı. O da bir ukba adamı gibiydi. En şiddetli dönemlerde bile sarıksız gezdiğini görmedim. Sarığını Osman Gazi Hazretleri gibi sarardı…
Şamil dedemin hakiki ulemaya çok saygısı vardı. Fakat o gerçek veliyi babası Molla Ahmed’in şahsında görmüş, tanımıştı. Molla Ahmed ki, yemez içmez, kimseden hediye dahi kabul etmez. Sabaha kadar namaz kılar, bir zeytinle yetinir. Günlerinin çoğunu oruçlu geçirirdi. İşte dedeme göre velinin tarifi buydu. O bu tarifin dışında kalanları meşayıhtan kabul etmez ve bunlar şeyh değil pilavcı takımı derdi…”
Fetullah Gülen’den dedelerini dinlemeye devam edelim, edelim ki, ol kudretinden sual olunmaz, ibreti âlem için ne kullar yaratıyor, beraberce görelim:
“Halil dedemin oğlu, Hurşit Ağa’nın iki oğlu vardır.”
Halil dedesinin ikinci oğlunun ismi kitapta geçmemektedir. Oysa 80 bin altını paylaşanlardan biri de ismi hatırlanmayan bu kişidir. Bu kısa açıklamadan sonra tekrar dönelim Fetullah’ın anlatımlarına:
“Bunlardan biri Süleyman Efendi, ikincisi Molla Ahmed’dir. Molla Ahmed, benim dedem Şamil Ağa’nın babasıdır.
Molla Ahmed ilim ve takvasıyla temayüz etmiş müstesna bir insandı. Hayatının son otuz senesinde ayağını uzatıp yatmamış, daha doğrusu sırtı yatak yüzü görmemiştir. Denildiğine göre uykunun ağır bastığı anlarda sağ elini alnına koyar ve biraz kestirir. İşte onun bütün uykusu, alnı eline dayalı bu kestirmeden ibarettir.
Vaktinin diğer kısmını hep çalışarak ve ibadet ederek geçirmektedir. Pehlivan yapılı, uzun boylu, muhabbet dolu, fiziki görünümünün yanında onun bu surete denk te bir sireti ve ruhi yapısı vardır.”
Ancak babasının büyük babasını gören ve uzun süre onun yanında yaşayan biri dedelerini böyle anlatabilir.
Oysa;
Fetullah Gülen kendi babası Ramiz’in bile Molla Ahmed’i görmediğini gene aynı kitabın 16. sayfasında şu sözleri ile açıklıyordu:
“Babamın kendi dedesini gördüğünü zannetmiyorum.”
Fetullah Gülen, “Dedem” dediği babasının büyük babası olan Molla Ahmed’i anlatmaya şöyle devam ediyordu:
“Molla Ahmed dedem riyazat’ı ömrü boyunca terk etmemiştir. Onu tanıyanlar günde bir kaç zeytinle yetindiğini söylemektedirler…”
Fetullah’ın anlatımlarına göre bu zat asla sırt üstü yatmamakta ve sadece elini alnına dayayarak kestirmekte, gündüzleri tarlada çalışan “bu pehlivan yapılı, yani koca cüsseli adam” tarladan geldiğinde kitap okumakta ve günde sadece bir kaç zeytin ile doymaktadır.
Oysa Riyazat, tarikatlarda nefis terbiyesi için belirli bir süre uygulanan ama sürekli olmayan bir usul olup, dince uygun bulunmamaktadır. Çünkü dine göre insan nefsinden de sorumludur.
Allah;
“Benim verdiğim nimetlerden yiyiniz, içiniz ama israf etmeyiniz” şeklinde kullarını uyarırken, Molla Ahmed’in sürekli olarak koskoca bedeniyle bir kaç zeytin yiyerek günlerini geçirmiş olmasını anlamak mümkün görülmemektedir.
Babasının büyük babasını bu gerçek dışı sözlerle yüceltmeye çalışan ve onun âlim olduğundan dem vuran Fetullah Gülen, farkında olmadan olsa gerek gene Küçük Dünyam adlı kitabının 16. sayfasındaki şu sözleri ile çelişkiye düşüyor, Küçük dünyası adeta bir çelişkiler galerisine dönüşüyordu:
“Molla Ahmed tamamen bir ukba (öbür dünya) insanıdır. Tarlada çalışır. Kitap okumaya düşkündür. İbadetle meşgul olmayı hayatının gayesi haline getirmiştir. Babam Ramiz Efendi, dedesinin bu davranışını biraz fazla bulur.”
Halbuki Fetullah Gülen, babası Ramiz’in Molla Ahmed’i görmediğini aktarmıştı. Ancak burada babasının anlatımları ile Molla Ahmed’i tanıtıyordu.
Bütün semavi dinlerde baba veya annenin bağlı bulundukları dini bildikleri ölçüde çocuklarına öğretmek, biliniyorlarsa bilen kişiler vasıtasıyla bilgilenmelerini sağlamak dini bir vecibedir. Hele alim olan kişilerin çocuklarına dini, örneğin Kur’an-ı Kerim’i öğretmemeleri mümkün değildir…
Ancak Gülenin şu sözlerinden:
“Babam Kur’an’ı otuz yaşlarında öğrenmiş. Ben dört veya beş yaşlarındaydım. Evimize herkesin hürmet ettiği ‘İyi Molladır’ dediği Halil Efendi Hoca namında bir zat gelmişti. Babam onun dizinin dibinden hiç ayrılmazdı. İhtimal babam Kur’an okumayı ondan öğrenmişti.”
Fetullah’ın babasının otuz yaşına kadar Kur’an okumayı bilmediğini yine Fetullah’ın ağzından öğrenmiş bulunuyoruz. Fetullah babası Ramiz’in otuz yaşına kadar Kur’an okumayı bilmediğini itiraf ederken aynı zamanda büyük babası Şamil Efendi’nin de Kur’an okumayı bilmediğini belki de dalgınlıkla ikrar ediyordu. Sadece bu kadar mı? Olur mu hiç!
Fetullah bu açıklamasıyla dört yaşında Kur’an-ı öğrenip hatim etmesini de yalanlıyordu. Zira Kur’an okumayı annesinden öğrendiğini, annesinin mahalleliye ve mahallenin kızlarına Kur’an öğrettiğini de söylüyordu. Fetullah’a ve bütün mahalleye Kur’an okumayı öğreten anne ne hikmetse Eşi Ramiz’i es geçiyordu.
Fetullah’ın her biri din âlimi olan dedeleri de torunlarına ve çocuklarına Kur’an okumayı öğretmiyordu! Hatta kendileri öğretmediği gibi öğrenmesi için hocalara da göndermiyordu.
Fetullah’ın büyükbabası Şamil Efendi’nin Kur’an okumayı bilmediğini itiraf ettiğini belirttim. Çünkü, “Küçük Dünyam” adlı kitabında büyük babası Şamil Efendi’nin Kur’an bildiğine dair bir açıklamaya net olarak rastlanmıyordu. Ama ona da kutsilik kazandırmak için şu satırlarla övgüler düzüyordu:
“Dedem Şamil Ağa’nın en şiddetli dönemlerde bile sarıksız gezdiğini görmedim. Sarığını Osman Gazi Hazretleri gibi sarardı.”
Osman Gazi’nin değil sarığı yüzünün şekli bile meçhulken, bu gibi belirsiz ifadeler olsa olsa ardından gidenlere bir mesaj niteliğinde değerlendirilebilir ve bu mesajla verilmek istenen de;
“Ben mana alemiyle direkt irtibat halindeyim, Osman Gazi Hazretlerine de sarığını dahi inceleyecek derecede bir yakınlık içerisindeyim. Yani ben bir veliyim” olsa gerek. Buna tasavvufta “Keramet” derler, ancak tasavvufta keramet göstermek çok çirkin görüldüğünden hiç bir veliden kendi isteği ile keramet sadır olmaz.
Anlaşılacağı üzere Fetullah Gülen’in dedeleri altınları tas tas bölüşüp, günde bir zeytinle idare ediyorlar, hatta günlerinin çoğunu da oruçlu olarak geçiriyorlarmış. “O halde bu binlerce altın ne oldu?” derseniz onun da cevabı yok!.. “Fakir fukaraya dağıtmışlardır” şeklinde bir açıklamanın da bir kanıtı, o kanıtı destekleyecek bir anlatım da yok. Fetullah Gülen’e kalmıştır diye düşünürseniz, yine yanılırsınız. Zira Fetullah hayatını anlatırken, ekmek alacak parasının bile olmadığını, günlerce aç kaldığını defalarca söylüyordu.
Ancak;
Ekmek parası bulamadığı için günlerce aç kaldığını söyleyen ve kendini acındıran Fetullah Gülen, Küçük Dünyam adlı kitabında o günlerde sayılı kişilerde olan ve sayılı insanların kullandığı “Pipo”ya sahip olduğunu ve pipo içtiğini söylüyordu.
Ne diyelim Fetullah bu! Bir öyle bir böyle!..
Katranı Kaynatsan Olur mu Şeker
Fetullah,
hakkında bir soruşturma açıldığında veya başka türlü sıkıntılı bir haber kulağına
geldiğinde soluğu Amerika’da alıyordu. “Kaçtım” diyemiyor, sağlık sorunlarının
arkasına sığınıyordu.
Ülkemizde Amerika ve Avrupa standartlarında birçok hastane varken, o Amerikan hastanelerini tercih ediyordu. Hem de sözde hasta haliyle 12 saat uçak yolculuğuyla.
Kaldı ki, cemaate bağlı hastanelerden biri kalp hastalıklarında dünya standartlarına girmesine, doktorlarının uzmanlık alanında en iyileri olmasına rağmen. Yine cemaate yakın Üniversite hastanesinin de bulunmasına karşın Gülen’in her türlü riski göze alarak Amerika’ya sığınması, her şeyle açıklanırdı da, bir tek sağlık nedenleri ile açıklanamazdı.
Gülen, 80’li yıllarda ifadesi alınmak istendiğinde yaşam felsefesi gereği köşe bucak kaçıyordu. Gülen’e yakın isimlerden Faruk Mercan, “Fetullah Gülen” adlı Gülen’e övgüler düzen kitabında o kaçış günlerini şöyle anlatıyordu:
“İhtilal şartlarında aranmak Gülen’e sıkıntı veriyordu. Özellikle 1982’ye kadar geçen iki yıl içinde tam bir tecritteydi. Hiçbir arkadaşı doğru dürüst kendisine ulaşamıyordu. Bazı geceler yatacak yer bile bulamıyordu. Yıllar sonra, 19 Mayıs 2000 günü ABD’deki bir sohbetinde, ‘1982 yılında çok sıkıntı çektim ve herhalde öleceğim diye düşündüm’ diyecekti.
Çünkü;
Kendi deyimiyle; o günlerde tıpkı hayatı acılarla ve yıllar süren bir kovalamacayla geçen Victor Hugo’nun “Sefiller” romanındaki Jean Valjean gibi aranıyordu. Şeker hastalığı da o yıl, İstanbul’da tek başına kaldığı evde aşırı soğuktan hastalanmasının ardından başladı.
Kendisini Sefiller romanındaki Jean Valjean’la özleştirmesi boşuna değildi.”
Galiba burada kısa bir açıklama yapmak gerekiyor. Jean Valjean;
Krallarla mücadele eden özgürlük savaşçısıydı, ormanlar, dağlar, kaçak yaşadığı yerlerdi. Fakir halkla içiçeydi.
Gülen ise basit bir ifade vermeye korkmuş ve kaçmış, bu nedenle aranıyordu. Lüks villalarda kalıyor, kuş sütünün eksik olmadığı zengin sofralarında ağırlanıyordu. Fakir sofrasına çöktüğü görülmediği gibi, varlıklı insanların masalarının, Papaz ve Hahamlara cemaatinin verdiği ziyafetlerin baş konuğuydu.
Gülen, bırakın krallara karşı savaşmayı ömrü boyunca kralların baş savunucusu olmuştu. Kralların ve seçkinlerin rahatı için tüm cemaatini seferber etmişti. Elitin ve kaymak tabakanın her daim duacısıydı. Gülen, her şeye benzetilebilirdi ama Jean Valjean’a asla.
Güleni kendi masal dünyasında bırakalım ve dönelim onun firar hikâyelerine. Gülen, o günleri şöyle anlatıyordu:
“1980 sonrası bir tecrit dönemidir. Beş altı senesi çok şiddetli olmuştur. Bazen bir yerde bir saat kalma imkânı bile elde edemedim. Hep dolaştım durdum. Emin bir şekilde içinde oturup dua edecek bir ev bile bulamıyorduk.”
“1983 yazında Gülen’in İstanbul Altunizade’de kaldığı yer basıldı. Gülen, duvar arasında dizleri karnına dayalı vaziyette tam dört saat oturdu. Ekip bir ihbar üzerine İzmir’den gelmişti. Üç gün Gülen’in kaldığı mekânın karşısındaki hastanenin balkonundan gözetleme yapmışlardı. Gülen, oradaydı ama baskın yaptıklarında bir türlü bulamadılar. Baskın ekibinden biri, ‘Ya buradan göğe çıktı, ya da yerin altına girdi’ diyordu. Gülen, iki duvar arasında geçirdiği o dört saatin vücudunda yol açtığı ağrıları uzun süre atamadı…”
Bu açıklamaları Gülen yapıyor, Faruk Mercan kaleme alıyordu. Yine Mercan’ın kitabındaki bilgilere göre; Gülen, yakalandığında ANAP Bilecik milletvekili ‘Recep Kaya’dan İçişleri Bakanlığı Müsteşarı Galip Demirel’e, Galip Demirci’den Turgut Özal’a kadar herkesi arıyor, aratıyor, “kurtarın beni” diye feryat ediyordu.
Gülen’in 12 Eylül darbesi nedeniyle çok sıkıntı çektiğine dair ifadelerinin doğru olmadığı, 80 sonrası dönemde hiç bir zorluk yaşamadığı, yine kendisinin yaptığı bir nokta tayinle belgeleniyordu.
Gülen, haşa Allah’ın özel kalem müdürüydü ya, onun adına karar vererek, o dönemin baş sorumlusu Kenan Evren’e cennette yer ayarlıyordu.
Gülen, Milliyet Gazetesi’ne verdiği demeçte, Kenan Evren’in ahiretini kurtardığını, cennetlikler arasında yer aldığını söyleyebiliyordu.
Oysa;
Gülen aleyhinde en küçük yazı yazan yazarlara bile katlanamıyor, onların hayatlarını karartmak için milyarlarca liralık tazminat davaları açıyor, faiz bile istiyordu. Bu yapıdaki bir insanın kendine oldukça sıkıntılı günler geçirten bir dönemin liderine cennette yer vermesine inanmak herhalde saflık ötesi bir şey olurdu.
Ülkemizde Amerika ve Avrupa standartlarında birçok hastane varken, o Amerikan hastanelerini tercih ediyordu. Hem de sözde hasta haliyle 12 saat uçak yolculuğuyla.
Kaldı ki, cemaate bağlı hastanelerden biri kalp hastalıklarında dünya standartlarına girmesine, doktorlarının uzmanlık alanında en iyileri olmasına rağmen. Yine cemaate yakın Üniversite hastanesinin de bulunmasına karşın Gülen’in her türlü riski göze alarak Amerika’ya sığınması, her şeyle açıklanırdı da, bir tek sağlık nedenleri ile açıklanamazdı.
Gülen, 80’li yıllarda ifadesi alınmak istendiğinde yaşam felsefesi gereği köşe bucak kaçıyordu. Gülen’e yakın isimlerden Faruk Mercan, “Fetullah Gülen” adlı Gülen’e övgüler düzen kitabında o kaçış günlerini şöyle anlatıyordu:
“İhtilal şartlarında aranmak Gülen’e sıkıntı veriyordu. Özellikle 1982’ye kadar geçen iki yıl içinde tam bir tecritteydi. Hiçbir arkadaşı doğru dürüst kendisine ulaşamıyordu. Bazı geceler yatacak yer bile bulamıyordu. Yıllar sonra, 19 Mayıs 2000 günü ABD’deki bir sohbetinde, ‘1982 yılında çok sıkıntı çektim ve herhalde öleceğim diye düşündüm’ diyecekti.
Çünkü;
Kendi deyimiyle; o günlerde tıpkı hayatı acılarla ve yıllar süren bir kovalamacayla geçen Victor Hugo’nun “Sefiller” romanındaki Jean Valjean gibi aranıyordu. Şeker hastalığı da o yıl, İstanbul’da tek başına kaldığı evde aşırı soğuktan hastalanmasının ardından başladı.
Kendisini Sefiller romanındaki Jean Valjean’la özleştirmesi boşuna değildi.”
Galiba burada kısa bir açıklama yapmak gerekiyor. Jean Valjean;
Krallarla mücadele eden özgürlük savaşçısıydı, ormanlar, dağlar, kaçak yaşadığı yerlerdi. Fakir halkla içiçeydi.
Gülen ise basit bir ifade vermeye korkmuş ve kaçmış, bu nedenle aranıyordu. Lüks villalarda kalıyor, kuş sütünün eksik olmadığı zengin sofralarında ağırlanıyordu. Fakir sofrasına çöktüğü görülmediği gibi, varlıklı insanların masalarının, Papaz ve Hahamlara cemaatinin verdiği ziyafetlerin baş konuğuydu.
Gülen, bırakın krallara karşı savaşmayı ömrü boyunca kralların baş savunucusu olmuştu. Kralların ve seçkinlerin rahatı için tüm cemaatini seferber etmişti. Elitin ve kaymak tabakanın her daim duacısıydı. Gülen, her şeye benzetilebilirdi ama Jean Valjean’a asla.
Güleni kendi masal dünyasında bırakalım ve dönelim onun firar hikâyelerine. Gülen, o günleri şöyle anlatıyordu:
“1980 sonrası bir tecrit dönemidir. Beş altı senesi çok şiddetli olmuştur. Bazen bir yerde bir saat kalma imkânı bile elde edemedim. Hep dolaştım durdum. Emin bir şekilde içinde oturup dua edecek bir ev bile bulamıyorduk.”
“1983 yazında Gülen’in İstanbul Altunizade’de kaldığı yer basıldı. Gülen, duvar arasında dizleri karnına dayalı vaziyette tam dört saat oturdu. Ekip bir ihbar üzerine İzmir’den gelmişti. Üç gün Gülen’in kaldığı mekânın karşısındaki hastanenin balkonundan gözetleme yapmışlardı. Gülen, oradaydı ama baskın yaptıklarında bir türlü bulamadılar. Baskın ekibinden biri, ‘Ya buradan göğe çıktı, ya da yerin altına girdi’ diyordu. Gülen, iki duvar arasında geçirdiği o dört saatin vücudunda yol açtığı ağrıları uzun süre atamadı…”
Bu açıklamaları Gülen yapıyor, Faruk Mercan kaleme alıyordu. Yine Mercan’ın kitabındaki bilgilere göre; Gülen, yakalandığında ANAP Bilecik milletvekili ‘Recep Kaya’dan İçişleri Bakanlığı Müsteşarı Galip Demirel’e, Galip Demirci’den Turgut Özal’a kadar herkesi arıyor, aratıyor, “kurtarın beni” diye feryat ediyordu.
Gülen’in 12 Eylül darbesi nedeniyle çok sıkıntı çektiğine dair ifadelerinin doğru olmadığı, 80 sonrası dönemde hiç bir zorluk yaşamadığı, yine kendisinin yaptığı bir nokta tayinle belgeleniyordu.
Gülen, haşa Allah’ın özel kalem müdürüydü ya, onun adına karar vererek, o dönemin baş sorumlusu Kenan Evren’e cennette yer ayarlıyordu.
Gülen, Milliyet Gazetesi’ne verdiği demeçte, Kenan Evren’in ahiretini kurtardığını, cennetlikler arasında yer aldığını söyleyebiliyordu.
Oysa;
Gülen aleyhinde en küçük yazı yazan yazarlara bile katlanamıyor, onların hayatlarını karartmak için milyarlarca liralık tazminat davaları açıyor, faiz bile istiyordu. Bu yapıdaki bir insanın kendine oldukça sıkıntılı günler geçirten bir dönemin liderine cennette yer vermesine inanmak herhalde saflık ötesi bir şey olurdu.
İnsan
Sevgisi
Gülen için
mürit ve kiralık kalemlerin yaptığı reklamların başında, “Fetullah’ın yüreğinin
insan sevgisi ile dolu olduğu” geliyordu.
Oysa;
Gülen’in içindeki insan sevgisi, Kestanepazarı’ndaki Kur’an kursunda dövmediği talebenin kalmayışı ile kanıtlanıyordu.
Fetullah’ın 35 yıllık dava arkadaşı, Kestanepazarı’nda Gülen’in dövmediği talebe yok diyor, evli ve iki çocuklu öğrenciyi bayıltana kadar dövdüğünü, bayılttıktan sonra da hızını alamayıp tekme attığını anlatıyordu.
Barbaros isimli bir başka öğrencinin de üstüne çıkıp tepinmeyi adet haline getirdiğini, Kestanepazarı maceralarından öğreniyorduk.
Gülen’in saldırılarından okul müdürü de nasibini alıyor, onun da üzerine çıkıp tepinen Gülen, burada ayrıcalıklı bir tutum sergiliyor, Müdür’e hediye vererek özür diliyordu.
Gülen’in 35 yıllık yol arkadaşı, 137 dönüm içindeki villalardan oluşan Amerika’daki ikametgâhında aralarındaki sorunları çözmek düşüncesiyle Amerika’ya yanına gidiyordu. Gerisini kendisinden izleyelim:
“31. gün dedim ki kafasında bir kanaat hâsıl olmuş artık, işte o gün, ben bir şey konuşabilir miyim dedim. Ne konuşacağız dedi. Ben burada 30 gündür hiç konuşmadan duruyorum, siz de böyle bir şeye zaten inanmadığınızı söylediniz. Bu konuyu, bu şekilde bu iftirayı ortadan kaldırmak için beni ya da o adamları çağırıp, gel arkadaş siz buna niye iftira ettiniz diyeceksiniz…
O mealde konuşmak için, daha bunları söylemeye fırsat bulamadan üste o cinnet anını yaşadı, ‘İmdat, imdat‘ diye bağırıyor, avazı çıktığı kadar ‘Buraya suikast yapmaya geldi, beni öldürecek…‘ Hocam ne diyorsun sen, nasıl böyle bağırırsın, ‘Çabuk Arif, İsmail Hoca, doktor bey, çabuk bu hain, buraya bana suikast yapmaya geldi.‘ Bir iki değil avazı çıktığı kadar…
Tabii oradakiler de şaşırıyorlar bu duruma, öyle bir durumu da nasıl izah edeceklerini düşünüyorlar. Ben onlara, ‘Buna niye bakmadınız bu ne hal’ diyorum.
‘Ağabey sen boş ver’ tabii bu arada ben onlarla konuşurken arkamdan da hoca şömine demirini almış, Nazlı Ilıcak diyor ki; ‘Nurettin Veren’e maşayla hücum etmiş’ yumuşatmak için, ne maşası, büyük bir demir, kulağımın dibinden nasıl geçti biliyor musunuz; gelse bitti iş. Bırak bana vurayım derken başka birine vursa o da ölürdü.”
Sözde hoşgörü abidesini savunmak için bir yazı kaleme alan Nazlı Ilıcak, Gülen’in, Nurettin Veren’e maşa attığını, maşayla hücum ettiğini kabul ediyor, kendince olayı yumuşatmak için “büyük demir değildi” diyordu.
Fetullah’ın gerçek yüzünü ortaya çıkaran o günü Nurettin Veren’den dinlemeye devam edelim:
“Yanındakilere; ‘FBI ve ClA’ya haber verin, öldürtün bunu‘ şeklinde emirler yağdırmaya başladı. Hatta devletin kendisine koruma niyeti ile vermiş olduğu polis arkadaşlara da silahlarını çekip beni öldürmelerini söyledi. O polisleri de şahit gösterebilirim.”
Kiralık kalemlerce karıncayı bile incitmeyen bir insan olarak lanse edilen Gülen, 35 yıllık arkadaşını öldürtmek istiyor, bu duruma arkadaşı şöyle isyan ediyordu:
“Bana ağır gelen, ‘FBI ve ClA’yı çağırın, öldürtün şunu!‘ şeklinde konuşmasıydı. Kendisi orada silahı çekip beni vursaydı, bu kadar yaralayamazdı.
35 yıl önce millete hizmet için yola çıktığı bir arkadaşını FBI ve ClA’ya öldürtmek istiyor. Tabii olay o kadar hızlı bir şekilde cereyan ediyor ve cinnet noktasında devam ediyor ki, yanındaki arkadaşlar verdiği emri yerine getirmeyince şöminenin önünden demiri kaptığı gibi, tabii gayet büyük bir demir, Nazlı llıcak’ın deyişiyle mangal maşası değil üzerime hücum etti.
Sonunda yirmi otuz kişinin sarsmasıyla beraber aşağı kata indirilip arabaya karga tulumba atılıp, eşyalarımı bile alamadan saat gecenin birinde New York’un ortasında bırakıldım. Bunu yapan arkadaş da daha sonra beni kurtarmak için yaptığını söyledi.
Tabii bu isimler bende saklı. Hukuki bir süreç başlatılırsa bunları söylerim, şahitliklerine müracaat edilir.”
Nurettin Veren açıklamalarına son noktayı şu sözleri ile koyuyordu:
“Eğer, bu şekilde bir davranışı yoksa, Fetullah Hoca, çıkıp ‘Yemin ediyorum, böyle bir şey olmamıştır’ diye açıklama yaparsa, ben sözümü geri alırım.”
Gülen’den bu çağrıya yanıt gelmiyor, açıklamayı Nazlı Ilıcak yapıyordu:
“Şömine demiri ile saldırı yapılmamış, mangal maşası atılmıştır.”
Gördünüz mü; içi insan sevgisi ile dolu seyyar vaizi? Bu vaiz ki, böceği çiçeği incitmekten sakınır, karıncayı ezmekten üzüntü duyarmış.
Ancak;
55 yıllık dostuna şömine demiri değil de, mangal maşası atmış.
Hizbullah terör örgütünü, “Allah’ın askerleri” sözleriyle yere göğe sığdıramayan, müritlerine kanla abdest almayı salık veren, kelle alıp kelle vermelerini teşvik eden Fetullah’tan hoşgörü abidesi yaratılmaya çalışılması, asrın en büyük ihanetlerinden biri olarak tarihteki yerini alıyordu.
Oysa;
Gülen’in içindeki insan sevgisi, Kestanepazarı’ndaki Kur’an kursunda dövmediği talebenin kalmayışı ile kanıtlanıyordu.
Fetullah’ın 35 yıllık dava arkadaşı, Kestanepazarı’nda Gülen’in dövmediği talebe yok diyor, evli ve iki çocuklu öğrenciyi bayıltana kadar dövdüğünü, bayılttıktan sonra da hızını alamayıp tekme attığını anlatıyordu.
Barbaros isimli bir başka öğrencinin de üstüne çıkıp tepinmeyi adet haline getirdiğini, Kestanepazarı maceralarından öğreniyorduk.
Gülen’in saldırılarından okul müdürü de nasibini alıyor, onun da üzerine çıkıp tepinen Gülen, burada ayrıcalıklı bir tutum sergiliyor, Müdür’e hediye vererek özür diliyordu.
Gülen’in 35 yıllık yol arkadaşı, 137 dönüm içindeki villalardan oluşan Amerika’daki ikametgâhında aralarındaki sorunları çözmek düşüncesiyle Amerika’ya yanına gidiyordu. Gerisini kendisinden izleyelim:
“31. gün dedim ki kafasında bir kanaat hâsıl olmuş artık, işte o gün, ben bir şey konuşabilir miyim dedim. Ne konuşacağız dedi. Ben burada 30 gündür hiç konuşmadan duruyorum, siz de böyle bir şeye zaten inanmadığınızı söylediniz. Bu konuyu, bu şekilde bu iftirayı ortadan kaldırmak için beni ya da o adamları çağırıp, gel arkadaş siz buna niye iftira ettiniz diyeceksiniz…
O mealde konuşmak için, daha bunları söylemeye fırsat bulamadan üste o cinnet anını yaşadı, ‘İmdat, imdat‘ diye bağırıyor, avazı çıktığı kadar ‘Buraya suikast yapmaya geldi, beni öldürecek…‘ Hocam ne diyorsun sen, nasıl böyle bağırırsın, ‘Çabuk Arif, İsmail Hoca, doktor bey, çabuk bu hain, buraya bana suikast yapmaya geldi.‘ Bir iki değil avazı çıktığı kadar…
Tabii oradakiler de şaşırıyorlar bu duruma, öyle bir durumu da nasıl izah edeceklerini düşünüyorlar. Ben onlara, ‘Buna niye bakmadınız bu ne hal’ diyorum.
‘Ağabey sen boş ver’ tabii bu arada ben onlarla konuşurken arkamdan da hoca şömine demirini almış, Nazlı Ilıcak diyor ki; ‘Nurettin Veren’e maşayla hücum etmiş’ yumuşatmak için, ne maşası, büyük bir demir, kulağımın dibinden nasıl geçti biliyor musunuz; gelse bitti iş. Bırak bana vurayım derken başka birine vursa o da ölürdü.”
Sözde hoşgörü abidesini savunmak için bir yazı kaleme alan Nazlı Ilıcak, Gülen’in, Nurettin Veren’e maşa attığını, maşayla hücum ettiğini kabul ediyor, kendince olayı yumuşatmak için “büyük demir değildi” diyordu.
Fetullah’ın gerçek yüzünü ortaya çıkaran o günü Nurettin Veren’den dinlemeye devam edelim:
“Yanındakilere; ‘FBI ve ClA’ya haber verin, öldürtün bunu‘ şeklinde emirler yağdırmaya başladı. Hatta devletin kendisine koruma niyeti ile vermiş olduğu polis arkadaşlara da silahlarını çekip beni öldürmelerini söyledi. O polisleri de şahit gösterebilirim.”
Kiralık kalemlerce karıncayı bile incitmeyen bir insan olarak lanse edilen Gülen, 35 yıllık arkadaşını öldürtmek istiyor, bu duruma arkadaşı şöyle isyan ediyordu:
“Bana ağır gelen, ‘FBI ve ClA’yı çağırın, öldürtün şunu!‘ şeklinde konuşmasıydı. Kendisi orada silahı çekip beni vursaydı, bu kadar yaralayamazdı.
35 yıl önce millete hizmet için yola çıktığı bir arkadaşını FBI ve ClA’ya öldürtmek istiyor. Tabii olay o kadar hızlı bir şekilde cereyan ediyor ve cinnet noktasında devam ediyor ki, yanındaki arkadaşlar verdiği emri yerine getirmeyince şöminenin önünden demiri kaptığı gibi, tabii gayet büyük bir demir, Nazlı llıcak’ın deyişiyle mangal maşası değil üzerime hücum etti.
Sonunda yirmi otuz kişinin sarsmasıyla beraber aşağı kata indirilip arabaya karga tulumba atılıp, eşyalarımı bile alamadan saat gecenin birinde New York’un ortasında bırakıldım. Bunu yapan arkadaş da daha sonra beni kurtarmak için yaptığını söyledi.
Tabii bu isimler bende saklı. Hukuki bir süreç başlatılırsa bunları söylerim, şahitliklerine müracaat edilir.”
Nurettin Veren açıklamalarına son noktayı şu sözleri ile koyuyordu:
“Eğer, bu şekilde bir davranışı yoksa, Fetullah Hoca, çıkıp ‘Yemin ediyorum, böyle bir şey olmamıştır’ diye açıklama yaparsa, ben sözümü geri alırım.”
Gülen’den bu çağrıya yanıt gelmiyor, açıklamayı Nazlı Ilıcak yapıyordu:
“Şömine demiri ile saldırı yapılmamış, mangal maşası atılmıştır.”
Gördünüz mü; içi insan sevgisi ile dolu seyyar vaizi? Bu vaiz ki, böceği çiçeği incitmekten sakınır, karıncayı ezmekten üzüntü duyarmış.
Ancak;
55 yıllık dostuna şömine demiri değil de, mangal maşası atmış.
Hizbullah terör örgütünü, “Allah’ın askerleri” sözleriyle yere göğe sığdıramayan, müritlerine kanla abdest almayı salık veren, kelle alıp kelle vermelerini teşvik eden Fetullah’tan hoşgörü abidesi yaratılmaya çalışılması, asrın en büyük ihanetlerinden biri olarak tarihteki yerini alıyordu.
Tüyme Refleksi
Dedelerden Geliyor
Fetullah ile
ilgili Hoşgörü masallarından sonra tekrar dönelim, dedelerine;
Fetullah’ın dedeleri de Osmanlı-Rus savaşı çıktığında cepheye koşmak yerine, soluğu daha güvenli yerlerde almakta bir sakınca görmüyorlardı.
93 Harbinde Fetullah’ın dedeleri Korucuk’u terk ederek, Sivas ve Çevresine yerleşiyorlardı, Birinci Dünya Savaşı’nda ise istikamet Yozgat’a bağlı Yerköy’dü.
Millet, vatan savunmasından yorgun, perişan düşerken, Fetullah’ın dedeleri ve cem-i cümlesi rahat bir yaşamın arkasına takılıyorlardı.
Fetullah’a sorarsan dedeleri savaştan kaçarken çok ama çok ızdırap çekmiştir. Örneğin, Ulusal Kurtuluş Savaşı bitince saklandıkları yerden çıkıp, insanlarımızın kanları ve canları pahasına kurtardıkları, savundukları topraklara geriye dönerlerken dedelerinin sadece iki eşekleri varmış. Çocuklardan yürüyemeyecek olanları babaannesi kucağında eşeğe bindirmek zorunda kalmış.
Kurtuluş Savaşı’nda yaşlı ninelerimiz ayaklarına giyecek çorapları, çarıkları olmadıkları halde, soğuk ve dondurucu kış günlerinde üzerlerindeki giyeceklerini “Millet Malıdır” diyerek cephaneye sararken, o nineler torunlarına yiyecek olarak bir dilim ekmeği bile zor bulurken, Fetullah; ninelerinin eşeksırtında torunlarını taşıyarak perişan olduklarını söylüyordu hem de yüzü bir damla bile kızarmadan.
Fetullah’ın dedeleri de Osmanlı-Rus savaşı çıktığında cepheye koşmak yerine, soluğu daha güvenli yerlerde almakta bir sakınca görmüyorlardı.
93 Harbinde Fetullah’ın dedeleri Korucuk’u terk ederek, Sivas ve Çevresine yerleşiyorlardı, Birinci Dünya Savaşı’nda ise istikamet Yozgat’a bağlı Yerköy’dü.
Millet, vatan savunmasından yorgun, perişan düşerken, Fetullah’ın dedeleri ve cem-i cümlesi rahat bir yaşamın arkasına takılıyorlardı.
Fetullah’a sorarsan dedeleri savaştan kaçarken çok ama çok ızdırap çekmiştir. Örneğin, Ulusal Kurtuluş Savaşı bitince saklandıkları yerden çıkıp, insanlarımızın kanları ve canları pahasına kurtardıkları, savundukları topraklara geriye dönerlerken dedelerinin sadece iki eşekleri varmış. Çocuklardan yürüyemeyecek olanları babaannesi kucağında eşeğe bindirmek zorunda kalmış.
Kurtuluş Savaşı’nda yaşlı ninelerimiz ayaklarına giyecek çorapları, çarıkları olmadıkları halde, soğuk ve dondurucu kış günlerinde üzerlerindeki giyeceklerini “Millet Malıdır” diyerek cephaneye sararken, o nineler torunlarına yiyecek olarak bir dilim ekmeği bile zor bulurken, Fetullah; ninelerinin eşeksırtında torunlarını taşıyarak perişan olduklarını söylüyordu hem de yüzü bir damla bile kızarmadan.
ERGÜN POYRAZ
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder