30 Temmuz 2016 Cumartesi

AMERİKA’DAKİ İMAM – III




Dini Eğitimi
Ayet ve hadis bilmiyordu
Vaaiz
Kıtmir
Teyzesi ve Cinnetleri
İnkar Ettiği Raporu
Hocaları
Gülen ve Kadınlar
Gülen Kadınları Sevmiyo
Gülen ve Evlilik
Dini Eğitimi
Fetullah Gülen ne kadar din eğitimi aldı? Daha açıkçası Fetullah Gülen’in küçücük bir köy camiine bile imam olabilecek bir kapasitesi var mı?
Bu sorunun cevabını da yine Fetullah Gülen, “Küçük Dünyam” adlı kitabında satır aralarına sıkışmış bir cümlesiyle cevaplıyordu:
“Ciddî şekilde bizi Osman Hoca okuttu diyebilirim. Bütünüyle iki sene okudum.”
Bu cümle içinde geçen iki kelime oldukça ilginçti: Ciddi şekilde.”
Bir bakıma bu iki kelime Fetullah Gülen’in anne ve babasından ne derece ciddi (!) bir eğitim aldığını da ortaya koyuyordu. Fetullah, tarihin kendi kendisiyle çelişkiye düşme konusunda yetiştirdiği ender şahsiyetlerden olduğunu bir kere daha yılmadan kanıtlıyordu. Gülen, sürekli olarak kendi sözleri ile kendini yalanlıyor, yalanlamakla da kalmıyor, oldukça sıkıntıya sokuyordu.
Talebeliğimin hepsini toplasanız iki sene ancak yapar diyen Fetullah Gülen, daha sonra Edirne’ye gittiğini, orada hocalığa başladığını anlatıyordu.
Halbuki, İslamiyetin ne yüce bir din olduğunu kavramış alimler, “Kur’an-ı Kerim’i anlamak ve anlatmak yani kürsülere çıkmak için 72 yardımcı ilmi ve sekiz temel ilmi öğrenmek lazımdır” diyorlardı. Ve yine âlimler, istidatı çok olanın en az on sene ilim tahsil etmekliğinin gerekli olduğuna işaret ediyorlardı.
Fetullah’ın gerekli eğitimi almadan ortaya çıkışı, kendini sıkıntıya sokuyordu. Erzurum’da barınamayan Fetullah, annesinin memleketi olan Edirne’ye dayısının oğlu Hüseyin Top’un yanına gelir. 1959 yılında dayıoğlu Hüseyin Top ile birlikte, müftü İbrahim Efendi’nin yanına giderler.
Müftü, Gülen’i formaliteden sınav eder. Gülen’i öven kitaplarda sınavın çok başarılı geçtiği, Müftünün kendisini takdir ettiği anlatılır.
Oysa;
Dayı oğlu Hüseyin’in de yardımını aldığı sınav, hiç de reklamı yapıldığı gibi başarılı geçmemişti. Diyanet İşleri Reisliği, Müçavere ve Dini Eserler İnceleme Heyeti’nin 196 sayılı belgesine göre; Ayet-i Kerime’den zorlanarak anca altı alabiliyor, Kelam’dan ise beşi zor buluyordu. Gerçi Gülen’e o notları da vermezlerdi ancak o zaman vaizlik güme giderdi.
Çünkü;
Gülen, Küçük Dünyası’nda dört yaşında Kur’an-ı hatmettiğini ve aynı yaşta namaza başladığını büyük bir kibirle anlatıyordu. Ancak ortaya çıkan bu gerçekler karşısında Gülen’in mumu yatsıya kadar bile yanmıyordu.
1966 yılında asaletinin tasdik edilmesi için kendisinden Cuma’nın faziletini anlatan bir risale yazması isteniyordu. Her türlü kaynaktan yararlanması serbestti. Konunun uzmanlarına danışma hakkı da sonsuzdu. Süre ise bir aydı.
Gülen müthiş bir alimdi ya!.. Bir ay tamamlanınca istenen risaleyi kendince hazırlıyordu. Risaleyi okuyan adeta şoka giriyordu. Çünkü Risale baştan sona hatalarla doluydu, risalede yanlışlar ve hatalar adeta vals yapıyordu. Gülen, baka baka, yardım ala ala yazdığı risalesinde ilk mektep talebelerinin dahi yapamayacağı yanlışlara düşüyor ve Allah’ın sıfatlarını dahi eksik yazıyordu. Tabii ki; bu hatalarla dolu risale geçer not alamıyordu.
Diyanet İşleri Başkanlığı Din İşleri Yüksek Kurulu Başkanlığı’nın 28.04.1966 tarih ve 57 numaralı kararında, Fetullah Gülen’in risalesinin yetersizliği hakkında şu açıklamalarda bulunuluyordu:
“Yüksek Başkanlıkça 25.03.1966 tarih ve 21820 sayı ile kurulumuza havale buyurulan Kırklareli vaiz adayı Fetullah Gülen’in risalesi incelendi:
Bu evrakın müzakeresinde Kurul Başkanı Ali Rıza Hakses, Üyelerden H. Hüsnü Erdem, M. Şehit Oral, İsmail Ezherli, İbrahim Eken, Dr. Esat Kılıçer, Ahmet Baltacı, Hasan Ege hazır bulunmuşlardır.”
Sekiz kişiden oluşan ilmi heyet Fetullah’ın dini yetersizliğini şu cümlelerle açıklıyordu:
“…Adı geçen vaiz adayının gönderdiği risale tamime uygun bir şekilde olmadığı, mevzu ile alakalı ayeti kerime ve hadisi şerifleri risalesine almadığı gibi konu ile ilgisi bulunmayan sözleri de zikrettiği cihetle ilmi kifayetini belirtecek mahiyette bulunmadığından adaylığı müddeti sonuna kadar tamime uygun yeni bir risale göndermesinin kendisine bildirilmesinin uygun olacağına karar verildi…”
Peki Fetullah Gülen, Cuma’nın faziletini anlattığı, herkesten ve yine her kaynaktan yararlanmasının serbest olduğu risalesinde neden Ayet ve hadislerden yararlanmamıştı?
Nedeni oldukça basit!.. Çünkü;
Ayet ve hadis bilmiyordu…
Gülen’in bilgisizliği sadece bu kadar mı? Tabii ki hayır!
Diyanet İşleri Başkanlığı’nın Fetullah Gülen’den asaletinin tasdik edilmesi amacıyla istediği ve bir aylık süre verdiği, istediği kaynaktan, kişiden, kurumdan yararlanma kolaylığı sağladığı ‘Cuma’nın fazileti” ile ilgili risalesi, Gülen’in dini yetersizliğini ortaya koyması bakımından tam bir ibret belgesiydi.
Ülkemizde genellikle ilk mektep çağındaki çocukların bildiği dini bilgileri, Gülen’in, müftülük başvurusu yapmasının ardından asaletinin tasdik edilmesi için kendinden istenen risaledeki anlatımları sonucunda bilmediği açık ve net bir şekilde kanıtlanıyor ve bu durum İslam dininin ehliyetsiz ve bilgisiz ellerde ne hale geldiğinin de bir göstergesi oluyordu.
Gülen bir sayfalık risalesinde Cuma’nın faziletinden başka her şeyi anlatmaya çalışıyor, ancak dini konularda tam bir cehalet abidesi olduğu görünüyordu. Bakın Gülen İslam’da mezhepleri nasıl anlatıyor. Gramer devrimleri de Gülen’in marifetidir:
“İtikada mezhep sahipleri ikidir. Ebu mansuru matürudi ebul hasanil eseri matüridi haz. hanefi itikad imami Aşeri hz. Şafii itikad imamı”
Evet, yukarıdaki bu cümleler, noktası noktasına ve virgülüne kadar hiçbir değişiklik yapılmamış haliyle, Edirne Müftülüğü’ne talip olmasının ardından asaletinin tasdik edilmesi amacıyla Diyanetin istediği risaleyi yazan ve başta CIA ve yan kuruluşları olmak üzere en büyük dini âlim olarak milletimize yutturulmak istenen Fetullah Gülen ‘e aitti.
Gülen yukarıdaki cümlelerle gerçekleştirdiği gramer devriminden başka, dinde de devrim (!) yapıyor, itikattaki mezhep sayısını önce ikiye çıkarıyor, ancak daha sonra fikir değiştiriyor üç mezhepte karar kılıyor, itikatta ve amelde mezhepleri birbirine karıştırıyordu. Gülen, Şafi Mezhebinin imamının adını ise, bilmediği ve kimseden de öğrenemediği için risalesine yazamıyordu.
Gülen’deki bilgi eksikliği sadece bu kadar mı?
Olur mu hiç !…
Gülen’in “yazdım” dediği risaleye bakınca, Hanefi Mezhebinin imamı, İmam-ı Azam Ebu Hanife’nin kim olduğu konusunda hiç bir fikri olmadığı görülüyordu. Bu nedenle bu mezhepte de devrim yapıyor, Hanefi mezhebinin başına bir başkasını atıyordu.
Gülen, kendi cılız bilgisi daha doğrusu bilgisizliği ile Hanefi mezhebinin başına şu ismi atadığı görülüyordu: “Ebul hasenil eseri maturidi.” “Büyük âlim” diye insanlarımıza tanıtılan, propagandası yapılan Fetullah’ın bu bilgisizliğine ilkokul çağındaki Müslüman çocukları bile gülüyordu. Öyle ya, 873 yılında Basra’da doğan, 936’da Bağdat’ta ölen Hanefi değil, Eş’ariyye mezhebinin kurucusu olan ismin tam ve doğru adı İslam ilmihallerinde, namaz hocalarında şöyle geçiyordu:
“Ebül – Hasan Ali b. İsmail el – Eş’ari”
Gülen, dördüncü mezhep olan “Hanbeli” ile ilgili ise kalem oynatamıyordu.
Peki “Maliki” mezhebi ile ilgili bir şey yazmış mı diye sorarsanız, bu mezhebin adını o günlerde duymamış bile.
İslami ilimler dahil bu kadar yayını çocukluğundan beri okuduğunu söyleyen Gülen’in, bir ayda yazdığını belirttiği ve daha doğrusu yazamadığı risalesi, onun hiçbir zaman kitap okumadığını belgeliyordu.
Öyle ya, Fetullah Gülen bugün bile her yerde neredeyse bedava dağıtılan namaz hocalarından birine göz atsaydı, mezheplerle ve risalesinde yer verdiği konularla ilgili doğru bilgilere ulaşabilirdi.
Fetullah “Küçük Dünyam” adlı kitabında üç yaşında Kuran’ı hatmettiğini, daha çocukluğunda İslami ilimleri öğrendiğini iddia ediyordu. Daha ilk mektebi bile bitiremeyen Fetullah Gülen, 14 yaşında yani halkın yoksulluktan kırıldığı, ekmeği bile bulamadığı günlerde pipo içtiğini söylüyor, felsefe ve fizik dalında Descartes, Kant, Sir James Jean’ı okuyarak onlara hayranlık duyduğunu anlatıyordu.
Fetullah’ın engin kültür hazinesinden, Shakespeare, Hamlet ve Romeo ve Jülyet’iyle nasibini alırken, Victor Hugo, Tolstoy, Dostoyevski ve Puşkin de Gülen’in çocukluğundan beri okuduğu masallarını anlattığı yazarlar arasında yer alıyordu.
Fetullah Gülen, yalan yanlış yazdığı Cuma’nın şartları arasına, haccın şartlarından olan tavafı da karıştırıyordu. Ne denli Engin (!) bir din bilgisine sahip olduğunu bir kere daha kanıtlıyordu.
Fetullah risalesinde Allah’ın sıfatını bile yanlış yazıyor, Cuma’nın şartlarından bile bihaber olduğu ortaya çıkıyordu. Gülen, bu dini olumsuzlukların yanında rüyalarına dayanarak Nurcuların cehenneme gitmeyeceğini iddia edebiliyordu. Fetullah müftü olamamıştı, ama haşa “Allah’ın Özel Kalem Müdürlüğü’ne” soyunmuştu.
Fetullah Gülen olayının en trajikomik taraflarından biri de, bu denli dinden uzak ve bilgisiz bir insanın, başta CIA ve onun işbirlikçileri tarafından en büyük dini âlim, en yaman entelektüel havalarına sokulmasıydı. Gülen de tam bir şark kurnazı edasıyla bu rolünü çok güzel oynuyordu.
Gülen’i övme kitaplarında, Gülen’in kendisinden övgü ile bahsedilmesinden nefret duyuyor olması, kendisinin methedilmesinden tiksinmesi, iğrenmesi gibi gerçek dışı bilgiler yer alıyordu.
Kendisinin övülmesinden iğrendiğini, tiksindiğini, nefret ettiğini söyleyen Gülen, Cumhuriyet tarihinde adına gerçek dışı kitapları yazılan, gazete röportajları yayımlanan, seminerler düzenlenen isimlerin en başında yer alıyor, bu etkinliklerin masrafları ise ülkemizin kandırılan fakir insanlarından toplanan paralar ile gerçekleştiriliyordu.
Gülen, yıllardır kendini övdürmeye öyle kaptırmış ki, bu övgü kitaplarına abartılı ve gerçeklerle bağdaşmayan demeçler vermekten başka işlerine zaman bile ayıramıyordu.
Bakın, kendisini ve ailesini adeta peygamber gibi üstün olarak gösterdiği “Küçük Dünyam” adlı kitabında, kendisinin övülmesi konusunda nasıl takiyye yapıyordu:
“Ben kendimden bahsedilmesinden nefret ediyorum, tiksiniyorum, iğreniyorum. Halbuki siz benim hakkımda bir başkasından bile duymaya dahi tahammül edemeyeceğim bu işi bana yaptırmak istiyorsunuz. Anlatılması gereken bunca ulvi hakikat varken benim kendimi anlatmam ve bunca önemli işler dururken benim böyle kıymetsiz bir işe vakit ayırmam katıyyen doğru değildir.”
Kitabın girişinde bunları söyleyen Gülen, bir sonraki sayfadan başlayarak 260 sayfaya yakın kitabın tamamında, dedelerini, ailesini ve kendisini mitolojik bir efsanenin kahramanları peygamberler üstü olarak göstertmek için gerçek dışı birçok olay anlatıyor, kendini övmede yine kendiyle yarışıyordu.
Neyse Gülen’i bu bilgisizliği ve takiyyeleri ile baş başa bırakıp, onun vaizlik serüvenine dönelim.
Fetullah’ın Erzurum’da barınamayacağı anlaşılınca anne tarafından yakın akrabası olan ve Edirne’de imamlık yapan Hüseyin Top’un yanına gönderiliyordu. Fetullah “Küçük Dünyam” adlı kitabında bu olayı şöyle anlatıyordu:
“Annemin de muvafakati ile Edirne’ye gitmeme karar verildi. Edirne’de anne tarafından akrabamız Hüseyin Top Hoca vardı, zannediyorum, bu ilk gurbetimde o bana sahip çıkar düşüncesi bu kararda etkiliydi.
Edirne’ye giderken, yol güzergâhı olmasından da faydalanarak önce Ankara’ya uğradım…
Bu arada Diyanetin açacağı vaizlik imtihanının tarihini de öğrendim. Bir gece de Mustafa Zeren Bey beni Bahçelievler’deki evinde misafir etti. Uzun süre Türk Hava Kurumu’nun Başkanlığı’nı da yapan bu zat, babamın yakınlarındandı ve o sıra Milletvekiliydi…”
Gülen, ertesi gün İstanbul’dan trene biniyor ve Edirne’ye varıyordu. Gelin o günleri de Gülen’den dinleyelim:
“Enteresandır, ilk defa geldiğim bu yerde ilk geleceğim yer Üç Şerefeli Camii’nin karşısındaki han oldu. Daha sonra da bu camiiye imam olacaktım.
Sabah kalkınca Hüseyin Top’u buldum. Bana kendisi müftü ile görüşene kadar geçici olarak Yıldırım Camii’nde bir yer hazırladı. Müftülüğe İbrahim Akın vekalet ediyordu. Hüseyin Top Hoca ise, hem Yıldırım Camii’nde imamlık yapıyordu hem de vaizdi. O dönemlerde iki vazife birden veriliyordu.”
Hüseyin Top, Fetullah’ı müftü vekiline götürüyor, orada usulen bir sınav yapılıyor ve bu sınavın (!) ardından, Akmescid’de görevlendiriliyordu. Verilen görev neydi derseniz, Gülen’in açıklamalarına göre imamlık!…
Ancak sürekli kendi kendinin Brütüs’ü olma konusunda rakip tanımayan Gülen, “Küçük Dünyam” adlı kitabının aynı sayfalarında, “Bir iki ay sonra, vaizlik imtihanına gitmek için Ankara’ya gittim. 15 gün kadar kalıp tekrar Edirne’ye döndüm” diyor ve imam değil vaiz olduğunu ağzından kaçırıyordu.
Gülen’in vaizlik sınavının sonucunu akrabası olan Milletvekili Mustafa Zeren Edirne Müftülüğü’nü telefonla arayarak veriyordu.
Böylece hadis ve ayet bilmeyen Gülen, akrabalarının desteği ile vaiz oluyordu.
Gülen’in vaizlik serüvenine geçmeden önce bir iki konuya daha açıklık getirelim. Gülen önce İbrahim Akın’ın kendini imam olarak atadığını söylüyordu.
“Sınav sonucunda da Üç Şerefeli Camii’ye ikinci imam olarak atandım” şeklinde konuşuyordu.
Oysa,
Gülen, Diyanet İşleri Başkanlığındaki özlük dosyasına göre, hayatının hiç bir döneminde imam olamamıştı. Sadece imamın mazeretleri olduğu günlerde vaiz olarak görev yapabilmişti.
Bir başka gariplik de, Hüseyin Top’un ta Erzurum’lardan gelen yeğenini evinde misafir olarak kabul etmeyip, onu cami avlusuna bırakmasıydı. Gülen’in 35 yıllık yol arkadaşı bu konuda oldukça ilginç bir açıklama yapıyordu.
“En yakın akrabası Hüseyin Top, Gülen’i evine kabul etmedi.”
Bu iç karartan durum üzerine Diyanet İşleri Başkanlığı 20 Mayıs 1966 tarih ve 27559 sayılı bir yazıyla ikinci defa risaleyi yazmasını istemek zorunda kalıyordu.
Fetullah Gülen, ilmi seviyesine bakmadan akrabası yani dayısının oğlu olan Hüseyin Top’un girişimleri ile Edirne’de vaiz olarak göreve başlamasının ardından, kendisine vaizlik yolunu açan müftünün makamına göz dikiyor, Müftülüğe de talip oluyordu. Bunu da kendisinden izleyelim:
“Bir iki ay kadar Akmescid’de namaz kıldırdım. Vaaz verdim. Zaten bu arada Ramazan ayı da gelmişti. O sırada vaazlık imtihanına girmek için Ankara’ya gittim.
On beş gün kadar Ankara’da kalıp tekrar Edirne’ye döndüm, imtihan neticeleri daha sonra belli olacaktı. Ve bir gün Edirne Müftülüğü’ne Ankara’dan bir telefon gelmiş, arayan Mustafa Zeren’di. ‘Yeğenimin gözlerinden öperim, imtihanı kazandı’ diye mesaj bırakmış. Hüseyin Top yine çok sevinmiş. Çarşı Pazar beni aramaya başlamış, nihayet beni buldu, caddenin ortasında müjdeyi verdi, boynuma sarıldı: ‘İmtihanı kazandın’ dedi.”
Gülen’in hırslarına ve hayallerine kurşun atsanız yetişemezdi. Vaizlik sınavını kazanır kazanmaz, 17 yaşında Edirne müftülüğüne talip oluyordu. Gülen bu arzusunu şöyle dile getiriyordu:
“Bir dilekçe yazdım ve Edirne müftülüğüne talip oldum. Diyanet’ten gelen cevap olumsuz oldu. ‘Askerliğinizi yapmadığınız için sizi müftü yapamıyoruz’ diyorlardı.”
Gülen, Milletvekili akrabasına öyle güveniyordu ki, o günlerde aklı bir karış havada geziyor, müftülüğü de çantada keklik görüyordu. Bu nedenle hiç vakit kaybetmeden, Edirne Devlet Hastanesi Baştabipliği’ne müracaat ediyor, müftülük yapmaya engel halinin olmadığının belirtilmesi için sağlık raporu istiyordu.
Edirne Devlet Hastanesi Baştabipliği’nin 13.04.1959 tarihli ve 959/130 heyet nolu raporunda şu bilgiler yer alıyordu:
“Vilayet Yüksek Makamından Hastanemize havaleli 8.4.1959 tarihli dilekçesi ile sıhhi durumunun tespitini isteyen Fetullah Gülen’in yapılan muayenelerinde: Devattio septi nasisi vardır. Bu durumu ile müftülük yapabileceğine karar verildi.”
Ancak, her ne kadar Edirne Devlet Hastanesi Baştabipliği müftülük yapabilir diyorsa da, son sözü Diyanet İşleri Başkanlığı Gülen’in babasının dostu Mustafa Zeren’e şöyle söylüyordu:
“Onda hiçbir zaman müftü olacak ilmi ve dini kabiliyet, ilmi ve dini bilgi yok. O nedenle kim araya girerse girsin bu iş olmaz.”
Ve Fetullah Gülen, hayatı boyunca değil müftü, müftü yardımcısı ve hatta imam bile olamıyordu.
Diyanet’teki sınav ve risale sonuçlarından ve en önemlisi kendi anlatımlarında verdiği çelişkili bilgilerden ve açıklardan da kolayca anlaşılacağı üzere, Fetullah Gülen son derece eksik ve yine o kadar şaibeli bir dini eğitiminden sonra, dayısının oğlu Hüseyin Top’un torpili ile kendisini vaiz olarak kabul eden müftünün koltuğuna göz dikiyor, bu makam için yetersizliğine aldırmadan müftülüğe talip oluyordu.
Oysa dini, hele İslamiyet gibi bir dini bir parça içine sindirmiş, bir parçacık anlayabilmiş olsaydı; herhalde müftülük gibi her açıdan kendisini çok aşan bir makama talip olmazdı. O makama son derece uygun bir zat ise, edep gereği yine böyle bir makama talip olmaz, bunu ihsas dahi ettirmezdi. Çünkü, İslamiyet’te görev istenmez, verilir.
Fetullah Gülen, 17 yaşındaki bu davranışından çekinmeden bahsetmekle, hem “Görev istenmez, verilir” şeklindeki İslami kuralı bilmediğini, hem de nasıl bir büyüklük kompleksinin içerisinde olduğunu ortaya koyuyordu.
Vaaiz
Gülen, Kocatepe Camii’nde vaaz vermek istediğine dair 30 Ekim 1977 tarihinde Diyanet İşleri Başkanlığı’na verdiği dört satırlık tarihsiz dilekçesinde gaf üzerine gaf yapıyordu.
Gülen dilekçesinde, “Ankara Kocatepe camii’nde vaaz ve hutbe vermek istiyorum” diyor, sıfatını yazarken de “Bornova müftülüğünde vaaiz şeklinde bir cümle kullanıyordu.
Oysa, dinle uzaktan yakından ilgisi olan herkes bilir ki, İslam’da “Vaiz”, “Vaizan”, “Vaizin” gibi adlarla anılan meslek grubu, “İbadet yerlerinde dini öğütlerde bulunan” anlamına gelir.
İslam’da “vaaiz” şeklinde bir meslek grubu olmadığı gibi, böyle bir tanımlama da dini terminolojide yer almıyordu.
Gülen’in her yanı dökülen dilekçesinden çıkan bir sonuç da şunu gösteriyor ki, Gülen, ne iş yaptığının bile bilincinde değildi. Ama 17 yaşında ilmi yetersizliğine bakmadan müftülüğe soyunabiliyordu.
Kendisini vaiz değil, “Vaaiz” sanan Fetullah Gülen Diyanet İşleri Başkanlığı’na verdiği dilekçede, bir gariplik daha sergiliyor, “Vaaz ve hutbe” verme işine talip oluyor, ancak Cuma namazı kıldırmak istemiyordu.
Diyanet İşleri Başkanlığı’nın yayınladığı tarihte İlmi Müşavere ve Redaksiyon Heyeti içinde Hayrettin Karaman, Ali Bardakoğlu ve Yunus Apaydın’ın olduğu “İlmihal” kitabının 1. cildinin 302. sayfasında, Cuma namazını hutbe okuyan kişinin kıldırmasının sünnet olduğu vurgulanıyordu. Yine aynı sayfada, “Hutbenin mekruhları” başlığı altında, hutbenin sünnetlerini terk etmenin mekruh olduğu belirtiliyordu. Cenaze namazından başka namaz kıldırdığı görülmeyen Fetullah , kendisine “Vaaiz” sıfatını yakıştırdığı dilekçesinde sadece vaaz verme ve hutbe okumaya talip oluyor, Cuma namazı kıldırmaktan ise kaçınıyordu.
Fetullah namaz kıldırmaktan, hem de vaaz ve hutbesini okumaya hevesli olduğu Cuma namazını kıldırtmaktan kaçınıyordu. Fetullah’ın Cuma namazını kıldırmaktan kaçınmasının nedenleri ne olabilirdi?
Fetullah’ın Cuma namazını kıldırmak istememesinin nedeni olarak, namaz kıldırmayı bilmemesini düşünmek varlık nedenine aykırı olurdu. Fetullah, öğrendiği bir iki tane sahabe hikayesine biraz Arapça sözler, biraz Farsça lakırdılar, bol miktarda gözyaşı ve feryad-ı figan katarak insanları etkilemeye çalışıyor, onların beyinlerini iğdiş ediyordu.
Fetullah’ın namaz kıldırmaktan kaçınmasının diğer sebebi de, asıl inancı gereği mecbur kalmadıkça ve çevresinde etkileyeceği insanlar olmadıkça secde etmemesiydi. Gülen’in vaaz verirken, cenaze namazı kıldırırken yüzlerce görüntüsü varken, secde ederken bir tane görüntülenmiş pozu yoktu.
Gülen’in izinden gittiğini sürekli olarak tekrarladığı Ermeni Said, sürekli olarak kendisinin Şafi olduğunu söylüyordu. Şafilerde ise hatibin imamlığının sahih yani geçerli olması, hutbenin şartları yani olmazsa olmazları arasındaydı. Yani imam olmayan, Cuma namazı kıldıramayan biri asla hutbe okuyamazdı.
Kıtmir
Oysa aynı Gülen “Kırık Mızrap” adlı şiir kitabının 70 ve 72. sayfalarındaki kimi mısralarda kendisi için şöyle tanımlamalarda bulunuyordu:
“Vuslatın, bu garip kıtmirin (…) her dem hülyası.”
“Aç lütfunla bağrını aç ki, kıtmir kulundur.”
Fetullah Gülen bu mısralarda da ilk bakışta büyük bir tevazu örneği verir gibi görünse de, maalesef böyle bir tevazünün yani insanın kendisini İslâmi hiçbir yükümlülüğü bulunmayan bir köpek seviyesine indirmenin de yine İslâmla telifi mümkün değildir.
Fetullah Gülen, namaza başlama yaşını kimi yerde üç-dört, kimi yerde dört, kimi yerde de beş olarak anlatıyordu. Hayatındaki her konu çelişkiler yumağı olan Gülen, kendisini Kıtmir’e yani köpeğe benzetirken tam bir istikrar sağlıyordu. Önce namaz çelişkisini ardından kendini Kıtmir’e benzetmesini görelim. Gülen, “Küçük Dünyam” adlı kitabın 35. sayfasında namaza başlama yaşını şöyle açıklıyordu:
“… Benim namazım çok erkendir. Sonra bir kısmını yanlış kılmışımdır diye kaza ettim. Ama zannediyorum, namaza dört yaşında başladım bir daha hiç aksatmadım…
Öğretmenin baskılarına ve benimle istihza etmeye çalışmasına rağmen o devrede de namazımı hep kıldım…”
Fetullah Gülen’in alçak gönüllülüğü de dikkat çekici, ancak alçak gönüllülüğünü sergilerken bile kendisine övgü üzerine övgü yağdırıyor, göklere çıkarıyordu. Kendini överken, kıtmire benzetirken namaza başlama yaşını “Sonsuz Nur” adlı kitapta bu kez “beş” olarak gösteriyordu.
İzleyelim:
“… Ancak, acaba biz, o sultanlara sultanlığı öğreten Gönüller Sultanını istenilen ölçüde bilebildik mi? Sizi ne diye karıştıracağım? Beş yaşından beri başını secdeye koyan ve O’nun boynu tasmalı, kapısının “Kıtmirli olduğunu söyleyen ben, O’nu tam anlatabildim mi?…”
Fetullah Gülen, burada bir yandan kendini Yedi Uyurlar da denilen Ashab-ı Kehf ile mağarada yedi sene kalan köpekleri Kıtmir’e benzeterek kendisine alçak gönüllü dedirtmeye çalışırken, bir yandan da “beş yaşından beri alnı secdede” olduğunu vurgulayarak kendini yüceltme oyunlarına giriyordu.
Fetullah’ın kendini benzettiği Kıtmir’e Necip Fazıl’ın “Son Devrin Din Mazlumları” adlı kitabında rastlıyorduk. Necip Fazıl, Menemen İsyanını anlattığı kitabında isyana katılan Derviş Mehmet ve arkadaşlarının sürekli olarak yanlarında dolaşan köpeklerinin ismini şöyle açıklıyordu:
“Kıtmir”
Fetullah, kendini değerli bir köpek olan Kıtmir’e benzetirken, beraberce hapis yattıkları, Nurcuların “Yazıcılar” grubundan Ali Osman Yüksel’in oğlu tarafından ise “Kelp”e yani alelade bir köpeğe benzetiliyordu. Bu ilginç benzetmeyi yine Fetullah’ın yazdıklarından okuyalım:
“O devreye ait unutamadığım vakalardan biri de Ali Osman’ın küçük oğlu Hüsrev’in durumuydu. Daha ilkokula dahi gitmeyen bir çocuktu. Beni Kelp, etrafımdakileri de maymun şeklinde gördüğünü söylüyordu. Diğerleri de hep onu tasdik ediyorlardı. Bir gün tel örgüden içeriye aldılar.
Ali Osman oğluna sormaya başladı: ‘Oğlum birinci kat semayı görüyor musun?’
Çocuk cevap veriyor: ‘Görüyorum.’
O yine soruyor: ‘Peki birinci kat semada ne var?’
Cevap: ‘Misvak var.’
Ve babası; ‘Görüyor musun nasıl bildi?’ manasında bana bakıyor ve çocuk ikinci kat semada da seccade olduğunu söylüyor. Zaten onlar da bu ikisine çok ehemmiyet veriyorlar.
Yine bir ara tel örgüye bir kuş kondu ve birkaç kere öttü. Ali Osman oğluna kuşun ne dediğini sordu. O da ‘Annen seni merak ediyor, artık eve dön’ diyor, dedi. Ve onu annesinin yanına gönderdiler.
İşte Hüsrev böyle saçma sapan şeyler söylüyordu. Ama yazıcı denen grup bu çocuğa kesin olarak inanıyorlardı. Hatta bu çocuğun anlattıklarıyla komünistlere tesir etmeye çalışıyorlardı.
Hüsrev’i Türkeş ve Erbakan’la da görüştürmüşler… Belki çocuğa cinler musallat oluyordu, bilemiyorum. Ama onun bir çocuk olduğunu unutup meseleyi bu kadar büyütenleri anlamak mümkün değildi…”
Teyzesi ve Cinnetleri
Fetullah Gülen’in, hayatında bir veya iki defa delirdiğini açıkladığı bir teyzesi vardı. Fetullah Gülen, Şemsettin Nuri kod adıyla yazan Latif Erdoğan’ın kendisiyle yaptığı röportajda; teyzesi bir gece tespih çekerken kendiliğinden yerden bir metre kadar yükseliyor, yani uçuyormuş.
Bunun üzerine eniştesi, teyzesini bacağından tutup geri çekiyor. Gülen’e göre teyzesinin delirmesine, bu olayın yanlış ele alınması neden olmuştur. Gülen, “İnancın Gölgesinde” adlı kitabının 162. Sayfasında da teyzesi ile ilgili şunları söylüyordu:
“Bir misal daha arz edeyim; teyzem, cinnet getirdi ve her şeyi yakıp yıkmaya başladı. Zincirlerle ancak zapdedilebiliyordu. Kendisini hastanenin dördüncü katından aşağıya attı. Bir şey olmadı. Kocası bir hocaefendiye gitti, bir şeyler yazdırdı ve bıraktı. ‘Beni niye öyle zincirlerle bağladınız’ dedi, sızlanmaya başladı… hayret
teyzem iyileşmişti…”
Gülen, kendisine yöneltilen; “Teyzenizin cinnet geçirmesinin psikolojik bir tahlili var mı?” şeklindeki soruyu, yine kendisi ile ilgili şu tahlillerde bulunarak yanıtlıyordu:
“Bende iki defa bu hale yakın bir hal oldu. İlki Seyyid Kutup’u anlatırken oldu. Hani Hamide Kutup, Nasır’ın köpekleri tarafından ırzına tasallut edildiği zaman (tecavüze uğradığı zaman) ‘Ağabey’ diye bağırıyor!.. O da ‘Katlanacağız buna kardeşim’ diye cevap veriyor. Tam bunu anlatırken, beynim preslenip kafatasıma yapıştırılıyor gibi bir hal yaşadım.
Bir başka zamanda böyle olmuştu. Ender bir hadisedir. Bunu biraz ileriye götürdüğünüz zamanda zannediyorum ciddi bir kontak atması olur.”
Fetullah Gülen, kendisinin de cinnet geçirdiği anları; beyninin preslenip kafatasına yapıştırıldığı anı, Hamide Kutup’un tecavüze uğramasını anlattığı anın haricinde “bir başka zaman” diyerek geçiştirmiştir.
Fetullah’ın anlattıkları ve vaazlarında sebepli sebepsiz sık sık ağlayıp inlemeleri, onun ya çok hassas ve kırılgan bir yapıya da sahip olduğunu gösteriyor ya da çok iyi rol yaptığını kanıtlıyordu.
İnkar Ettiği Raporu
Fetullah Gülen, hakkında istihbarat birimlerince hazırlanan ve Başbakanlık, Cumhurbaşkanlığı gibi makamlara da iletilen bilgi notunda yer alan, Psikiyatri Kliniğinden aldığı raporunu sürekli olarak reddediyor ve “Böyle bir rapor varsa ortaya çıkarın” diye iddialı bir şekilde konuşuyordu.
Gülen’e kendine olan yakınlığı ile bilinen “Aksiyon” dergisinin 6-12 Haziran 1998 sayılı nüshasında yine kendi ağzından; Allah aşkına ve lütfen bu raporu ibraz etsinler!..” şeklindeki açıklamalarıyla psikiyatri kliniğinden aldığı raporu inkar ediyordu.
İnkâr furyası bununla da kalmıyor, Lynne Emily Webb isimli biri tarafından kaleme alınan ve Zaman Gazetesi tarafından da okuyucularına dağıtılan “İftiranın Değişmeyen Mantığı” adlı kitabın 129. sayfasında ve İ. Adil tarafından yazılan “Fetullah Gülen Gerçeği” adlı kitabın 260. sayfasında yine aynı sözler ve yine aynı imla hatalarıyla bu rapor inkâr ediliyordu.
Oysa, “dürüst, namuslu, güvenilir din adamı” v.s., vs. olarak tanıtılan Fetullah Gülen bu raporu almış, rapor eski tarihli olduğu için “İmha edilmiştir” şeklindeki düşüncesiyle de gerçeklere takla attırmaya çalışmıştı.
Şimdi Gülen’in “Allah aşkına ve lütfen bu raporu ibraz etsinler” şeklindeki isteğini de kırmadan bu raporu ibraz edeyim:
Eyüp Hükümet Tabipliği, 27.2.1981 tarihinde Gülen’de gördüğü patolojik bozukluklar üzerine kendini Cerrahpaşa Tıp Fakültesi Hastanesi Psikiyatri Kliniğine sevk etmişti. Burada Uzman Doktor Müfit Uğur ekibi ile birlikte Gülen’in şikayetleri doğrultusunda kendisine “Reaktif Ankisiyete hali” teşhisini koyarak, 20 gün istirahat veriyor, ilaçlarını düzenli olarak kullanmasını ve tedavisini aksatmamasını söylüyordu.
Gülen’in hastalığının Türkçesi; “Sürekli olarak tekrarlayan korku”dur.
Gülen, bu nedenle olacak adının MİT raporunda geçtiğini haber alır almaz sağlık nedenlerini bahane ederek Amerika’ya uçuyor, döndükten bir süre sonra bu defa hakkında açılan soruşturmanın ardından yine sağlık sorunlarını bahane ederek sanki ülkemizde doktor kalmamış gibi, Amerika’ya bir kere daha “hicret” ediyordu.
Hocaları
Fetullah Gülen, Küçük Dünyası’nda hayatını anlatırken, etkilendiği ve ders aldığı hocalarından bahsederken Alvar İmamı olarak bahsettiği kişinin, kendisi üzerindeki etkilerinin çok derin ve kalıcı olduğunu vurguluyordu. Gülen anılarında;
“Bu arada ailemin dışında Alvar İmamı’nın da tesiri büyüktür… Benim o zatla bütünleşmem için bütün sebepler ortadaydı.” diyordu:
Fetullah Gülen, Alvar İmamı’nın tesirinin ne gibi bir dini eğitimle biçimlendiğini, bu bütünleşmenin hangi konu ve konularda olduğunu açıklamıyordu. Fetullah’ın anılarından, Alvar İmamı’na karşı tutku yüklü bir eğilimle bağlı bulunduğunu ve aralarında çok derin bir duygusallık bağı kurulmuş olduğunu anlıyorduk.
Fetullah Gülen, Alvar İmamı’nın dini seviyesinden, eserlerinden bahsetmek yerine, İmam’ın hakkında yazdığı uzun ve heyecan dolu pasajlarla, aralarındaki ilişkinin olağan dışılığı konusunda belli bir fikir veriyordu:
“Efendimize benziyordu. Kaşıyla mı, gözüyle mi, yüzüyle mi? Bu deruni hisler içinde O’na hayranlık duyuyor…. Onun cazibe-i kutsiyesi ve benim şuuraltı mükte ebatım sık sık kesişir, kucaklaşır ve bana rengarenk anlar yaşatırlardı…
Her başımı okşayışında, o günkü hislerimle kendimi sağlam bir emniyet noktasına ulaşmış hisseder, ruhumu bir inşirahın sardığını duyardım. Aradan bunca zaman geçmiş olmasına rağmen hala onun ipekten ellerini kulaklarımda hisseder, ruhumu bir inşirahın sardığını duyardım…”
Fetullah, 16 yaşına geldiğinde Alvar İmamı’nın öldüğünü duyuyor, tabiri caiz ise dünyası yıkılıyor, yaslara ve matemlere giriyordu. Bu olayı da kendisinden dinleyelim:
“Ben sabah namazından sonra biraz uzanmıştım. Birden ‘efe öldü’ diye bir söz duydum (…) gittim (…)
Efe hazretleri vefat etmişti… İnleme ve ağlamalar günlerce, aylarca sürdü. Sessiz ağlayışımız ise hala devam etmektedir.”
Bu açıklamaların ardından doğal olarak insanın aklına şu soru geliyordu. Acaba, Gülen’in vaazlarında sık sık rastladığımız sebepli-sebepsiz gözyaşları ile meydana gelen çığlık ve feryatları, bu sessiz ağlayışın dışa vurumu mudur?
Fetullah Gülen’in hayatını etkileyen ve onda derin izler bırakan bir diğer hocası da Vehbi Elmalı’lıdır. Onu da yine Gülen’den dinleyelim:
“Burada söylemeden geçemeyeceğim bir isim de Vehbi Elmalı’lıdır. Yaş olarak Alvar İmamından büyüktür ve onun öz kardeşidir. Ancak onda sükutilik hakimdir.”
Açıklamalarından kolayca anlayacağımız gibi Fetullah, Hocalarının dini ve ilmi seviyesinden çok, baş okşamalarının etkisinde kalıyor ve bunun sonucunda bulutlara uçuyordu. Bu durumu hazmedemediklerinden mi yoksa başka nedenlerden mi bilinmez, Alvar İmamı’nın torunu tarafından mescidden kovulmasının ardından, daha sonra gittiği Taş Mescid’den de yine Alvar İmamı’nın oğlu ve onun bacanağı tarafından bir kere daha kovuluyor, ancak bu kovulmaların nedenlerini açıklıyor veya açıklayamıyordu.
Fetullah Gülen’in kovulmak kaderiymiş gibi, gittiği hiçbir yerde yakasını bırakmıyordu. İzmir’de merkez vaizi iken il sınırları içinde vaizlik yapma isteği; İzmir Valiliği tarafından 22.1.1972 tarihli 7-4722/22 sayılı Diyanet İşleri Başkanlığı’na gönderilen bir yazıyla “Muzur” faaliyetleri görüldüğü gerekçesiyle kabul edilmiyordu.
Valilik; Gülen’in bu “Muzur” faaliyetlerinden dolayı İzmir’de görevine devamı sakıncalı görerek il dışına atanmasını istiyordu.
Gülen ve Kadınlar
Hocaları için “Onun cazibe-i kutsiyesi ve benim şuuraltı müktesabatım sık sık kesişir, kucaklaşır ve bana rengarenk anlar yaşatırlardı” diyor. Onlara adeta büyük bir aşkla bağlı olduğunu anlatıyordu.
Hocasının “talebem” şeklindeki sözüyle her başını okşayışında ruhunu ferahlığın sardığını anlatıyordu. Aradan çok uzun yıllar geçmesine rağmen hocasından Fetullah’a kalan, yine Fetullah’ın anlatımlarıyla hocasının ipek gibi elleriyle kulaklarını yumuşatması oluyordu.
Gülen, hocasından ayrılıp, başka birinden Arapça öğrenmek istemesini kırk yıllık sevgililerin ayrılması gibi anlatıyordu; okuyalım:
“Hususiyle onun aydınlık ikliminden ayrılıp, Arapça okutan bir başka Hocaefendinin yanına gitmeye karar verdiğim zaman, huzuruna celp edip, kendine mahsus, insanın içine ürperti salan, o lahuti soluklarıyla ‘Gitseydin Vallahi de, billahi de, tallahi de parça parça olurdun!’ dediğini hala ruhumun derinliklerinde duyar ve irkilirim. O sahabet nedendi? Niçin öyle demişti? Neden o zattan uzak kalmam mevzuunda bu kadar şiddetli tembihlerde bulunmuştu? Bunları bugün dahi vuzuhuyla anlamış değilim.”
Alvar İmamı’nın abisi Vehbi Efendiydi. Fetullah; Vehbi Efendi’den aldığı dini bilgi ve terbiyeyi anlatmak yerine, onun da başını okşamalarından değişik şekildeki şakalarına kadar ruhunda meydana getirdiği dalgalanmaları anlatıyordu.
Gülen Kadınları Sevmiyo
Erkek hocalarıyla olan ilişkilerinde bulutlarda yüzen Fetullah, kadınlar karşısında saklanacak delik arıyor, onları vebalı gibi görüyordu. Gülen, “Küçük Dünyam” adlı kitabının 49 ve 50. sayfalarında, kızların yanından geçtikçe kendisini ter bastığını söylüyor, kızların da kendisine laf attığını ekliyordu:
“Üç şerefeli camiye imam olarak tayin edildim. Bu benim memurluğa ilk başladığım tarihtir. İlk işim bir ev bulmak oldu. Ev çıkmaz sokaktaydı. Mahallenin kız ve kadınları gecenin geç saatlerine kadar vakitlerini sokak ortasında oturarak geçiriyorlardı. Evime varmak için onların arasından geçmek zorundaydım. Her geçişte hamama girmiş gibi terliyordum. Birkaç kız ben gelip geçerken laf atmaya başladılar. Bunun üzerine sabah namazına çıktıktan sonra bir daha gece yarısı olmadan eve dönmedim…”
Fetullah, kızların laf atmaları üzerine evini boşaltıp üç şerefeli caminin penceresine yerleşiyordu. Bu hususu da kendi ağzından dinleyelim:
“Karar verdim bundan böyle caminin penceresinde kalacaktım. Ve askere gidinceye kadar, tam iki buçuk yıl pencerede kaldım.”
Fetullah Gülen, caminin penceresinde tam iki buçuk sene yattığını söylüyordu. Oysa bilinir ki, cami pencerelerinin tabanı taştır. Peki Fetullah Gülen tabanı taş olan bu pencerelerde hangi şartlarda yatıyordu? Yine kendisinden dinleyelim:
“Altıma bir battaniye alıyor, üstüme bir battaniye örtüyor ve Edirne’nin o insanı donduran soğuk günlerini ve hele gündüzün soğuğuna rahmet okutan gecelerini böyle geçiriyordum…”
Fetullah Gülen de tıpkı dedeleri gibi; yemeyen, içmeyen ve uyumayan olağanüstü biri (!)… Üstelik her konuda peygamberlerin başlarına gelen ilginç olayların kendi başına geldiğini de söylüyordu. Fetullah bu “söyler söyler” demeyin, bakın Hz. Yusuf’un başına gelen onun başına da nasıl gelmiş.
Hz. Yusuf da kadınlardan az çekmemişti. Hz. Yusuf’a da kadınlar saldırıyor, sarkıntılık ediyorlardı. Fetullah’ın neyi eksik?.. Fetullah, kadınların sarkıntılık etmesinden namusunu cami penceresine sığınarak da olsa koruyamıyor, ancak kendini caminin içine atarak zorda olsa iffetine halel getirmiyordu.
Fetullah, cami penceresinde kadınların tecavüz etmek üzere kendisine saldırmalarını “Küçük Dünyam” adlı kitabının 62. sayfasında bakın nasıl anlatıyordu:
“Ayrıca, vazife yaptığım caminin arka maksurelerinin birinde otururken, tıpkı Hz. Yusuf’a (a.s.) olduğu gibi, birileri tarafından taharruza uğradığımı ve Rabbimin inayetiyle kendimi içeri attığım ve mütecarrizenin arzusunu yüzüne çarptığım için, ‘Burada öyle perişaniyetinle kal, geber’ diyen birisini de hayal meyal hatırlıyorum.”
Fetullah, bu tür benzetmeler kurmaya neden kendini mecbur hissediyordu. Yaralanmış, travmaya uğramış kırılgan ruhunun acılarını dindirebilmek için mi, kendisini peygamberlerle aynı seviyede göstermek ihtiyacını duyuyordu. Kendisini peygamberlerle aynı düzlemde gördüğü, gösterdiği ölçüde sükûnet bulacağını mı umuyor, hatta dedelerinde olduğu gibi, kendisini efsanevi kahramanlarla eş görerek komplekslerinden sıyrılmayı mı amaçlıyordu? “İnancın Gölgesinde” adlı kitabının 169. sayfasında, cinlerin musallat olduğu bir kadını kurtarmaya giderken cinlerin kaçtığını kendisi için “Hz. Hamza geldi” diye bahsettiklerini anlatıyordu.
Fetullah Gülen’in bu olağanüstülüğünü de gene ne gariptir ki, kendi ağzından öğreniyorduk. Gülen, meydanı boş buldukça kendisini ve ailesini mitolojik efsanelerin kahramanları gibi göstermek için olağanüstü bir çaba sarfediyordu. Fetullah Gülen, yukarıdaki açıklamasında görüldüğü üzere; “Edirne’nin o insanı donduran soğuk günlerini ve hele gündüzün soğuğuna rahmet okutan gecelerini böyle geçiriyordum” diyordu.
Fetullah Gülen’in açıklamalarından anlaşılan; Edirne’nin o dondurucu soğuğunda, pencere kenarında, taş zemine battaniye seriyor, üstüne de tek battaniye almış bir vaziyette ve çoğu zamanda hiç bir şey yemeden yatıyor ve bu şartlar altında bir de, günde bir veya iki saat uyku ile yetiniyormuş.
Eğer Gülen’in aklından bir zoru yoksa, böyle olağanüstü görünme gayretlerinin önemle irdelenmesi gereken bir açıklamaları olsa gerek. Yoksa bu olağanüstü görünme gayretleri gerçekte ileriye dönük bir takım gizli projeleri gerçekleştirme yönünde lider, önder, şeyh, konumuna gelme ya da o konumda rakipsiz kalmak istemesinin altyapılarını oluşturma çalışmaları mıdır?
Ya da:
Lider olma, şeyh olma yolunda tek kalmanın yanında bir diğer gerçek de, dedelerinden bu yana yakalarını bırakmayan “kovulma” vakalarının devamı mı?
Öyle ya, Gülen Edirne’nin bıçak gibi kesen ayazlarında caminin taş betonuna sığmıyor, yine kendi anlatımlarına göre aç bi ilaç burada günlerini geçiriyordu. Halbuki, Edirne’nin sayılı zenginlerinden birisi kendi dayısı Abdürrezzak Top’du. Onun birçok evi vardı. Hemen hemen yaşıtı olan Hüseyin Top da dayısı oğluydu. Gülen’in 35 yıllık yol arkadaşının açıklamalarına göre akrabaları Gülen’i evlerine kabul etmemişlerdi. Böylece Gülen, günlerini camii’nin taş penceresinde geçirmek zorunda kalmıştı.
Gülen ve Evlilik
Hayatında hiç evlenmemiş olan Fetullah Gülenin bu konudaki kararını, İslam dininin emirlerini ayaklar altına alma pahasına da olsa bir arkadaşının rüyasında gördüklerine dayanarak verdiğini yine kendinden öğreniyoruz.
Yaşamı boyunca evlilik konusunda beliren ihtimalleri şiddetle reddetmiş, gerçekleşmesine karşı çıkmıştır, örneğin, Rasim Baba ismindeki şeyhinin tekkesine devam ederken, şeyhinin Fetullah’ı kendisine damat yapmak istemesi üzerine, oradan soğumuş ve bir daha o tekkenin yanından bile geçmemiştir.
Ya da, buradan da kovulmuş yine aynı bahanenin ardına sığınmıştı.
Fetullah, kendi anlatımlarına göre zor da olsa Edirne’de kendisine kızını vermek isteyen bir aileyi ziyarete ikna ediliyor, anılarını aktardığı “Küçük Dünyam” adlı kitabında o günü şöyle anlatıyordu:
“Ancak ben buram buram terledim. Kafamı kaldırıp etrafıma bakamadım, hemen sarfı nazar ettim.
Ve bir daha böyle bir şeye teşebbüs etmeme kararı aldım.”
Fetullah Gülen, neden evlenmediği konusunda İslam kurallarını elinin tersiyle bir kenara itiyor, kendi tavrına İslam’da yeri olmayan bir garip ruhaniyet katmaya çalışıyordu:
“… Dinin emirlerine kılı kırk yararcasına riayet etmek mahfuz. İşte size, O’nun tilmizlerinden biri ve asrın dertlisi!.. Kendisine niçin evlenmediği sorulunca, cevap verir:
‘Ümmet-i Muhammed’in bunca dert ve ızdırabını düşünmekten, evlenmeyi düşünmeye hiç vaktim ve fırsatım olmadı.’
Evet, işte Nebi ve Nebi’ye varis olanların hali!. Zannediyorum bugün dünyada bu türlü dertlileri beklemektedir…”
Fetullah, Şeyhini göklere çıkararak kendine de bir böbürlenme payı ayırırken bir şeyi unutuyordu. Hz. Muhammed (sav), gerek hocaları tarafından gerekse Abdülhamit tarafından “Deli” teşhisi konulan Said‘den milyon kere fazla insanların dertlerini düşünüyordu. Ancak bu düşünceler ve çözüm bulma çabaları onun evlenmesine engel olmamış, yaklaşık 11 kez dünya evine girmişti.
Fetullah’ın Şeyhi Said’in amcasının oğlu Abdurrahman Nursi tarafından kaleme alınan ve Said’ce de onaylanan “Bediüzzaman’ın Hayatı” adlı kitapta kendisinin en önemli özelliklerinden biri olarak; soyut olmak yani hiç evlenmemek olduğu önemle vurgulanıyordu.
Hayatı boyunca Katolik Papazları gibi bu prensibe bağlı kalan Said, doğal olarak hiç dünyaevine girmiyordu.
Fetullah Gülen evlenmeme konusundaki açıklamalarında, kurnazca bir taktik kullanarak şeyhini ve kendisini Hz. Peygamberin varisleri olarak gösteriyordu.
Gülen’in rüyasında kendisine bildirilen “Evlendiği gece ölür, ben de cenazesine gelmem” şeklindeki açıklamasının altında o gece karşılaşacağı durumun yattığı açıktı.
Öyle ya, Hz. Peygamber tüm Müslümanlara;
“Evlenin, çoğalın! Ben de çokluğunuzla ve sizinle övüneyim” derken; Fetullah’a niye tersi uyarıda bulunsun.
Ancak, Hıristiyanların kutsal kitapları olan İncil’in vahiy bölümünde yüz kırk dört bin kişinin Tanrı kuzusu olduğu ve bunların en önemli özelliklerinin ise İncil’in deyimi ile ‘kadınlarla lekelenmemiş” yani elleri bir kadına değmeyenler olmaları şeklinde vurgulanıyordu. Böylece kadınla temas etmemek, günahsızlığın ve kutsallığın baş şartı sayılıyordu. İncil, Vahiy Bölümü bab 14, 3-4 ayetler:
“Ve tahtın önünde ve dört canlı mahlukun ve ihtiyarların önünde sanki yeni bir ilâhi terennüm ediyorlar; ve yeryüzünden satın alınmış olan yüz kırk dört bin kişiden başka kimse o ilâhiyi öğrenemez. Kadınlarla lekelenmemiş olanlar bunlardır. Çünkü masumdurlar. Bunlar kuzu nereye giderse, ardınca gidenlerdir. Bunlar Allah’a ve kuzuya turfanda olmak üzere insanlar arasında satın alındılar…”
Kuzu’ya yani İncil’deki İsa’ya turfanda olmanın baş şartının soyut olmak, evlenmemek ve hatta kadınlardan tamamen uzak durmak olduğu İncil’de yer alıyordu. Gerek Said’in gerekse Fetullah’ın evlenmekten şiddetle kaçınmalarının nedeni, İncil’deki bu ayetlerin ihtiva ettiği emirlerden mi kaynaklanıyordu.
Fetullah Gülen, Hıristiyanlığın Katolik papazlarının inançlarına uygun, ancak İslam dininin gerçeklerine taban tabana zıt bir açıklama ile “evlenmeme” olayını anlatıyordu. Gülen, bu tür açıklamaları ile saf insanlarımızın dini duygularını sömürmekle kalmıyor, onların hissiyatlarını kendi çıkarları doğrultusunda ve dini öğretinin de aksi bir istikametinde kullanıyordu.
İslam dininin peygamberi Hz. Muhammed (sav) insanlara evlenmeyi emrederken, nasıl olur da Gülen’e rüyada, hem de bir arkadaşının rüyasında bu emrinin tam tersini bildirirdi. Öyle ya; Hz. Muhammed (sav) “Yeni Rehber Ansiklopedisi”nin 7. cildinin 68. sayfasında yer alan hadisinde evlenmeyen insanları ümmetine almadığını şu sözleri ile bildirmiyor muydu:
“İslamiyet’te ruhbanlık yoktur ve nikah yapmak benim sünnetimdir. Sünnetimi yapmayan kimse benim ümmetim değildir…”
Kaldı ki, Fetullah Gülen’in “Yazdım” diye bildirdiği, ancak Şemsettin Nuri kod adlı Latif Erdoğan’ın takdim yazısının 3. sayfasında yer alan açıklamaya göre; Gülen’in elinden çıkmadığı yani onun yazmadığı ve değişik yerlerde verdiği vaaz ve konuşmalardan derlendiği belirtilen “Sonsuz Nur” adlı kitabın 258. sayfasında evlenmeyle ilgili şöyle deniliyordu:
“Onun içindir ki, Allah Resulü ‘Evlenin, çoğalın. Zira ben sizin çokluğunuzla diğer ümmetlere karşı iftihar ederim’ buyuruyor. Zira Allah Resulü, diğer ümmetlere karşı kendi ümmetinin çokluğu ile övünecektir.”
Bütün Alem-i İslam’a bu şekilde çağrı yapan Hz. Peygamber, Gülen’in iddialarına göre sadece kendisine tam tersi bir haber yolluyordu. Üstelik, Gülen’in “Sonsuz Nur” adlı kitabındaki bu söylemlerinin aksine… Tabii ki böyle bir durumun gerçekleşmesi imkansızdı. Gülen, burada Katolik rahiplerinin yolundan gitmesini kamufle etmek için, açık ve net olarak Hz. Peygamberin emirlerine aykırı davranıyordu.
Nasıl mı?..
Gülen’in hayatını anlatan ve “Sonsuz Nur” adlı kitaptan sadece bir yıl sonra kendisi ile söyleşi tarzında yapılan ve yayınlanan “Küçük Dünyam” adlı kitapta, “evlenme” konusunda anlattığı, ancak İslam gerçeklerine taban tabana zıt olayı yine onun açıklamalarıyla aktaralım:
“1978 yıllarıydı. Çamaşırlarım iyice birikmişti. Akşam yıkarken bayağı canıma tak etti. Bir ara içimden ‘Acaba evlense miydim’ diye geçti. Katiyen düşünme şeklinde değil, şimşek süratinde gelip geçen bir fikir…”
İslam dininden zerre kadar nasiplenen bir kişinin evlenmeyi, çoluk çocuk edinmeyi, İslam’ın emrettiği bir yaşam biçimi olarak görmesi dinin gereğidir. Yanlış olan; evlenmenin son derece kötü bir şeymiş gibi ve “evlenme” olayının Gülen tarafından katiyen düşünme şeklinde değil, şimşek süratinde gelip geçen bir fikir olarak açıklanması ve yine bu açıklamanın İslam’ın ruhuyla hiçbir alakası olmayacak bir şekilde Hz. Peygamber’e iftira atıp, yalanına ortak etme gayretleriydi.
Gülen’in İslam’la hiçbir ilgisi olmayan, ancak Katolik rahiplerinin sığınacağı türdeki gerçek dışı rüya anlatımını kendisinden dinleyelim:
“Ertesi gün erken vakitlerde bir arkadaş geldi ve bana şunu nakletti: ‘Akşam rüyamda Efendimizi gördüm. Size selam söyledi. Evlendiği gün ölür ve cenazesine de gelmem’ buyurdu. Bu bir rüyaydı. Rüya ile amel edilmeyeceğini de biliyordum ama şahsım adına bu işarete saygılı olmaya çalıştım.”
Durumu görüyor musunuz?.. Fetullah Gülen’in aklından sanki çok kötü bir şeymiş gibi şimşek hızıyla evlenme fikri geçiyor, yine aynı süratle bir arkadaşı rüya görüyor, bu İslam’a ve İslam peygamberinin sünnetine aykırı emri getiriyor.
Haşa sümme haşa, Fetullah Hz. Peygamberin mesai arkadaşı ya!… Anında peygamberden ona cevap geliyor:
Sakın evlenmesin !”
Bu işte Fetullah’ın deyimiyle tam bir katakulli dönüyordu. Öncelikle burada anımsanması gereken husus, İslam dininde peygamberimize tanınmış olan yerdir. Hz. Peygamber, İslamiyet açısından asla herhangi bir insan değildir; Fahri kâinat’tır; yani evrenin gururudur. Âlemlere rahmet olarak gönderilmiştir. Müslümanlar tarafından, böylesi üstün bir yere ve misyona sahip bir varlık olduğu kabul edilen peygamber, öldükten sonra öbür âlemden Fetullah’ın evlenme işiyle uğraşmaktaysa, bu durum; uydurduğu masallara bakınca Fetullah’ın da olağanüstü bir varlık olduğunu göstermez mi? Zaten Fetullah’ın da akılları iğdiş edilmiş müritlerine anlatmak istediği bu olsa gerekti.
Fetullah’ın hayatı hep katakullilerle geçiyordu. Evlenme fikri 40 yaşındayken aklından geçer geçmez, hemen arkadaşı o akşam rüyasında Hz. Peygamberi görüyor ve Peygamber’den Gülen’e haber getiriyordu. Hz. Peygamber niye evlenme konusunda Fetullah’la direk irtibata geçmemiş de aracı kullanmıştır. Yoksa burada anlatılmak istenen Fetullah’ın peygamberler üstü olduğuna inanma sapkınlığı mıydı.
Gülen’de masal biter mi;
Peygamberimiz, Fetullah’ın çocukluğunda, yine Fetullah’ın anlatımlarına göre sık sık ziyaretine geliyormuş. Nasıl mı? Gülen cemaatinin yayınevinde basılan ve Fetullah’a övgü niteliğinde olan “M. Fetullah Gülen” adlı kitabın 24. sayfasında Fetullah’ın, Hz. Peygamber ile görüşme asparagası şöyle yer alıyordu:
“Çocukluğunda yaşıtlarından farklılığı, sadece tavır ve davranışlarında değil, yaşanan bazı olaylarda da kendini gösterir. Hocaefendi yedisekiz yaşlarında iken bir gece ‘Lebbeyk ya Resulallah’ diyerek uyanır. O esnada yanında bulunan annesi bu duruma şahit olur. Ve çok şaşırır. Hocaefendi’nin bu şekilde aniden ‘Lebbeyk ya Resulallah’ diyerek uyanması birkaç gün devam eder. Bu hal, Refia Hanım’ı hem çok şaşırtır hem de korkutur.”
Gülen, Nur cemaatinin oyları ile kendini dünyadaki “Yüz entelektüel” arasında görüyordu. Sanırım, kitapta yer alan bu bilgiyle, “Şeyh uçmaz, mürit uçurur” sözü bile eksik kalıyordu. Gülen’in kitapta yer alan ve gerçek olması düşünülemeyecek anlatımlarına göre, uykusundan “Lebbeyk Ya Resulallah” diyerek uyanması karşısında annesinin hem şaşırıp, hem de korktuğu vurgulanıyordu.
Gülen, annesinin kendisine dört yaşında Kur’an-ı öğrettiğini ve bir ayda hatim ettirdiğini, köyün kadın ve kızlarına da Kur’an okumayı bellettiğini söylemiyor muydu?..
O halde Gülen’in uykusundan uyanırken söylediği iddia edilen sözlerin her Müslüman’ın tekrarladığı “Huzuruna geldim. Ya Muhammed” [KY deepnote: Ayrıca “Tut elimden…”] olduğunu bu denli Kur’an aşığı ve Hocası olan annesi nasıl bilmez?
Her zaman tekrarladığım gibi Gülen, yüzyılda bir görülen, kendi kendisi ile çelişen, bir önce dediğini bir sonra yine kendisi farkında olmadan tekzip eden, yani kendi kendinin Brütüs’ü olan bir kimsedir.
Kitabın devamında anlatılanlar ise, komedi üstü olmasının yanında insanların nasıl enayi yerine konduğunun bir başka göstergesiydi. Fetullah’ı övme kitabından okumaya devam edelim:
“Bu durumu kocası Ramiz Efendiye de anlatır. Bir gece Refia Hanım’la Ramiz Efendi oğullarının başında beklemeye başlarlar. Hocaefendi uykudayken aniden konuşmaya başlar. Ancak konuştuğu dili, her ikisi de anlayamaz. Hocaefendi uyandığında kendisine bu durumu sorunca herhangi bir şey söylemeden konuyu kapatır.”
Saf insanlara “Vay be” dedirtmeyi amaçlayan bu gerçek dışı bilgilerin Fetullah Gülen’i uçurtmayı amaçlayan ‘tr.fGulen.com” adlı sitede yer alması, Gülen’in kerametinin kendinden menkul olmasının bir başka kanıtıydı.
Gülen, babasının Arapça ve Farsça beyitleri elinden düşürmediğini söylüyor, Annesinin ise nasıl bir Kur’an öğretmeni olduğunu öve öve bitiremiyordu. Oysa, Hz. Muhammed (sav) Arapça’dan başka bir dil bilmiyordu.
Bir an için Fetullah’ın Hz. Peygamber ile görüşüp, konuştuğunu kabul edelim. Fetullah’la mecburen Arapça konuşacaklardı. Her ne kadar Fetullah yeterli düzeyde Arapça bilmese de!..
Bu durumda Fetullah’ın annesinin ve babasının da bir kelime bile Arapça bilmediği ortaya çıkıyordu. Öyle ya “lebbeyk ya resulallah” cümlesinin ne anlama geldiğini bilmeyen insanların Arapça veya Kur’an bildiği söylenebilir mi? Böylece Gülen, her zaman yaptığı gibi bir kere daha kendi kendini yalanlıyordu.
Neyse biz yine dönelim Gülen’in evlenme hikayesine…
Sahabeden yani peygamberimizin yakınından bir çok insan “Biz evlenmeyeceğiz, evlenerek kaybedeceğimiz zamanı İslam dininin yayılması için var gücümüzle kullanacağız” deyince, Hz. Peygamber şu sözleri ile onları uyarıyordu. Hz. Enes (ra) dan aktaran Buhari-Müslim:
“Şöyle şöyle söyleyen sizlersiniz değil mi?.. Fakat Allah’a and olsun ki, hem iftar ederim, hem namaz kılarım, hem uyurum ve kadınlarla evlenirim.
Artık kim benim sünnetimden yüz çevirirse benden değildir…”
Hadislerde evlilik ile ilgili söylenenler bu denli açıkken, Fetullah’ın rüya oyunu onun aslında İslam dinine ne kadar uzak olduğunun da kanıtıydı.
Kaldı ki, Fetullah’ın üstadı Said de Tarihçe-i Hayatı’nda kendisinde 60-70 erkeğin gücü olmasıyla övünürken, en önemli prensiplerinden birinin de “evlenmemek” olduğunu iftiharla söylüyor, aslında Müslüman olmadığını bu sözleri ile kanıtlıyordu. Gülen’de Said gibi gücüyle övünüyor, ancak o kudretini (!) 20 erkekle sınırlıyordu. İslam maskesine bürünen Ermeni Said, kendini besleyen Amerikalıların ve İngilizlerin inancına sahip olduğu için evlenmiyordu. Çünkü Hıristiyanların Katolik mezhebinin ruhban sınıfına dahil olanlar asla evlenemiyorlardı. Papazların bu özellikleri herkesin bildiği gerçeklerken, bu sözler de Hz. Muhammed (s.a.v.)’ye ait değil mi?…
“Kim evlenmek için zengin bulunuyor, sonra da evlenmiyorsa o benden değildir.”
“Evleniniz nesil meydana getirerek çoğalınız, çünkü gerçekte ben kıyamet günü sizinle diğer ümmetlere karşı iftihar ederim.”
Öyle ya, Ermeni Said ya da nam-ı diğer Kürt Said de yaşadığı devirde sayılı zenginler arasındaydı. Türk devletinin hemen hemen birçok birimlerinde en lüks (!) araçlar tenteli jeeplerken, otomobil bulunmazken, yine Tarihçe-i Hayatı’na göre; hiçbir işte çalışmayan, yardım almayan, hediye de kabul etmediğini lanse eden Said’in Mercedes ve Chevrolet marka iki arabası vardı. O devirde Türk başbakanları bile Mercedes arabasına binemiyorlardı.
21.07.2008 tarihli Zaman Gazetesi’nde Abdullah Aymaz, Said’in Chevrolet marka aracı ile ilgili şunları yazıyordu:
“1958’de Isparta’da birbirinin aynı olan iki adet Chevrolet taksi vardı. İkisi de aynı renkti. Birisi Üstad’ın, diğeri Tugay Komutanı paşaya aitti.”
Neyse biz yine dönelim İslam’da evliliğin yerine.
Hadislerden sonra birkaç da ayet verelim. Böylece Fetullah ile onun Üstadı Said’in Müslümanlığı hakkında biraz daha fikir sahibi olalım.
Nahl Suresi 72. Ayet:
“Allah size kendinizden eşler verdi ve eşlerinizden size oğullar ve torunlar sundu. Sizi pak ve helâl şeylerden rızıklandırdı. Buna rağmen batıllara inanıyorlar da Allah’ın nimetlerini inkâr mı ediyorlar.”
Rum Suresi 21. Ayet:
“O’nun açık belgelerinden biri de sizi kendinizden eşler yaratmasıdır ki, onlarla sükunet bulup huzura kavuşursunuz. Aranızda sevgi ve rahmet meydana gelmiştir. Şüphesiz ki bunda düşünebilen bir millet için öğütler, ibretler ve deliller vardır.”
İslâm dini evlilik için bunları hükmederken Fetullah Gülen, Katolik papazları gibi evlilik kurumuna ve hepsinden önemlisi İslâm’ın bu konudaki emirlerine; “Fasıldan Fasıla” 1. Cilt 87. sayfasında adeta isyan ediyordu:
“… Ayrıca, hizmet insanı kendisini davasından alıkoyacak her şeyi elinin tersiyle itmesini bilmelidir. Ev mi, çoluk-çocuk mu, iş mi? Her neyse ayağına pranga olan hiçbir şeyin esiri olmamalıdır. Esasen bir kısım özel durumlar dışında, dava adamının şahsi hayatı yoktur.”
Gülen, aynı kitabının 117 ve 118. sayfalarında sosyal hayatın gelişimine karşı olan bir portre çiziyordu.
Fetullah, evlilik kurumunu “düşman” olarak tanımlarken, mensuplarını tam bir esir kampı motifi ile idare etmek düşüncesi bulunan bir teşekkülü hayata geçiriyordu. Böyle bir cemaatin varlığını kabul etmek mümkün değildir.
Fetullah, evlilik ve çocuk edinmeyi şu sözleri ile düşman sınıfına sokuyordu:
“Bir diğer düşman ise, adeta gaye haline getirilmiş eviad-ülyal arzusu yani evlenmektir.”
Gülen, sadece sözleri ile değil davranışları ile de evlilik kurumuna olan hınç ve düşmanlığını sergiliyordu.
Fetullah, dört yaşında Kur’an’ı hatmettiğini bu nedenle köylüye yemek verildiğini söylüyordu. Yemek yiyenlerden birisinin “Senin düğünün oluyor!” şeklindeki konuşması üzerine de, “Utandım, ağladım” diyor, düğünün “utanılacak” bir şey olduğunu vurguluyordu.
Fetullah, ders aldığı Kadiri Şeyhi’nin kızını kendisine vereceği şeklinde dedikoduları duyunca, Şeyhin yanından kaçıyordu; yine kendisinden okuyalım:
“Rasim Baba, yaşım çok genç olmasına rağmen beni hemen sağında oturturdu. İlgi ve alakası son derece fazlaydı. Fakat müritler arasında bir laf dolaşmaya başladı; Şeyhin beni kendisine damat yapmak istediğinden bahsediliyordu. Bu söylenti soğumama sebep oldu. Bir daha oraya gitmedim.”
Gülen, Edirne’de iken evlenme ihtimali beliriyor, ancak burada son anda fikir değiştiriyordu. Bakın o olayı nasıl anlatıyor:
“Edirne’de bulunduğum ilk dönemde Hüseyin Top aklıma iyice girdi. Edirne eşrafından, temiz ve zengin bir ailenin benimle ilgili bir taleplerinin olduğunu söyledi. Bir bayram günü ikimiz bu aileyi ziyarete gittik. Ancak ben buram buram terledim. Kaşımı kaldırıp etrafa bakamadım. Sonra da talepteki teknik bir yanlışlıktan dolayı canım çok sıkıldı… Hemen sarfı nazar ettim; kararımı da verdim…”
Fetullah’a kadınlar sadece sözle ve elle sarkıntılık yapmakla kalmıyor, tecavüze de yelteniyorlar, o da Hz. Yusuf gibi kaçarak kendisini kurtarmaya çalışıyordu. Valla ben değil Fetullah anlatıyor:
“Doğrudan aldığım teklifler de oldu. Ama hiçbirine meyletmedim. Hatta, bir defasında vazife yaptığım caminin arka maksurelerinden birinde otururken, tıpkı Hz. Yusufa (a.s.) olduğu gibi, bir duruma maruz kaldım. Rabbim’in inayetiyle kendimi pencereden içeri attım ve camları kapattım. O pencerelerin dışında kaldı. Bana ‘Burada perişan ol!…’ deyip gitti.”
Fetullah’a ailesi de evlenmesi için teklif yapıyor, onları da reddettiğini Küçük Dünyası’nda şöyle anlatıyordu:
“Askerden gelmiştim. Babam, annem, ablam ve bir de Enver amcam bana ısrarla evlenmem gerektiğini anlattılar. Annem, ‘Oğul, hayatta iken senin başını da bağlayalım’ dedi. Ben ‘Ana, benim ayaklarım davama bağlı, siz de başımı bağlayacak olursanız ben nasıl hareket ederim’ dedim. Ve ardından kesin kararımı tekrar ettim. Biraz da acı konuştum.”
Fetullah’a evlenme teklifleri çığ gibi yağıyordu. Bir teklif de Yaşar Tunagür’den gelir, ama o bütün bu önerilere karşı hep Katolik papazları gibi direnir:
“Kestanepazarı’ndaydım. Yaşar Tunagür Hocaefendi İzmir’e gelmiş ve bana uğramıştı. O da İzmir eşrafından birinin adını vererek, böyle bir teklifte bulundu. Çok da ısrar etti. Ancak daha önceki kararımdan dönmeyeceğimi söyledim. Boynuma sarıldı, ‘Sen de beni dinlemeyeceksen beni kim dinleyecek’ dedi, ağladı…”
ERGÜN POYRAZ

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder