30 Temmuz 2016 Cumartesi

AMERİKA’DAKİ İMAM – II




Doğumu
– FetiH-MesiH
Babası
Şapka ve Annesi
Kerametler İncil’den
Gülen Üfürüyor
F Tipi Doktor
Anne ve Babasının Dini Bilgisi
Doğumu
Fetullah Gülen, 1938 yılında Erzurum’un Pasinler İlçesi, Korucuk Köyü’nde hem de modern Türkiye’nin kurucusu Atatürk’ün hayata gözlerini kapadığı 10 Kasım 1938 tarihinde doğduğunu öne sürüyordu.
Gülen’in dava arkadaşı Nurettin Veren, bu tarihin Gülen’in doğum günü olarak seçilmesini şöyle anlatıyordu:
“Bundaki amacı Atatürk’e atıfta bulunmak, ‘Ben o ölünce doğmuşum. Belki aynı gün, belki aynı saat’ diyerek imalı bir şekilde Atatürk’ü ülkenin dinini, imanını yok eden bir şahıs olarak vurgulayıp, kendisinin de aynı tarihte doğduğunu söyleyerek büyük kurtarıcı olduğuna atıfta bulunmak istemektedir. Ki bizim yaşımız o zamanlar 16-17 idi, kendisi de bizden 7-8 yaş büyük, 1941 doğumludur.”
Ertuğrul Hikmet tarafından kaleme alınan ve Gülen cemaatine ait Işık Yayınevi tarafından basılıp, dağıtılan “M. Fetullah Gülen” adlı kitapta, Gülen ile ilgili şu uçuk açıklamalara yer veriliyordu:
“Fetullah Gülen Hocaefendiyi yazmak, yirmibirinci asrın başlangıcını anlatmaktır. Tarihte bazı insanlar vardır; köşe başında durur ve tarihin akış istikametine tesir ederler.
Hocaefendi, son iki yüz/iki yüz elli yıllık tarihi itibariyle yenilgiler ve perişanlıklar içinde yaşayan; ancak son yüzyılda olumlu istikamette mesafe kat eden bir milletin tarih sahnesindeki yerini, gelecek asırda tayin edecek unsurlardan biri olacak hareketin fikir mimarıdır…”
Ramiz’den olma, Refia’dan doğma Fetullah Gülen, 10 Kasım 1938 açıklamalarının aksine 27.04.1941 yılında Erzurum’un Pasinler ilçesi, Korucuk Köyü’nde dünyaya geldi. Babası Ramiz; Fetullah’ın sıkıyönetim savcılığında verdiği ifadeye göre çiftçi, anılarını yazdırdığı kitaba göre ise de cami imamı, annesi Refia ise ev hanımıydı.
Ailenin üçüncü çocuğu olan Fetullah’ın, altısı erkek, ikisi kız olmak üzere sekiz kardeşi bulunuyordu.
Üç kardeşi ise değişik nedenlerle hayatını kaybediyordu. Gülen, anlatımlarına göre kendisi dahil on bir kardeş, bir baba ve bir anneden oluşan aileden geliyordu.
Gülen, kardeşleri ile ilgili şu bilgileri veriyordu:
“Biz onbir kardeşiz. Nurhayat (Seven) hanım hepimizin büyüğü ablamızdır. Onun küçüğü Fazilet küçük yaşta vefat etmiş. Ben evin üçüncü çocuğu olarak dünyaya gelmişim. Benim küçüğüm Sıbgatullah’tır. Nüfus memuru bu ismi yazmakta zorlandığı için, nüfusa Seyfullah olarak kaydedilmiş. Ama aile içinde ve çevre arkadaşları arasında bilinen adı Sıbgatullah’tır. Onun küçüğü Mesih’tir. Mesih’ten sonra Fakirullah adında bir kardeşimiz daha oldu, fakat o da küçük yaşta vefat etti.
Hasbi, Fakirullah’ın küçüğüdür ve evin yedinci çocuğudur. Salih Efendi, Hasbi’nin küçüğüdür. Fazilet (Korucuk) Hanım Hasbi’nin küçüğüdür. Fazilet’ten sonra Nizamettin adında bir erkek kardeşimiz daha doğdu. O da çocuk yaşta vefat etti. Kardeşlerimizin en küçüğü ise Kutbeddin’dir. Her birinin bende ayrı bir hatırası ve her birinin benim için ayrı birer değer ve kıymeti vardır. Cümlesinin edep, terbiye ve fazileti ise herkesçe müsellemdir.”
[* KY deepnote: Fetullah kurnazlık ederek kendisini “Kur’an’da işaret edilen özel biri” olarak gösterme işgüzarlığına mı soyunuyor? Bkz. YUSUF suresi 4. ayet.]
Fetullah kardeşlerinin edep, terbiye ve fazileti herkesçe teslim edilmiştir diyor, ancak Taraf Gazetesi’nde Amberin Zaman, Gülen’in kardeşi Salih Gülen ile yaptığı konuşmayı 7.3.2008 tarihinde yayınlıyordu:
“Salih Gülen, ‘Hoca Efendi, ev danasından öküz olmaz’ der hep, bizden de bir şey olmaz” deyince odadakilerin birden irkildiğini vurgulayan Amberin Zaman, yine aynı insanların “Acaba şimdi ne yumurtlayacak” dolu bakışlarla donup kaldıklarını aktarıyordu. Böylece edep, terbiye ve faziletin yumurtlamaya terfi etmesine tanık oluyorduk.
ClA’nın gelinlerinden Amberin Zaman , Aşkale’nin Ermeni işgalinden kurtulma şenliklerini “rezillik” olarak niteliyor, ona destek veren Fetullah’ın kardeşi Salih coştukça coşuyor, üç asır boyunca Kur’an’ı Ermeniler bastı diyor, birçok Rum, Ermeni ve Yahudi dostunun olduğunu söylüyor, Mimar Sinan’ın da Ermeni olduğunu ekleyince Taraf Gazetesi yazarı Amberin Zaman “sevindirik” olduğunu ilan ediyordu.
Gülen’in kardeşi matbaacılıkla uğraşıyor, ancak diğer meslektaşlarından pahalı fiyatla iş yaptığından cemaat dahil kimsenin kendisine iş vermediğinden de yakınabiliyordu.
Ne diyordu Fetullah;
“Cümlesinin edep, terbiye ve fazileti herkesçe teslim edilmiştir.”
Geçelim…
FetiH ve MesiH
Fetullah Gülen; “Fetullah” olan ismini “Fethullah” olarak açıklamıştı. Oysa, 31.01.1986 yılında İzmir Nüfus Müdürlüğü’nden, “değişme” sebebi ile aldığı 3881 kayıt no’lu kimliğinde ismi Fetullah olarak geçiyordu. Yani resmi belgelerde ve nüfus cüzdanında yer alan isminde (h) harfi yer almıyordu.
Fetullah, Allah’ın fetihçisi anlamını alsın, böylece saf insanlar üzerinde etkisi artsın diye uyanıklık yaparak “Fetullah” olan adına resmi belgelerin aksine “h” harfini ekliyor, böylece Fethullah oluyordu.
Fetullah Gülen, adının başına yine nüfus kâğıdı gibi hiçbir resmi belgede olmayan “M” harfini ekliyordu. Kendisini olağanüstü göstermesinin bir başka yansıması da bu harfin anlamında gizliydi. Fetullah Gülen, isminin başına koyduğu “M” harfiyle; “Ermeni Said ya da nam-ı diğer Kürt Said’in tohumlarını attığı büyük karışımın sonucunda ortaya çıkacak, beklenen Mesih benim” imajını veriyordu.
Gülen, Nasihlerin Mesih’le aynı olduğunu Mesih’i temsil edeceklerini söylüyordu. Fetullah’ın kitaplarında büyük bir övgüyle bahsettiği Abdullah Yeğin’in “Yeni Lügat” adlı sözlüğünde yer alan bilgilere göre Nasih’in anlamı ise nasihat veren, içi temiz adam, ikaz edici bir mürşittir. Daha açıkçası bir tarikatın lideridir.
Gülenin “Fasıldan Fasıla” adlı kitabının 2. cildinin 13. sayfasında bu konudaki hayallerini okuyorduk:
“Mesihiyetin bir diğer yanı da nasihattir. Aslında, Hz. Mesih’in bir adı da “Nasih”dir. Bu itibarla denilebilir ki, bir zaman gelecek, bu hususta da Hz. Mesih’i temsil eden büyük Nasihler yetişecek…
Ve bunlar camilerde yeni bir va’zu nasihat sistemiyle, çağın idrak ve şuuruna göre, Kur’ani ve kevni ilimleri, cami kürsülerine taşıyacak, Ma’bedleri kendi hususiyetlerinin yanında, birer mektep; birer medrese haline getirerek, Hz. Bediüzzaman’ın nüvelerini attığı o büyük terkibi, Kur’an-ı Kerim’in ‘Sehl-i mümteni‘ üslubuyla her seviyedeki insana anlatacaklardır.”
Babası
Fetullah Gülenin babası Ramiz Efendi 1905 doğumlu. Onun en çok etkilendiği kişilerden biri. O halde babasını da Gülen’in açıklamalarından tanıyalım:
“… Babam dikkatli yaşardı. Namazlarına çok dikkat ederdi. Onun da gözü yaşlıydı. Vaktini hiç zayi etmezdi. Tarladan eve geldiğinde ayağının çarığıyla, yemek hazırlanıncaya kadar, hemen bir kitap açar ve okurdu. Onda kitap okuma bir zevkti.
Yolda gidip gelirken de ağzı boş durmaz, ya Kur’an okur ya da yeni ezberlediği Arapça veya Farsça bir beyiti tekrar ederdi.
Gayretliydi. Okuma-yazmayı kendi şahsi gayretleri ile öğrenmişti… Sahabe efendimize cinnet derecesinde bir sevgisi vardı. Onun sahabeden bahseden kitapları hep aşınmış ve yer yer yırtılmıştır.
Kimbilir, her birini kaç defa okumuştur. Diyebilirim ki, sahabe sevgisini bana ve kardeşlerime babam aşıladı. Biz, küçüklüğümüzden beri, onları kendi aile fertlerimizden birer parça gibi kabullendik ve öyle de sevdik. Babam sahabeden bahsederken, gözleri hep bir meçhule doğru kayar ve anlattığı sahabenin hayaline dalar giderdi…”
Fetullah Gülen, babasının sahabelere olan sevgi ve muhabbetlerini anlatırken, insanın aklına hemen şu soru geliyordu. Bu kadar sahabe aşkına sahip birisi çocuklarına taktığı isimleri, sahabe adlarından seçmez miydi?
Oysa, sahabe için cinnet derecesinde bağlı olduğunu iddia ettiği babasının çocuklarına verdiği isimler bu görüşü desteklemiyordu. Fetullah, Sıbgatullah, Hasbi, Fakirullah, Fazilet, Nurhayat, Salih bu isimlerden hiçbirisi bildiğimiz Sahabe isimlerinden değildi. Gülen’in sahabe aşkıyla yanan babasının çocuklarından birine verdiği bir isimse oldukça ilginçti; Mesih!…
Gülen, babası Ramiz’in sahabeleri cinnet derecesinde sevdiğini söylüyordu ancak Ramiz bu sevgisini çocuklarına koyduğu isimlere yansıtamıyordu. Ancak, hemen hemen hiçbir samimi Müslüman ailesinin çocuklarında rastlanmayan bir isim de son derece dikkat çekiyordu. Mesih!..
Mesih, Hıristiyan inancında tanrının oğlu, tanrıyla öz ve aynı olan, insanların günahlarının bedellerini ödeyerek onlara cennet kapılarını açan kimsedir. Yani İsa’ya Mesih olarak inanan, onu tanrı oğlu olarak kabul eden hiç kimse yargılanmayacak ve doğrudan cennete gidecektir.
Nurculuğun kurucusu Ermeni Said ve Fetullah da Nurcuların cennete gideceklerini sürekli olarak işliyorlardı. Fetullah Gülen’in üstadı Said risalelerinde; kendisine inananların, nurculuğa hizmet edenlerin imanlarını kurtardığını, cennete gittiklerini ve gideceklerini “Sikke-i Tasdiki Gaybı” adlı kitabında ve diğer yayınlarında defalarca vurguluyordu.
Said; din tüccarlığını öyle bir noktaya taşıyordu ki, hâşâ sanki Allah’ın Özel Kalem Müdürü edasıyla canının istediğini cennete, istemediğini cehenneme gönderiyordu.
18. Yüzyılda İran’da ortaya çıkan Bahaîliğin kurucusu Hüseyin Mirza Ali de kendisini “Mesih” olarak ilan ediyordu.
Fetullah nüfus kâğıdında yer almamasına rağmen, kitaplarında ve özel hayatında isminin önüne “M” harfi koyarak “ben de varım” diyordu.
Fetullah’ın babası Ramiz’in diğer oğluna koyduğu isim; 1913 yılında Bitlis’te Kürt ayaklanması gerçekleştiren Şeyh Şıhabettin ile Seyyid Ali’nin dedeleri Arvasilerden geliyordu; Sıbgatullah.
Daha önce de Fetullah’ın “Küçük Dünyam” adlı kitabından aktardığım gibi, dedeleri Bitlis’in “Ahlat” bölgesinden kovulmuşlardı.
Kürtçü Nakşi şeyhlerinden, Muhammed Emir Kürdi’nin babası Kadiri Şeyhlerinden Fetullah bir başka isyancı şeyhti.
Bütün bu gerçeklere rağmen, Fetullah Gülen babasının sahabeleri cinnet derecesinde sevdiğini söyleyebiliyor, “Küçük Dünyam” adlı kitabında da babasının Sünni olduğunu vurgulamak ihtiyacını duyuyordu, izleyelim:
“Babam sünniydi. Sünnilik yanı çok kuvvetliydi. Bütün imamlara son derece saygı duyardı. Sahabe efendilerimize cinnet derecesinde bir sevgisi vardı. Onun sahabeden bahseden kitapları hep aşınmış ve yer yer yırtılmıştır… Kimbilir; her birini kaç defa okumuştur. Diyebilirim ki; sahabe sevgisini bana ve kardeşlerime babam aşıladı. Biz küçüklüğümüzden beri, onları aile fertlerimizden birer parça gibi kabullendik ve öyle de sevdik…
Babam sahabeden bahsederken, gözleri hep bir meçhule doğru kayar ve anlattığı sahabenin hayaline dalar giderdi…”
Fetullah Gülenin, “babam sünniydi, Sünnîlik yanı çok kuvvetliydi” demesi hemen akla; “acaba Fetullah Gülen kendisinden kuşkulanıldığı şüphesi içinde mi, ya da bir şeyleri mi gizlemek istiyor?” sorularını getiriyordu. Çünkü, Türkiye gibi, halkının çok büyük bir çoğunluğunun Sünni olduğu bir ülkede alışılmışın dışında, bir takım şüpheleri izale eder gibi “Babam Sünniydi, Sünnilik yanı çok kuvvetliydi” şeklinde ifadeler kullanmak pek de normal gözükmüyordu. Örneğin ülkemizde Müslümanlar itikadi açıdan Sünni olduklarını söylemek bir yana, hangi mezhepten; Hanefi, Şafi, Maliki ya da Hanbelî olduklarını dahi söyleme gereği hissetmezler.
Gülen, babasını övmeye doyamıyordu:
“Babamın kıvrak bir zekâsı vardı. Hafızası da çok kuvvetliydi. Otuz beş yaşından sonra kendini bir ilim adamı gibi yetiştirebilmesi bunu gösteriyor…”
Gülen, “Küçük Dünyam” adlı kitabının 26. sayfasında babasının 35 yaşından sonra kendisini bir ilim adamı gibi yetiştirdiğini söylüyor, ancak yine aynı kitabın 24. sayfasında 30 yaşında Kur’an okumayı öğrendiğini belirtiyor, askerde ise başkalarına okuma yazma öğretsin diye çavuş yapıldığını iddia ediyordu.
Gülen babasını övmeye devam ediyordu:
“O, çok şey olmaya müsait bir tohum gibiydi. Fakat Kuvve-i imbatiyesi sağlam bir zemin bulamamış; o da bulunduğu yerde yeşermeye boy atıp meyve vermeye çalışmıştı…”
Her şeyden önce Ferit Develioğlu’nun Osmanlıca-Türkçe Ansiklopedik Lügatinde “Kuvve-i İmbatiye” adlı bir söz yer almıyordu. “Kuvve-i inbâtiyye” vardı, onun da konuyla alakası yok. Gülen doğru dürüst ilk mektebi bitiremediğinden olacak kendi cemaatine yakın ve mensup insanlarla yaptığı konuşmalarında bol bol Osmanlıca kelimeler kullanarak kompleksini tatmin etmeye çalışıyor, ancak yetersizliğinden olacak kelimeleri yerli yerinde kullanamıyordu.
Gülen, “babam bulunduğu yerde yeşermeye, boy atıp meyve vermeye çalışmıştı” diyordu. Öyle ya babası nasıl meyveler veriyorsa, gittiği her yerden özellikle Alvar’dan kovuluyordu.

Şapka ve Annesi
Fetullah Gülen, şapka düşmanlığını “Küçük Dünyam” adlı kitabında çok ustaca (!) işliyor, kitlelerin sevgisini sarığa yönlendirmeye çalışıyordu. Bu arada her zaman olduğu gibi yine birçok çelişkileri de sergiliyordu. Nasıl sergilemesin? Sipersiz keplerle bir Mekke devrinin hayaline gidiyor, bir Amerika’ya!. Sipersiz kepleri, bir sarığa benzetiyor, bir Amerikanvari keplere!… “Amerika nire, Mekke nire, ne alaka” derseniz, Gülen tipi Müslümanlıkta ikisi bir arada oluyor.
Ancak;
Allah’ın emirleri ile CIA ve ABD’nin kanunları çatıştığında ise Fetullah Gülen, kıbleyi ABD’den yana döndürüyor, böylece meseleleri ılımlıca hallediyordu.
Kur’an’ı kaç yaşında öğrendiğini ve hatmettiğini (!) hatırlayamayan Fetullah, üç yaşında gerçekleştiğini iddia ettiği şapka ile ilgili bir olayı şapka düşmanlığı adına oldukça net hatırlıyordu.
“Küçük Dünyam” adlı kitabın 42. sayfasında yer alan bu olayı kendi ağzından dinleyelim. Dinleyelim de Gülen’in olağan üstülüğüne (!!!) bir defa daha tanık olalım:
“… Sene 1941. Üç yaşındayım. Damın üzerinde oturmuş gelip gidenleri seyrediyorum. Bu arada askerler de gelip gidiyorlardı. Aralarında konuşuyorlar ve şakalaşıyorlardı. O devirlerde askerlerin başına taktıkları kep siperliydi. Fakat yeni yeni sipersiz, Amerikanvari kepler de vardı.
Ben sebebini bilmediğim bir çağrışımla bu sipersiz keplere daha bir sempati duyuyordum.
İlk gördüğüm sipersiz kepin bendeki hatırasını ve derin izini ise hiç unutamam. İşte ben böyle damın üzerinde oturup seyre koyulmuşken, birisinin başında dediğim gibi sipersiz bir kep gördüm.
Bu diğerlerinden onu ayıran en belirgin özellik. Birden sipersiz kep giyen asker gözümde başkalaşıverdi. Bütün tecessüsümü insiyaki bir cebrilikle üzerinde topladı. Sanki o anda ondan başka kimseyi gözüm görmüyordu.
Neden ve niçin bu asker dikkatimi bu kadar çekmişti? Fizyonomisinde bir seçkinlik mi söz konusuydu? Yoksa o asker kıyafeti tümünde diğerlerinden ayrı mıydı? Hayır! Sadece başındaki kep sipersizdi. Ve benim dikkatimi çeken de sadece bu hususiyeti olsa gerekti. Ama bir kepteki siper meselesi niçin bu üç yaşındaki çocuğu bu kadar meşgul ediyordu. Veya siperli kepe onun bu kadar tepkisi nedendi? Bütün bunları o yaşımda çözebilmem elbette mümkün değildi. Bir ara bu ere hitaben birisi Ebu Talip, diye seslendi. İşte o zaman bu er benim gözümde büyük bir kahraman oluverdi. Tepeden tırnağa değişmiş ve seçkinleşmişti…”
Bu arada bir hatırlatma yapayım. Gülen, bu düşünceleri daha üç yaşındayken; sümükleri burnundan akarken, çişini bile söyleyemeyip altına yaparken gerçekleştiriyor. 60 yaşında bol bol ağlayan birinin üç yaşında bu düşüncelere sahip olmasını beklemek, hele bir de bunları 60 küsur yaşında bu denli net hatırladığına inanmak saflık ötesi bir şey olurdu.
Gülen; laik, demokratik cumhuriyetin kazanımlarına olan düşmanlıklarını dile getirmek için her yolu mübah görüyordu. İzleyelim:
“Babam evde Ebu Talip’den bahsediyordu. Ondan bahsederken hep saygılıydı. Babamın dilinde dolaşıp duran bu isim elbette büyük bir insan ve büyük bir kahraman olmalıydı. Gerçi Ebu Talip hakkında adından başka hiçbir şey bilmiyordum. Fakat babama olan saygım, Ebu Talip’e de saygımı besliyordu.
Evet, demek ki babamın bahsettiği o büyük insan Ebu Talip işte benim karşımda duran bu adam, diye düşündüm. Elbette Ebu Talip’in on dört asır evvel yaşamış olduğunu o yaşta bilmem imkânsızdı. Zaten söylediğim gibi Ebu Talip’in kimliği de benim için o anda mühim değildi. Sadece hayalime yerleşmiş bir kahramandı o kadar, meğer o kahraman yaşıyormuş hem de bizim köye gelmiş…
Ebu Talip’i görmüş olmanın mutluluğunu yaşıyorum. Ve hiçbir şeyden habersiz arkadaşlarının arasında gideceği yere doğru gevşek adımlarla ilerleyen bu askere hayran hayran bakıyorum. Ve onu kahramanlaştırıyorum…”
Gülen, üç yaşında gördüğü kepli asker masalıyla içindeki kini bakın nasıl döküyordu:
“Çünkü onun başındaki kep ki, ben onu bere olarak düşünüyorum bütün diğer siperli kep giyenlere karşı bir baş kaldırışın ifadesiydi. Ve bu kahraman bunun kavgasını veriyordu.
O anda dedem Şamil Ağa’nın başından hiç çıkarmadığı sarığı ile bu bere birbirine karışıyor. Jandarma korkusundan dolayı başına siperli şapka giyen köylülerle dedem arasındaki farkı bu askerlere tatbik ediyorum.
Babamın da daima sarıkla dolaşması bu çağrışıma ayrı bir buud kazandırıyor ve ben sarıklı ve sipersiz kep giyenlerin safında yer alıyorum… Ve bunun liderliğine de Ebu Talip’i oturtuyorum.”
Fetullah Gülen, bu ince tahlilleri bir dam üzerinde ve üç yaşında yapıyor. Ve dam üzerinde üç yaşında yapmış olduğunu söylediği bu değerlendirmeler, Fetullah Gülen’de olağanüstü görünme gayretlerinin ne denli bir saplantı halinde olduğunu da açık bir biçimde ortaya koyuyordu.
Ve gene ayrıca “…ben sarıklı ve sipersiz kep giyenlerin safında yer alıyorum” şeklindeki sözleri de Türkiye Cumhuriyeti’nde, devrim kanunlarına bakışı, Atatürkçülüğe ve jandarmaya olan kini hakkında da bir gösterge oluyordu.
Gülen’i olağanüstü olarak tanıtmak amacıyla kaleme alınan ve cemaat tarafından basılıp dağıtılan kitaplarda, yalanlar yalanlara karışarak adeta bir yalan galerisine dönüşüyordu.
Gülen’in bu kitaplarda, Anne tarafından Kurt İsmail Paşa’nın torunu olduğu vurgulanıyordu. Oysa Kurt İsmail Paşa dedikleri, gerçek kimliğini gizlemek için Kürtlüğe sığınan Kürt İsmail’di. Kaldı ki, paşalığı ise kim kaybetmişti ki o bulsun.
Fetullah Gülen de, annesi Refia hanımı ve dolayısıyla kendisini olağanüstü biri olarak göstermeye şöyle devam ediyordu:
“Benim ilk Kur’an hocam validemdir. Kendi anlattığına göre bana dört yaşında Kur’an okumayı öğretmiş. Bir ay içinde de hatmettiğimi söyler. Ben, hatmettiğimi hatırlamıyorum. Ancak bütün köylüye yemek verdiler. Birisi de bana ‘Senin düğünün oluyor’ dedi. Utandım, ağladım. O günden hatırımda kalan sadece bu hatıra var…”
Daha üç yaşındayken sözde yaşadığını söylediği siperli-sipersiz şapka ile ilgili olarak akıllara durgunluk verecek bir hafıza ve zekâ örneği sergileyen ve böylesi bir değerlendirmeyi yapabilmek için bir yaşında, birçok siyasi ve felsefi kitap okuması gerekiyordu. Ancak, yakında bir yaşında Tolstoy’dan Sartre’a kadar birçok yazarın kitabını da hatmettiğini, iki yaşında Arapça’yı söktüğünü de açıklayabilecek kapasitede olan Gülen, her nedense Kur’an’ı dört yaşında öğrendiğini ve hatmettiğini annesinin sözleri ile hatırlayabiliyor ve bu sözleriyle de esasen, üç yaşında çok çok olağanüstü bir zekâ ve hafıza örneği veren kendisini, yine kendisi yalanlamış oluyordu. Gülen, bu haliyle kendi kendisinin Brütüs’ü haline geliyordu. Gülen anlatmaya devam ediyordu:
“O devirde Kur’an okutmak yasak olduğu için, annem beni gece yarısı uykudan kaldırır ve bana Kur’an öğretirmiş. Zaten bütün köyün kadın ve kızına Kur’an’ı validem öğretmişti… Esasen tek başına bir kadının 15-20 kişinin sofraya oturduğu bir evin bütün işlerini yaptıktan sonra bir de Kur’an öğretmeye vakit bulabilmesi hakikaten zor bir meseledir. Hem o günkü kadına ait işler, sadece ev işleriyle sınırlı değildir. Davarların sağımını yaptığı gibi, kadınlar tarla ve bahçede de çalışırlardı. İşte bir taraftan idari baskı, diğer taraftan kendisine ait yapması gereken zor işler, buna rağmen gündüz boş vakitlerinde köyün kadın ve kızına geceleri de bana Kur’an öğretmesi hakikaten şaşılacak bir gayret ve çalışma örneğidir…”
Fetullah Gülen’in anlatımlarından anlıyoruz ki annesi de; dedeleri, babası ve kendi gibi olağanüstü biri… Ev de her gün 15-20 kişiye yemek pişiriyor, çamaşırlarını bulaşıklarını yıkıyor, tarlada çalışıyor, hem de her gün üstelik beli ve ayaklarından rahatsızlığı ve ağrıları olduğu halde!… Ve gene tüm bunlara rağmen Fetullah’ın
atmada sınır tanımayan yüksek ufkundan doğan anlatımlarına göre o devirde Kur’an okutmak yasak olduğundan bir de onu gece yarısı kaldırarak Kur’an’ı hatmettiriyor, hem de Gülen, dört yaşındayken ve bir ay içinde de hatim indiriyor. Üstelik Fetullah’ın anlatımlarına göre tüm hastalıkları bünyesinde toplamış ve şu haldeyken;
“Ben bildim bileli annemin hayatı çileli geçmiştir. Bir kere, onun bel ve ayaklarının ağrımadığı hiçbir devreyi hatırlamıyorum. Ayrıca tifo dahil bir çok ağır hastalık geçirmiştir. Ve yine bildiğim kadarıyla, belli bir devrede vücudunun tamamı Hz. Eyyüb gibi yara-bere sarmıştı. Bütün bunların yanında bakım ve görünümünü yapması gereken, hayatta kalmış sekiz çocuğun anasıydı. Bütün bunlar da elbette onu fiziki olarak yıpratıp sarsmıştı…”
Anasının hayatının bütünüyle çileli geçtiğini anlatan Fetullah, koyun ve ineklerin sağımının da annesine kaldığını söylüyordu.
Fetullah’ın annesi köyün kadın ve kızlarına da gündüzleri Kur’an öğretiyor. Bu durumu da yine Fetullah’ın Küçük Dünyası’ndaki şu sözlerinden öğreniyoruz:
“Gündüz boş vakitlerinde köyün kadın ve kızına Kur’an öğretirdi…”
Fetullah bu sözleriyle zor bir dönemde, çok olağanüstü şartlarda gece yarıları uykudan kaldırılarak gizli gizli Kur’an öğrendiği şeklindeki açıklamalarını yine kendisi tekzip ediyordu, öyle ya Devletin baskı ve zulmünden annesi Fetullah’a Kur’an öğretmek için gece yarısını bekliyor ve öğrenimi Gülen’i uykudan kaldırarak sürdürüyordu. Yine aynı anne, yine aynı hükümetin baskısı ve zulümlerinin olduğu aynı gün köyün kadın ve kızlarına gündüz Kur’an öğretiyordu. Fetullah bu sözleri ile yüzyılın dâhisi olamayacak, ancak olsa olsa kendi kendini tekzip etmede yine kendisi ile yarışan bir Brütüs ama kendi kendinin Brütüs’ü olacaktı.
Gülen, kendi kendinin Brütüs’ü olmakla kalmıyor, birbiriyle çelişen açıklamalarıyla; sözlerinin güvenilirliği, doğruluğu ve ruh sağlığı konusunda ciddi şüphelere neden oluyordu.
Fetullah Gülen, “Küçük Dünyam” adlı kitabının 25. sayfasında yer alan dört yaşında gizli gizli gece yarıları Kur’an okumayı öğrendiğini belirten sözleriyle, bu sefer de aynı kitabın 33. sayfasında 6-7 yaşlarında okula gitmesiyle ilgili olarak kaç sene okula gittiğini, kaçıncı sene okulu bitiremeyerek okuldan kovulduğunu net olarak hatırlayamayarak yine kendi kendisiyle çelişkiye düşüyordu, izleyelim:
“Yaşım tutmadığı için ilk sene beni okula almadılar. Okula gittiğimde yaşım yine tutmuyordu; fakat devam ettim. İki veya üç sene okula gittim.”
Fetullah Gülen, 6-7 yaşlarında kaç sene okula gittiğini anımsayamıyor ama üç yaşında siperli sipersiz şapkalarla ilgili yaptığı tehlikeli değerlendirmeleri en ince ayrıntılarına kadar hatırlıyordu.
Gülen, küçük dünyasında okul ile ilgili anılarını anlatmaya şöyle devam ediyordu:
“Öğretmenlerimden birisi aşırı din düşmanıydı. Benim teneffüslerde dahi namaz kılmamı hazmedemezdi. Ancak ben yine bir sıranın üzerine çıkar ve namazımı kılardım. Adımı molla koymuştu. Bütün sebep de namaz kılmam.”
Gülen, yine bu sözleri ile kendi kendinin Brütüs’ü olmaya devam ediyordu. Gülen’in anlatımlarına inanacak olursak 40’lı yıllarda Korucuk gibi en ücra bir köyde ilk mektebe ders vermek için bir kaç tane öğretmen geliyordu. Oysa, o dönemlerde köylük yerlerde tüm okula bir öğretmen bile zor düşüyordu. Kaldı ki çok büyük yerleşim bölgelerinde bile ilk mektebin birinci sınıfında derslere giren öğretmen beşinci sınıftan mezun edene kadar devam eder. Gülen, ne kadar küçük yaşta namaz kıldığını vurgulamak için böyle garip bir açıklamanın ardına sığınıyordu. Bakın Gülen, namaz masallarına nasıl devam ediyor:
“Benim namazım çok erkendir. Sonra bir kısmını yanlış kılmışımdır diye kaza ettim. Ama zannediyorum namaza dört yaşında başladım ve bir daha hiç aksatmadım.”
Fetullah Gülen, kitabının 25. sayfasında görüleceği üzere 1942 yıllarında yani kendi ifadesiyle dört yaşlarında, tek parti döneminde Kur’an’ı gizli gizli gece yarısı uykudan kaldırılarak öğreniyor, ama ne kadar ilginçtir ki, yine aynı Fetullah Gülen “Küçük Dünyam” adlı kitabının 33. sayfasına gelindiğinde, aynı dönemlerde namazını…
Gülen’in çelişkileri bitecek gibi değil, dört yaşında namaza başladığını belirtip, o dönemlerde hatalı kıldığı namazları kaza ettiğini söylerken dini bilgisi hakkında da şüpheler doğuruyordu. Oysa, en cahil Müslüman dahi bilir ki, namaz “baliğ” olduktan sonra farzdır. Ve baliğ olmadan önce alışmak niyetiyle kılınabilecek namazların hata şüphesiyle “Kaza”sının kılınması söz konusu değildir. Bu durum gene maalesef Fetullah Gülen’in sahip olduğu din bilgisi yönünden ciddi kaygıları beraberinde getiriyordu.
Fetullah Gülen’in annesi de Kur’an aşığıymış ama nasıl oluyorsa çocuğuna İslami veya Türk ismi değil de, Hıristiyan inancına ait isim veriliyor; Mesih!
Murat Alptekin tarafından kaleme alınan ve cemaatin yayınevi olan Muştu yayınlarınca basılan “Gurbetteki Öğretmen M. Fetullah Gülen” adlı kitabın 26. sayfasında, yine cemaate ait Işık Yayınevince yayınlanan ve Ertuğrul Hikmet tarafından yazılan “Himmeti Milleti Olan” okulda, hem de sıraların üzerinde kıldığını anlatmakta, din düşmanı öğretmeninin de kendisine “Molla” dediğinden bahsetmektedir.
“İnsan M. Fetullah Gülen” adlı kitabın 25. sayfasında yine bir “kaza namazı” kazası yer alıyordu, okuyalım:
“Daha çocuk yaşlarında ibadetlerine verdiği önem, Hocaefendi’nin başka bir yönüdür. Daha oniki yaşındadır. Bir gece eve geç gelir. Annesi:
‘Oğlum neredeydin, bak seni merak ettim’ diye sorunca Hocaefendi:
‘Anne mesciddeydim. 70 rekat namaz kıldım.’ Bunun üzerine annesi:
‘Oğlum ne namazı kıldın’ diye tekrar sorunca ‘Kaza namazı kıldım’ cevabını verir.”
Bazı kitaplarda Fetullah’ın dört yaşında bazılarında ise beş yaşında namaz kılmaya başladığı ve bir daha asla bırakmadığı da vurgulanıyor, kaza namazı kıldığı yaş da 12 olarak gösteriliyordu. Hadi Fetullah kaza namazı ile ilgili hiçbir şey bilmiyor, annesi deseniz bu durumdan o da habersiz, peki koskoca cemaatten bu yayınlardaki bu büyük hataları düzeltecek hiç kimse neden çıkmıyor, çıkamıyordu. Müridlerin böyle bir vahim durumda bile konuşma, uyarma hakkı ve cesareti bulunmuyor muydu?
Kerametler İncil’den
Gülen’in anlatımlarına dayanan bu kitaplarda böyle vahim hataların yapılmasının kaynağını Gülen’in ilişkilerinde aramak gerekiyordu. Gülen, CIA ajanı ve Türkiye ve Ortadoğu Masası Şefi Graham Fullerin yakın arkadaşıydı. Fuller, Gülen’in ABD’de sürekli oturmasından, Yahudi cemaatleriyle olan ilişkilerine kadar baş destekleyicisi ve organizatörüydü. Bir başka CIA şefi Abromowitz Gülen’i Papa ile buluşturuyordu. ClA’nın Balkanlar Masası Şefi Rum kökenli George Fidas da Gülen’e ABD’de kalması için kefil oluyordu.
1964 yılında ülkemize gelen ve Ilımlı İslâm denilen, Protestan İslâmı yaymak ve hâkim kılmak için hep Gülen’i destekleyen Graham Fuller, Gülen’in kerametlerini de İncil’den seçiyor, Gülen de onları gerçekmiş gibi afyonlanmış müritlere anlatıyor, sorgulama kültürü ve cesareti olmayan müritler de bütün bu saçmalıkları yutmak zorunda kalıyordu.
Elin Hıristiyanı “baliğ” ne demek, kaza namazı şartları nasıl oluşur bilmeyince, İncil’den aldıkları bazı bölümleri, Amerikano İslâm’a uyarlamaya kalkınca çelişkiler yumağı ortaya çıkıyordu. Luka İncil’i 2. bab 41 ve 52. ayetlerde İsa’nın dine yönelişinin en yoğun ve net olarak tanımlanmasındaki yaşı 12’dir. Öyleyse Amerikano İslâm’ın Hocaefendisi de 12 yaşında böyle bir olay gerçekleştirmelidir. Ufak bir ayrıntı olan “baliğ” durumunu CIA nereden bilsin.
Luka İncil’i 2. bab 41 ve 52. ayetlerde; İsa 12 yaşındayken anne ve babası ile Yeruşalim’e gelirler, bayramlarını burada geçirirler, sonra geldikleri grupla beraber eve dönmek için yola çıkarlar, bir günlük yol gittikten sonra İsa’nın yanlarında olmadığını anlarlar. Bu nasıl hikâye demeyin, ben uydurmuyorum İncil’de yazıyor. Bir günlük yoldan geri dönüyorlar etti iki gün, bir gün de Yeruşalim’de arıyorlar oldu üç gün!.. Üçüncü gün Kilise’ye baktıklarında onun orada olduğunu görürler… İsa’ya “Neden bize böyle ettin” diye sorduklarında ondan; “Neden beni aradınız? Bilmiyor mu idiniz ki, benim yerim mabed’dir. Babamın evidir” cevabını alırlar…
Şimdi İsa’nın başına böyle bir olay 12 yaşında gelir de, Fetullah’ın neyi eksik onun da 12 yaşında İslâmi versiyonda bu tür olayı olması gerekmez mi?.. Gerekir! CIA ne için var?
Fetullah da camiden eve geç gelir? Neden; dört yaşında başladığı ve bir daha kendi deyimi ile “asla” bırakmadığı namazları için 12 yaşında 70 rekât kaza namazı kılmasıdır. Yerseniz tabi!..
Gülen, şeytanla da sıkı ilişki içindedir. Zaman zaman sohbet ettikleri de olur. “Küçük Dünyam” adlı kitabının 119. sayfasında şeytanla arasında şu konuşma geçiyordu. Gülen’in kendi anlatımlarından okuyalım:
“Bir gün sabah namazı için yine ikinci kat mahfile çıkmıştım. Sabah namazını aynı duygular içinde kıldım. Namazdan sonra evrad ve ezkar ile meşgul oluyordum. Ansızın, kendini görmedim fakat sesini bütün baskısıyla vicdanımda duydum, şeytan bana: ‘Hele buradan aşağıya bir kendini at’ diyordu…”
Gördünüz mü? Şeytan, Gülen’i nasıl kandırmaya çalışıyor? Gülen bu, yer mi? Şeytan’a kahramanca (!) direnir. Nasıl mı? Hadi, onu da yine Fetullah’tan dinleyelim:
“…Israrla birkaç defa bana: ‘Kendini buradan at’ dedi. Ben; ‘Kendimi buradan atmamın ne faydası var ki’ dedim. ‘Olsun sen at’ diye cevap verdi. ‘İyi ama niçin diye tekrar sordum.’ O yine, ‘Zararı yok. Sen kendini buradan at’ diye ısrar etti. Ne olur ne olmaz, düşüncesiyle geri çekildim.”
Gülen’in başına gelen sözde bu olay, İsa’nın da hayatında yer alıyordu. Luka İncili 4. bab 7-13. ayetlerde, Matta İncili 4. bab, 5 ve 7. ayetlerde, Gülen’in şeytan ile macerasının benzeri Hz. İsa’nın da başına geliyordu.
Ne yani siz şimdi Gülen’in ClA’cı dostları ile beraber bu olayı buradan kopyaladığını mı düşünüyorsunuz? Olur mu? Hz. İsa, Gülen’den yürütmüştür. Neyse İncil’den ilgili bölümü okuyalım:
“O zaman iblis onu mukaddes şehre götürdü ve mabedin kulesi üzerine koyup kendisine dedi: Eğer sen Allah’ın oğlu isen kendini aşağıya at; çünkü yazılmıştır: Meleklerine senin için emredecek ve ayağını bir taşa çarpmayasın diye, elleri üzerinde seni taşıyacaklar. İsa ona dedi: Sen Allah’ın rabbi denemeyeceksin.”
Görüldüğü gibi İncil’de geçen bu olay, kötü bir kopyalama ile Fetullah Gülen’in ağzından cemaat tarafından yayınlanan kitaplarda insanlarımıza yutturulmaya çalışılıyordu.
Hz. İsa’nın İncil’de anlatılan hikâyesine göre en önemli özelliği hastaları iyileştirmesi, körlerin gözlerini açarak görmelerini sağlamasıydı. CIA İstasyon Şeflerinin en yakın arkadaşı olan Gülen de Hz. İsa gibi şifacılar arasına katılıyordu. Ancak bazı farklar da olmuyor değildi. Hz. İsa’nın iyileştirdiği hastalara tüm Filistin tanık olurken, Gülen’inkine ise sadece Gülen’in kendisi şahit oluyordu. Hz. İsa körlerin gözlerini açarken, Gülen ise gören gözleri bile kapatıyordu.
Hayatı, İncil’den bazı bölümlerle paralellik gösteren Fetullah Gülen, kendisinden bahsederken birçok hastalıkları okuyarak iyileştirdiğini iddia ediyordu, “İnancın Gölgesinde” adlı kitabının 161. sayfasında doktorlara göre bir hafta ömrü kalan bir hastayı iyileştirdiğini anlatıyordu. Okuyalım:
“Arkadaşlarımızdan biri, yaşlı bir kadının dua isteğini getirdi. Bu kadıncağız için doktorlar, ‘Kanser metestaz yapmış ve her yanını kaplamış bir hafta kadar ya yaşar ya yaşamaz… Götürün son günlerini evde geçirsin’ demişler. Kadıncağızın şahsıma büyük hüsn-ü zannı varmış; arkadaşlarımızı araya koyup ısrarla; ‘Dua etsin şifa bulurum’ demiş, o masumeye nasıl dua ettiğimi şimdi hatırlayamıyorum. Altı ay kadar sonra arkadaşıma, ‘O kadın ne oldu’ diye sordum. ‘Yaşıyor’ dedi. Sonra aradan iki yıl kadar bir zaman geçti. ‘Ne oldu’ diye yine sordum; Hacca gitti geldi, torunlarını büyütüyor’ cevabını aldım.”
Fetullah’ın bu olayda tanığı kim? Tabii ki sadece kendisi! Ne arkadaşının ismi cismi var, ne de kadının… Fetullah bu olayda nasıl bir şark kurnazı olduğunu da belgeliyor, “Nasıl dua ettiğimi hatırlamıyorum” diyordu. Öyle ya biri çıkar da “Benim de aynı hastalığa yakalanmış yakınım var. Bize de dua eder misiniz” şeklinde istekte bulunursa; işte o zaman yandı gülüm keten helva. Gitti şifacılık masalı…
İsa Mesih, İncil’den okuduğumuza göre insanların içine giren cinleri kovuyordu. O cinleri kovar da M. Fetullah ondan aşağı kalır mı Fetullah da cin kovmuş, hem de kendini Hz. Hamza ile aynı sayarak. Gülen “İnancın Gölgesinde” adlı kitabının son sayfasında Cinleri kovduğunun reklamını yapıyor, kendini Hz. Hamza olarak şöyle ilan ediyordu:
“Çok sevdiğim bir arkadaşımın hanımında evlenir evlenmez cinnet emareleri baş göstermişti. Kaskatı kesilip, gözleri dönüyor ve ‘geldiler’ diyordu! Gitmedikleri hekim kalmadı. Prof. Ayhan Songar da bir hayli meşgul oldu. Sonra? Allah (cc) başka bir yerden kapı açtı ve böyle arızalı, malûl kimselere okuyan bir hocaefendi, bir ay gelip, bu kadına okudu ve biiznillah hasta belli ölçüde ifakat buldu.
Bir defasında Ashab-ı Bedr’in isimlerini de yanıma alarak, hastanın beyi olan arkadaşımı ziyaret etmek istedim. Ben daha merdivenlerden çıkarken kadın, ‘Hoca geliyor, onun da İflahını keseceklermiş’ diye bağırmaya başladı. Ben içeriye girmedim! Ashab-ı Bedr’in isimleri bulunan kâğıdı arkadaşa verdim ve o da götürüp onu kadının üzerine bırakıverdi.
Sesi aşağıya kadar gelen hemşiremiz şöyle diyordu:
‘Niye kaçıyorsunuz? Hz. Hamza geldi diye mi?’ bunu nasıl izah eder ve hangi maddi sebebe bağlarsınız, bilemeyeceğim!.. O mübarek hemşiremiz, şu anda tamamen iyileşmiş durumdadır.”
Eski seyyar vaiz Fetullah Gülen, kendi hayatını anlatırken Hocaefendiliğine soyunduğu dinin özüne aykırı bir tutum içine giriyordu. Hiç haddi olmadığı halde kendini Allah’ın aslanı olarak bilinen Hz. Hamza ile eş gösteriyordu. Hz. Hamza hayatı boyunca hiçbir şeyden korkmadı. Hep inandığı değerler uğruna savaştı ve o yolda canını verdi.
Gülen ise hayatını hep korkuyla geçirdi. Sürekli olarak kaçtı. Kendince tehlike olarak gördüğü hemen hemen her ortamda “İnandım” dediği değerleri inkâr etti. Korku onda psikolojik sorun haline geldi. Ve Gülen bu korkularını rapora bile bağlattı. Hz. Hamza yaşamı ile Allah’ın aslanı olduğunu kanıtlarken, Gülen’in kanıtladığı ise ürkek bir rüzgar gülü olduğuydu.
Gülen, üfürükçülükle iyileştirdiğini iddia ettiği arkadaşının eşi için hiçbir samimi Müslüman’ın kullanmadığı bir terimi kullanıyordu: Hemşire!
“Hemşire” tanımlamasını Masonlar birbirlerinin eşleri için kullanıyorlardı. Yani hemşire, masonlarda, mason biraderlerin eşlerine verilen bir tanımlamaydı.
Böylece Gülen, kendi kendinin Brütüs’ü olma yolunda bir merhale daha kat ediyor, kendini överken yine birçok açık veriyor, kendi kendini yakalatıyordu.
“Siyah Beyaz” yayınlarından çıkan, “Kuşatma” adlı kitapta Gülen’in 35 yıllık yol arkadaşı “Gülen Mesih mi” başlığı altında şunları anlatıyordu:
“Gülen, esas büyük maksadını ustaca gizlemeyi başarıyor. Yaptığı işleri, ülkenin aleyhine bile olan işleri allayıp, pullayarak takdim etme becerisine sahip. Kendisini kesin olarak ‘Mesih’ gördüğü kanaatindeyim. Etrafındakilere hitap ederken ‘Havari’ gibi ifadeler kullanır. Yani, ‘Siz benim havarimsiniz’ demeye getirir. Hitap ettikleri ‘Havari’ olursa, eh o da herhalde Mesih olur…”
Gülen, İsa Mesih gibi inananlara şifa verdiği propagandasını sadece geçmişte yapmıyor, bugün de reklamını yapmak için aynı senaryoyu sahneye koyuyordu.
Gülen Üfürüyor
Jinekolog Dr. Alp Nuhoğlu’nun 6,5 aylık doğan bebeği sağlık sorunları yaşıyordu. Nuhoğlu, bebeği için; “Bebeğimiz Ali’nin kafasında kanama riski var, öyle olursa bebek sakat kalır. Bu durumda bebeği yaşatmamakta yarar var” diyordu.
Alp Nuhoğlu, bir iş için Amerika’ya gidiyor, tabi yanında İhsan Kalkavan’la. İhsan Kalkavan, “Buraya kadar gelmişiz, hadi kalk Fetullah Hoca’nın yanına gidelim” şeklinde teklifte bulunuyor. Gidiyorlar, yemek yiyorlar, sosyetik jinekologu baş köşeye oturtuyorlar. Böyle olunca Nuhoğlu, hemen Gülen’in çok özel bir adam olduğunu anlıyordu, özel bir adam yani Gülen, kendi duasının yazılı olduğu bir “altın”ını Nuhoğlu’na veriyor ve şöyle diyordu:
“Bunu al oğluna tak. Merak etme iyi olacak.”
Jinekolog şaşkınlık üzerine şaşkınlık yaşar, çünkü millet, Gülen ile görüşmek için iki-üç ay sıra bekliyormuş. Ama kendisi anında görüşür. Bakın şu Allah’ın işine ya da Gülen’in gidişine!…
Nuhoğlu asıl şaşkınlığı yurda döndükten sonra yaşar, bir de bakar ki bebeği iyileşmiş, karısı bebeğe süt vermiş, bebek de o sütü rahatlıkla yutmuş. Daha başka kimler yutmuş hep beraber izleyelim.
Şaşkınlığı geçen Nuhoğlu, hemen teşekkür etmek için Fetullah’ı aramaya başlar, ancak ulaşamaz. Ulaşamayınca da Gülen’in yardımcılarına bebeğin sağlıklı olduğu müjdesini verir ve teşekkürlerini sunar.
Ve ardından bebeğin Fetullah’ın üfürüğü ile geçtiği muştusunu basına üfler.
Fetullah’ın okuyup, üfleyerek verdiği altın sadece bebeği iyileştirmekle (!) kalmıyor, uzun zamandır Kıbrıs’ta sürüncemede olan ruhsat işlerini de hallediyordu. Nuhoğlu’nun Kıbrıs’ta açmak istediği tüp bebek merkezinin önündeki engelleri de kaldırıyordu…
Üstelik Nuhoğlu, daha altını bebeğine takamadan bu kadar faydasını görüyor ve şöyle konuşuyordu:
“Şu an bebek hastanede olduğu için orada kaybolmasın diye üzerine şimdilik takmadım. Biri gider bebeğin üzerinden alır ondan sonra üzülürüm. Bu yüzden bebek eve gelince hemen takacağım.”
F Tipi Doktor
5.12.2007 tarihinde Akşam Gazetesi yazarlarından Oray Eğin, bu üfürükçülük olayı ile ilgili şunları yazıyordu:
“Medyatik Jinekolog Alp Nuhoğlu’nun son numarası eşi Zeynep Tokuş’tan olan bebeğinin Fetullah Gülen tarafından iyileştirildiği haberini yaymak oldu. Bebeği altı buçuk aylık doğurmak zorunda kalmışlardı.
Amerika’da İhsan Kalkavan’la buluşan Alp Nuhoğlu da, ünlü işadamının yönlendirmesiyle Fetullah Hocaefendi’nin huzuruna çıkmış, ondan okunmuş bir altın almış ve solumayan bebeğinin bu sayede güçlendiğini açıklamış.
Bir tıp adamından tıbba aykırı bir açıklama…
Duyduğum kadarıyla Alp Nuhoğlu bu haberi basına bilinçli sızdırmış.
Kendisinden bahsedilmesinden hoşlanan doktorlar arasında yer aldığı için, bunu da bir PR çalışmasının devamı olarak ‘aktarmış.’
04.12.2007 tarihli Vatan Gazetesi birinci sayfasında Nuhoğlu’nun Tabip Odası tarafından savunmasının isteneceğini yazmış. Bugüne kadar da pek çok kişi, bir bilim adamının böylesi bir batıl inancın bayraktarlığını yapmasının yanlış olduğunu savundu.
İyi hoş da ya Alp Nuhoğlu bu açıklamayı bilinçli yaptıysa?
Düşünün, Fetullah Gülen cemaati milyonlarca insanı kapsayan bir hareket. Bu bir doktor için de, bir işadamı için de fethedilmesi gereken bir “pazar” anlamına gelebilir.
Çeşitli meslek gruplarından insanların Fetullah ile yakınlaştıktan sonra kendi alanlarında büyüdüklerini, sivrildiklerini görüyoruz. Mesela o günlerde adı Sabah ihalesi için geçen, ancak ihaleden çekildiğini açıklayan Akın İpek. Bundan birkaç sene öncesine kadar adını dahi duymadığımız biriydi. İpek, defalarca Fetullah Gülen’e bağlılığını açıkladı ve bugün Sabah’ın talibi olabilecek kadar güçlü bir konuma geldi.
Yahut dünyaya yayılan, Türkiye’nin turistik bölgelerine de damgasını vuran Rixos otellerinin sahibi işadamı Fettah Tamince. Onun da adını birkaç sene öncesine kadar bilmiyorduk. Rixos bir anda büyüyünce, Tamince de ortaya çıktı ve Fetullah Gülen’e yakınlığını anlattı.
Futbol dünyasında da Fetullah ve cemaatine sırtını dayayan oyuncularımız yok mu?
Müritlerinin kendilerini F tipi olarak tanımladığı bu hareket ekonomik alanlarda da çok güçlü. Yurt dışına yayılan yüzlerce okulun maliyetini Anadolu’dan işadamlarının bağışları karşılıyor ve bu insanlar sorgusuz sualsiz harekete maddi katkıda bulunuyor.
Milyonlarca dolarlık bir Pazar bu… Dahası, bu insanların da çocukları doğuyor ve Alp Nuhoğlu da yaptığı açıklamayla bir anlamda F tipinin yeni doktoru olmaya aday olduğunu söylemiyor mu?
Her ne kadar tıp dünyası ayağa kalksa da, tepkiler oluşsa da Alp Nuhoğlu’nun bundan hiçbir sıkıntısının olduğunu zannetmiyorum. Bilakis mükemmel bir reklam oldu onun için. Artık halk arasındaki imajı Fetullah Gülen’in tuttuğu doktor olarak kaldı. Uzun vadede belki de bunun maddi geri dönüşümünü görecek. Sadece sosyetik bebeklerin doğumunu sağlayan biri değil, dönemin rengine uygun bir jinekolog olarak da dolup taşacak randevu defteri…
Cemaat bu haberleri ‘olumlu’ okur, Nuhoğlu’na ‘bizden biri’ unvanını verir hemen.
Fetullah’ın yakınında olmak, ona yanaşmak bu dönemde özellikle güç anlamına geliyor. Belki de Nuhoğlu’nu da aldığı kokudan dolayı tebrik etmek gerekiyor. Bir ticari zekâ örneği değil mi?
Fetullah’ı iki kere kutlamak gerekiyor, zira üfürüğünün reklamını yapacak en medyatik ismi bulup, kendine “ne nefesi var” dedirttiği için.
Ancak ortada garip bir durum var. Fetullah her önüne geleni üfleyerek iyileştiriyor da, kendisinde şekerden kalp hastalığına, kalp hastalığından romatizmaya, romatizmadan prostata kadar birçok hastalık varken, kendine şifa sağlayamaması biraz garip kaçmıyor mu?
Ne demişler?..
Kelin merhemi olsa önce kendi başına sürermiş…
Sosyetik Jinekolog Alp Nuhoğlu, Gülen cemaati ile birlikte kurguladıkları senaryo sonucu Fetullah’ın bir üflemeyle bebeğinin hayatını kurtardığının reklamı ile insanları yanıltırken, bu olaydan kazanacağı rantların hayalleriyle ellerini ovuşturuyordu.
Nuhoğlu Gülen cemaati ile beraber sahneye koydukları oyunla; dokuz aylık yolu altı buçuk ay gibi kısa bir sürede adeta ekspres hızıyla dünyaya gelen bebeğinin kendilerini ele vermesinden de kurtarıyorlar, böylece bir taşla birçok kuşu vuruyorlardı.
Ancak;
Alp Nuhoğlu, daha Gülen’in üfleme esintileri sürerken, bir başka üfleme sonucu eşinden oluyor ve ondan boşanmak zorunda kalıyordu.
Nuhoğlu’nun bir defa daha üfletmek için Fetullah’ı araması da hiçbir fayda sağlamıyordu. Böylece Nuhoğlu’nun bebeğinin sağlığına kavuşması reklamından duyduğu keyif de son buluyordu.
Anne ve Babasının Dini Bilgisi
Gülen cemaatinin Gülen’i parlatmak amacıyla yayınladığı kitapları okuyunca ilk göze çarpan olgu şu oluyordu:
Fetullah Gülen ve sülalesi mitolojik “bir efsanenin olağanüstü yeteneklerle donatılmış kahramanları, dini efsanelerin ermişleri gibi…
Kur’an öğrenmek ve hatmetmek için sıradan bir cami hocası dahi bilir ki, önce mahreç, ardından da tecvid ilmini bilmek gerekir. Yani Kur’an, mahreç ve tecvit ilminin ışığı altında okunur, hatmedilir ve hıfz edilir. Aksi mümkün değildir. Çünkü ayetler kesinlikle yanlış okunur, yanlış okumak günah olduğu gibi kılınan namaz da doğru olmaz.
Fetullah Gülen’in “Küçük Dünyam” adlı kitabındaki anlatımlarından anlaşılıyor ki, ne annesi ne de otuz yaşından sonra Kur’an öğrendiği belirtilen ve hayatında sarıksız gezmediğini söylediği babası Ramiz, mahreç ve tecvid ilmine vakıf değillerdi. Bu durumda Fetullah Gülen’in anne ve babasının yeterince Kur’an bildiğine inanmak mümkün olabilir mi?
Tabii ki olmaz!…
Fetullah, Küçük Dünyası’nda diyor ki;
“Bana hafızlığımı babam yaptırdı. İlk Arapça Hocam da babamdı. Bana Emsile ve Bina’dan bir miktar okuttu. Ev işleri yapıyor, hayvanlara bakıyor, bu arada da günde on sayfa Kur’an ezberliyordum. Bir kış içersinde hafızlığımı tamamladım. Hafızlığımı tamamladıktan sonra da talim ve tecvid okumak üzere oturduğumuz Alvar’dan 7-8 kilometre uzaklıktaki bir zata gönderildim. Her gün kilometrelerce yolu kat ederek talim ve tecvid öğreniyordum.”
Niçin?
Çünkü, cevabı çok basit. Babası bilmiyordu. Tabii annesi de…
Babası gene kendi anlatımlarına göre 30 yaşından sonra? Kur’an öğrenmiş ve Alvar’a imam olmuştu.
Ve bu imam, “Talim” ve “Tecvit” bilmiyordu. O nedenle oğlunu her gün 7-8 kilometre uzaklıktaki bir yere, hem de imam olmayan bir hacıefendiye göndererek hemi de şanlı şöhretli bir hafızlıktan (!) sonra talim ve tecvit ilmi öğrenmeye yolluyordu.
Burada şu açıklamayı bir kere daha yapalım. Talim ve tecvit hafızlıktan sonra öğrenilmez, önce talim ve tecvit ondan sonra Kur’an okuma ve hafızlık gelir. Hiç kimse bu usulün aksini söyleyemez.
Talim, Arapça harflerin nereden çıktığını gösteren bir ders iken; Tecvit de, harflerin mahreç ve sıfatlarına uymak suretiyle, Kur’an-ı Kerim’i hatasız okumayı öğreten ilimdir.
Buradan şu sonuç çıkıyor ki; Fetullah Gülen’in babası Ramiz’in, Emsile ve Bina gibi Arapça’nın dilbilgisi kurallarına giren ilmi de yeterince ve hatta hiç bilmediği anlaşılmaktadır. Çünkü; Emsile ve Bina da, Talim ve Tecvit ilminden sonra gelir.
Kısaca, Fetullah’ın dedeleriyle ilgili anlatımlarında olduğu gibi, anne ve babası ile ilgili söylemlerinde de çelişkiler içerisinde bulunmaktadır. Daha açıkçası, mitolojik bir olayın kahramanları gibi tasvir ettiği ailesinin her ferdinin, daha sonra yine kendi anlatımları ile sıradan birer insan oldukları anlaşılmaktadır.
Fetullah, böylece bir nevi kendi kendinin Brütüs’ü olma yolunda emin adımlarla yürümeye devam ediyor, hayatının bir çelişkiler galerisi olduğu bir kere daha ortaya çıkıyordu.
ERGÜN POYRAZ

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder