30 Temmuz 2016 Cumartesi

AMERİKA’DAKİ İMAM – IV




Mahcup Gülen
Gılman Da Ne Ola Ki
Fetullah ve Aids
Kadın ve Türban
Ergenekon’dan Sonra Fetullah
Fetullah ve Sinekler
Rüyalar ve Fetullah
Kapitalist Melekler
Fetullah’a Göre Bilim ve Akıl
Mahcup Gülen
Fetullah Gülen, erkek arkadaşları ile aynı odada kalmaktan büyük bir telâş ve korkuya kapılıyor, gerek asker gerekse hastane muayenelerinden panikliyor ve kaçıyordu. Gülen’in hayatını anlatan cemaat yayını “Fetullah Gülen” adlı kitabın 62. sayfasında bu konu şöyle işleniyordu:
“Odaya nikelaj bir karyola koymuştuk. Karyolayı ben hocaefendiye ayırdım. Ben de yere bir yatak yaptım, yere yatacağım. Hocaefendi bir türlü yatmayınca ‘Hocam saat kaç oldu, artık yatalım, yatmanın zamanı geldi, ben yatacağım’ dedim. Siz karyolaya, ben yere yatacağım dedim. Yok yatmaz. Karyolada yatmak istemiyor. Kenarda oturuyor.
Derken yerdeki yatağa yatmaya razı oldu amma tam yatacak, yorganı çekecek üstüne. Ben de karyolanın kenarında oturmuşum her halde. Bir türlü yorganı üstüne çekip, uzanıp yatamıyor. Bir baktım yüzü kıpkırmızı, alnındaki damarı çatlayacak gibi. Ikınıyor, sıkılıyor, öte kıvranıyor, beri kıvranıyor, bir türlü uzanıp yatamıyor.
Hemen farkına vardım, durumu anladım. Benden çekiniyor. Aynı yerde yatmayı, benim yanımda ayaklarını uzatıp yatmayı edebine sığdıramıyordu. Dedim hocam bir dakika! Siz burada karyolada yatın, ben de yerdeki yatakları alayım dedim. Ve yatağı yorganı kaptığım gibi diğer odaya geçtim. Allah dedim. İnşallah rahat yatmıştır. O’nu o odada bıraktım.”
Bir insanın arkadaşıyla aynı odada, farklı yataklarda yatmaktan dolayı; yüzünün kıpkırmızı, alnının damarlarının çatlayacak gibi olması son derece ilginçti.
Yine aynı kitabın 50. sayfasına göre Gülen’in askerde banyo yapması da bir kâbus halini alıyordu. Bu oldukça garip durumu da şöyle anlatıyordu:
“Banyolarda askerler dikkatsiz yıkanıyorlardı. Onun için onlarla yıkanmaya da gidemiyordum. Çok defa tuvalette saklanır, başımı biraz ıslatarak, sanki yıkanmış gibi yapar ve çıkardım…”
Faruk Mercan’ın kaleme aldığı, “Fetullah Gülen” adlı Fetullah’a övgü kitabının 57. sayfasında 12 Eylül döneminde tutuklu olduğu günlerde, Gülen’in kâbusu yeniden depreşiyor, arkadaşları ile banyo yapmaktan kaçıyor, banyoyu tek başına yaptığı şöyle anlatılıyordu:
“Tutuklular için haftada bir banyo imkanı vardı. Gülen, herkesin topluca yıkandığı bu banyo saatine gitmiyordu. Yatak çarşaflarıyla etrafını kapattığı bir yerde banyosunu yalnız yapıyordu.”
Küçük Dünyam adlı kitabının 71. sayfasında, askerliğini yaparken belli dönemlerde gerçekleştirilen umumi kontrolden duyduğu korku ve telaşı, had safhaya varıyor, o günleri hala yaşıyor gibi anlatıyordu:
“Bir defasında umumi kontrol yapılacaktı. Muayeneyi çıplak yapıyorlardı. Sıra bana gelince doktora, ‘Komutanım, benim dizimden yukarısını annem dahi görmemiştir’ dedim. Komutan insaflıymış ‘Geç’ dedi ve kurtuldum.”
Gılman Da Ne Ola Ki
İslam’ın emirlerine takla attırmaya kalkarak evlenmemesine kılıflar hazırlayan, bu davranışını maskelemek için dinin kurallarını kendi çıkarları doğrultusunda değiştirmeye kalkan Fetullah Gülen, 1990 ve 1991 yıllarında Hisar ve Yeni Camii’de verdiği vaazlarında inciler döktürüyordu.
Gülen, Allah’ın kendilerini yine kendi açıklamaları ile “Öte”de, o “öte” neresiyse, Behçet’e, Nedret’e ve en ilginciyse Gılmanlara uyaracağını üzerine basa basa vurguluyordu.
Behçet ile Nedret’i bir kenara bırakıp, “Gılman da ne ola ki?” diye yine kendi cemaatlerinden yani bir Nurcu’nun yazdığı “Yeni Lügat” adlı sözlüğe bakalım.
Yeni Lügat adlı sözlükte Gılman’ın karşılığında: “Bıyığı terlememiş erkek çocuğu” şeklinde bir açıklama yer alıyordu.
Ve asrın imamı olarak lanse edilen Fetullah’a soralım: “Tüyü bitmemiş erkek çocuklarına uyarmak dinin ne tarafına düşüyor?..”
Asrın din adamından bu cevabı beklerken onun ev toplantılarında yaptığı şu konuşmayı hatırlarsak, sanırım sorunun cevabının ne olduğunun bir anlamı kalmayacaktı. Gülen buyuruyor:
“Emre itaati Adem’den, aşkı da şeytandan öğrenmek lazım” diyen Fetullah Gülen, “Ölçü veya Yoldaki Işıklar” adlı kitabının 2. cildinin 95. sayfasında “İnhiraf” yani “dönme, sapma, doğru yoldan çıkma” başlığı ile karşı cinsten biri ile konuşmayı, dertleşmeyi bile zaaf eseri, tabiat bozukluğu veya o cinse ait karakteri taşıma emaresi olarak nitelendiriyordu. Ama Gılmanlara yani tüyü bitmemiş erkek çocuklarına uyarmayı da “ulvilik” olarak görüyordu.
Gülen, vaaz ve sohbetlerinde, “Allah insana, Huri, Gılman ve Perdedarlarla donatılmış cennetler sunacaktır” diyordu. Fetullah’ın cennette beklediklerini açıklarsak;
Huri; Ahu gözlü çok güzel kızlar!..
Perdedar; bir şeyin görünmesine ve bilinmesine mani olan kişi!..
Gılman; Bıyığı terlememiş delikanlılar, gençler!…
Görüldüğü gibi Fetullah, hiç bir şeyi eksiksiz bırakmıyordu. Cenneti ala sanki…
Tövbe tövbe!..
Fetullah Gülen, Ankara DGM Başsavcılığı’nca hakkında soruşturma başlatıldığında, kendi kendine “Tehlike anında tüymek mübahtır” şeklinde fetva vererek soluğu Amerika’da alıyordu. Gülen Amerika’da bulunan Mayo kliniğine bazı şikayetleri olduğundan bahisle müracaat ediyordu.
Fetullah’ın belirttiği rahatsızlıkları arasında prostat da yer alıyordu. Doktor, Fetullah’ı muayeneye davet edince, korku ve telaşa kapılıyor ve muayeneden kaçıyordu.
Gülen, prostat muayenesinden neden korkmuş, niçin telaşlanmıştı? Ortaya çıkmasından çekindiği bazı durumlar mı vardı? Neyse şimdilik bunlar sır!..
Ama sır olmayan bazı gerçekler de vardı. F tipi yapılanmanın Atatürkçülüğü yok etmek amacıyla tezgahladığı Ergenekon senaryosunun Başoğlanı Tuncay Güney, Fetullah’ın en yakınındaki isimlerden biriydi. Samanyolu Televizyonunda “Doruktakiler” adlı bir program yapmıştı.
4.3.2001 tarihinde Organize Suçlar Şube Müdürlüğü’nde ifade veren, Fetullah Gülen’in en yakınındaki isim olan Tuncay Güney, askerlikten çürüğe ayrılmasının nedeninin homoseksüelliği olduğunu şu sözleri ile açıklıyordu:
“5 Mayıs 1997 tarihinde askere gittim. Dört ay kadar askerlik yaptıktan sonra cinsel yönden bozukluğum nedeni ile yani halk dilinde GEY olarak söylenen cinsel sapmam olduğundan dolayı askerlikten muaf tuttukları için terhis ettiler…”
Fetullah Gülen’in kanatları altında yetişen ve Fetullah Gülen’in Özel Kalem Müdürlüğü’nü de yapan haham yamağı Tuncay Güney, Atatürkçü, laik, demokrat düşüncedeki insanlara Nur Tarikatınca beslenen F tipi örgütlenmeye dahil devlet ve millet düşmanları ile beraber tuzak üzerine tuzak kuruyorlardı.
Okyanus ötesinde ABD’den aldıkları talimat gereği yurtsever insanlara iftiralar yağdıran, onları cezaevlerinde çürütme yeminleri eden, Emniyet, MİT ve Adliye içindeki tarikatçı yapılanmanın Tuncay Güney’den sonraki en büyük dayanakları Osman Yıldırım oluyordu.
Osman Yıldırım, Atatürk’e hakaretten kız kardeşini öldürmeye, kendi öz yeğenini para ile satmaktan Danıştay’a saldırı olayına kadar bir çok suçtan hüküm giyen biriydi.
Ergenekon savcıları Osman Yıldırım’ı öyle benimsiyorlardı ki, ona “Osmanım” derken, önce normal tanık, daha sonra gizli tanık yapıyorlar, ardından “Tanık Osman Yıldırım ile gizli tanık 9’un beyanları örtüşüyor” diyorlardı.
Ergenekon soruşturmasında, Apo’ya kadın sağlayan teröristler bile gizli tanık yapılıyordu.
Ermeni Said’in izdüşümleri, kurdukları tuzakları TV’lerinde ağızlarından köpükler saçarak anlatıyor, çakma savcının rehberliği ve desteğinde salyalarını akıtarak iftiralarına her gün yeni bir boyut kazandırıyorlardı.
Fetullah ve Aids
Alpaslan Işıklı, “Said Nursi, Fetullah Gülen ve Laik Sempatizanları” adlı kitabının 73. sayfasında Gülen’in İslam adına fetvalar uydurmasını şöyle yorumluyordu:
“Fetullah Gülen, İslam’ın özgün ve geçerli kaynaklarında bulunmayan pek çok kural icat etmiştir.”
Örneğin, İslam’da kime şehit denileceği bellidir. Gülen, buna bir ilave yapıyor ve diyor ki: “AİDS virüsü gayrı meşru yollar dışında kaza ile kan nakli gibi endirek yollarla bulaşırsa ve insan da bundan ölürse, şehid olur.” Hadi bunu kabul ettik diyelim, bu takdirde birisi çıkıp “Hepatitten, difteriden ölenlere haksızlık olmuyor mu, AİDS’e niçin ayrıcalık tanınıyor” derse, buna ne yanıt verilecektir.
Kaldı ki, her AlDS’li kan nakli gibi yollardan kaptım yalanına sarılırsa, sonuç ne olacaktır?
Gülen, Işıklı’nın 1998 yılındaki AİDS ile ilgili sorusunun etkisinde kalmış olacak ki, 2008 yılında Faruk Mercan ile röportaj benzeri bir tarzda çıkan Fetullah Gülen adlı kitapta; “AİDS’e ve kansere çare bulanlar cennete gider” diyordu. Böylece hepatit ve difteri cennet kapısına alınmasa da kanser, AİDS’in hatırına cennete gitme vasıtası oluyordu.
Gülen, homoseksüel Haham yamağı olan yardımcısı Tuncay Güney’in AİDS riski taşıması dahil kendince bazı nedenlerle dinde devrim yapıyor, AlDS’lileri direk cennete gönderiyordu. Herhalde Tuncay Güney’i gönderirken, “Ergenekon Şırınga ile AİDS bulaştırdı” yalanının ardına sığınmanın alt yapısı, böylece bizzat Gülen tarafından hazırlanıyordu.
Kadın ve Türban
Fetullah Gülen, önce Abdülfettah Şahin daha sonra M. Fetullah Gülen adıyla yazdığı ve TÖV yayınlarından çıkan ve pırlanta kitap serisi olarak sınıflandırılan, “Ölçü veya Yoldaki Işıklar” adlı kitabında kadınları üç gruba ayırıyordu:
“Üç çeşit kadın vardır. Sokak kadını, zevk kadını, ev ve hizmet kadını. Hafif meşrep sokak kadını çamura düşmüş cevhere benzer. Zevk kadını göz bağlı iblislere… Ev ve hizmet kadını ise sonsuzluk soluklayan cennet hurilerine…”
Fetullah Gülen, kadınları bu şekilde sınıflandırırken, ikinci dirilişi gerçekleştirmek amacıyla faaliyet gösteren ışık evlerinde kalan gençlere sabah namazından sonra, eller aşağıya doğru çevrilerek, şu dua yaptırılıyordu:
“Allahümme ecirna min şerri nisa, Allahümme min belain nisa, Allahümme ecirna min fitnetin nisa… Yani; Allahım kadınların şerrinden, Allahım kadınların belasından, Allahım kadınların fitnesinden bizi koru ve esirge!..”
Peki, Fetullah’ı medyada pompalayan hatun kişiler, bu sınıflamalardan ya da korunulması gerekenlerden hangisine giriyor derseniz, onun cevabı hiç yok.
Fetullah Gülen, gerek dini düşünceleri gerekse prensiplerinden dolayı kadınlarla hiçbir şekilde muhatap olmadığını her ortamda beyan ediyordu. Hatta bu özelliğini Küçük Dünyam adlı kitabının 111. sayfasında şöyle anlatıyordu:
“… Bu arada İmam-Hatip Okulu’nun yapımına başlandı. Taban döşemelerini toplamaya Ali Rıza Güven Bey’le ikimiz gittik. İstemediğim halde bir kadınla da muhatap olmak zorunda kalmıştık. Hatta Ali Rıza Bey, dönüşte bana şöyle demişti: ‘Hocam sizi çok takdir ettim. Prensipleriniz, dini düşünceleriniz… Fakat burada yaptığınız fedakarlık… Doğrusu bizi çok mütehassıs etti.’
Fakat ben İmam Hatip Okulu hatırına o gün bana zor gelse de prensibimden taviz vermiştim. Bu da Ali Rıza Bey’i duygulandırmıştı. İşin garibi o kadından hiçbir şey alamamıştık…”
İmam Hatip Okulu için bile, kendisini son derece zorlayarak, güçlükle bir kadınla muhatap olan ve ondan hiçbir şey alamayan Fetullah Gülen; 1. Amerika hicretinde iken Nevval Sevindi’den, duygularını açıkladığı bir mektup alıyor, bu mektupta Nevval, sadece duygularını iletmiyor aynı zamanda görüşmek istiyordu.
Nevval Sevindi’nin duygularını kaleme dökerek görüşmek istediği kim?.. Ders verirken bile erotik çağrışım yapmasın düşüncesiyle sakal bıraktığını söyleyen, kadınlara yüzüne bakmamalarını ihtar eden Fetullah Gülen!..
Böyle bir görüşme gerçekleşir mi? Olur mu hiç!… Ben de öyle düşünmüştüm. Aaa bir de ne görelim? Bu kere bu kadından bir şey alacağına inanmış olacak ki, Nevval’e “gel gayrı” diyordu.
O da bu cevap üzerine uçağa atladığı gibi soluğu New York’ta alıyordu. Bu mutlu anı Nevval’den dinleyelim:
“Uzun süredir yaptığım ve Türkiye’de gerçekleşemeyen görüşme talebini nihayet kabul ettiğini söyleyince hemen New York’a uçtum. ‘Kendimi zihnen buna hazırlamıştım’ dediği için heyecanlanmış ve hemen gitmek istemiştim. Kendisiyle iki gün sohbet edip birlikte zaman geçirdim…”
Nevval Sevindi, “Fetullah Gülen ile New York Sohbeti” adlı kitabının 13. sayfasında bunları anlatırken, 1. sayfada ise “Sıcak ve soluklu ilişki günden güne gelişti tanıştık” diyordu.
Bu tanışmanın, sıcak ve soluklu ilişkinin başlamasının ardından Fetullah’ta birçok değişim göze çarpmaya başlıyordu. Bunların en çarpıcı olanlarından birisi de, baş örtüsü konusunda gelişiyordu. Gülen, “Sonsuz Nur” adlı kitabında baş örtüsü için ağlayıp feryad ederken çığlıkları arz-ı alem’e yayılıyordu:
“Ah benim Türkistan’daki kardeşlerim, ah benim Afganistan’daki kardeşlerim! Kim bilir yine hangi bacımın başörtüsüne el uzatıldı.”
Gülen’in “Fasıldan Fasıla” adlı kitabında ise Türban hakkındaki düşünceleri şöyleydi:
“Türbana çağdışı diyorlarmış. Eğer bununla baş örtüsünü kast ediyorlarsa doğru. Neden? Çağları aşan bir kıyafette ondan. Günümüz dünyası ondaki hikmet harikasını kimbilir ne kadar sonra idrak edecek.”
Fetullah Gülen, Bahçelievler Camii’nde gerçekleştirdiği Pazar sohbetlerinde yaptığı konuşmalarında ise şu görüşleri savunuyordu:
“… Bir bacımızın türbanını çıkarttıklarında kıyamet kopar. Çünkü çok alışmış ve onunla bütünleşmiş onu dinin bir emri olarak saymaktadır. Onu çıkardığı zaman, dinin bir yanının yıkılacağına inanır. Çünkü türbanı İslam şuuruyla, İslam anlayışı ile takar…”
Daha önceleri böyle konuşan ancak karşısında Nevval’i görünce “Dinin emri”, “Dinin bir yanının yıkılması”, “İslam şuuru”, “İslam aşkı” gibi kavramları unutan, bu kavramlara ters parande attıran Gülen, çark üstüne çark ederek bir rüzgar gülü edasıyla ona şu cevabı veriyordu:
“Başörtüsü de aynı şekilde üzerinde durulacak usul, yani imanın ve İslam’ın esaslarından, şartlarından değildir.
Bunlardan dolayı, insanın adeta dinin dışında tutulması dinin, ruhuna aykırıdır. Bu konuda dayatmalar, ısrarlar ifrattır ve zorlamadır. Gönülde sevgi önemlidir.”
Fetullah’tan bu şekilde fetva alan ve yan yana fotoğraflar çektiren Nevval hızını alamayarak, hiç de estetik olmayan vücudunu bir dergide sergiliyordu. Nevval’in fotoğraflarının yayınlamasının ardından kısmeti açılıyor ve hak ettiği yere Samanyolu TV’ye geçiyordu. Nevval, Gülen cemaatinin yayın organı görünümünde olan Samanyolu’nda haber yorumu yapıyor ve bazı programları sunarak cemaatin eğitilmesinde önemli katkılar sağlıyordu.
Ergenekon’dan Sonra Fetullah
27 Nisan 2009 tarihli Star Gazetesi’ne demeç veren Zaman Gazetesi yazarı ve Gülen’e en yakın isimlerden Hüseyin Gülerce, cemaatin eylemleri için, “Fetullah Gülen’in “Biz yapmıyoruz. Allah yapıyor” şeklindeki sahtelik kokan sözlerini aktarıyor, Fetullah ile Hz. Muhammed’in ölümünün İslamiyet açısından aynı etkiyi yaratacağı şeklinde densizce bir yakıştırma da bulunuyordu.
Gülerce, Fetullah’ın hakkında hiçbir dava kalmadığını hatırlatan ve onun ne zaman döneceğini soran Fadime Özkan’a;
Ergenekon davasının sonuçlanmasından sonra diyordu.
Öyle ya; Emniyet, MİT ve Adliye içindeki Fetullahçı yapılanma cümle Atatürkçüleri sindirecek, yok edecek ancak o zaman Gülen kendinde Türkiye’ye dönme cesaretini bulacaktı.
Ergenekon tezgahının en önemli amaçlarından birini böylece Fetullah Gülen Cemaatinin en önemli ismi Hüseyin Gülerce açık bir şekilde itiraf ediyordu.
Neyse konumuz başörtüsü! Dün başörtüsü için feryad-ı figan ağlayıp, “Bacılarımızın başından başörtüsü çıkarılırsa kıyamet kopar” diyen Fetullah’ın, Nevval Sevindi’nin karşısında bu sözlerinden hicap duyarak çark etmesini Hüseyin Gülerce’ye soran Fadime Özkan, ondan da Gülen gibi cevap alıyordu. Bu yanıta veryansın eden Habertürk Gazetesi’nin türbanlısı Nihal Bengisu Karaca;
“Bizi niye yediniz. Bizi niye kandırdınız” diye soruyordu.
“Oysa;
Gerçek bir din adamı, tarikatların oynak tavırları karşısında; bizdeki tarikatlar Allah’ın emri ile ClA’nın buyrukları arasında kalınca kıblel erini varlıklarını borçlu oldukları ABD ve onun talimatları doğrultusunda değiştirmek zorundadır” şeklinde bir tespitte bulunuyordu.
Nihal Bengisu Karaca, kandırılmışlığın verdiği ızdırapla feryatlarını şöyle sürdürüyordu:
“Keşke hepimiz Nazlı Ilıcak gibi olsaydık.”
Ve, Bengisu isyanına devam ediyordu:
“Gülerce, Fadime Özkan’ın Fetullah Gülen’in 28 Şubat döneminde başörtüsü ile ilgili yaptığı ‘Fürüattır’ açıklaması üzerine sorduğu soruya şöyle bir cevap veriyordu:
“Füruat demek, öncelikli değil demektir, İslam’ın şartı beş, İmanın şartı altı. Burada başörtüsü var mı? Yok!..” Sayın Gülen, bu minval üzerine konuşunca toplumdaki tansiyon düşüverdi. Hiç unutmuyorum, Nazlı Ilıcak, gazetesinde “Sayın Güleni tanımıyorum, bu sözü ilk defa duydum ve ilk defa kendimi İslam dairesinde hissettim” diye yazdı.
Şimdi ben günlerdir, bir din; hem de halis bir dindar tarafından, nasıl bu kadar “İndirgenebilir” hale getirilebilir ve Gülen’in 28 Şubat döneminde belki bir takım toplumsal endişelerle yaptığı bir açıklama, nasıl bu kadar hoptirilaylom bir tefsire maruz kalır, onu düşünüyorum ve anlamakta zorlanıyorum.
Sormazlar mı, “Sayın Gülerce, ’emri bil maruf nehyi anil münker’ yani dini tebliğ ‘iyiliği yapma, kötülükten caydırma’da İslam’ın beş şartı arasında değil, ama Kur’an’da çok anlam yüklenen bir meseledir, nasıl yani?” diye.
Sormazlar mı, “Allah’a şirk koşmak, yani dünyevi mevzuları, dünyevi arzu ve tamah nesnelerini, dünyevi otoriteleri Allah’ın ilahlığı ile yarışacak denli önemli saymak imanı yer bitirir, ama elimize tutuşturulan bu imanın altı şartı adlı reçetede şirkten bahsedilmez bile” diye. Sayın Gülerce’ye sormazlar mı, “Dünyanın dört bir yanında okul açmak da İslam’ın, ya da İmanın şartlarından biri değil, o zaman niye yapıyoruz ki bunları” diye.”
Nihal Bengisu bu soruları soruyordu ya, yanıt gelecek diye, oysa duvarlardan ses geliyordu da Gülerce’den çıt çıkmıyordu. Ne yani Gülerce ortaya çıkacak, “Amerika’nın yüz senede yüz milyar dolar harcasa yapamayacağı bir organizasyonu onlar adına gerçekleştirip altın bir tepsi içinde onlara sunduk” mu diyecekti.
Öyle ya;
ABD eskiden sömürmek istediği ülkeye yerleştireceği yöneticiyi o ülkede köy köy kasaba kasaba arıyor, bulduğunda ABD’ye götürüyor, orada eğitiyor, sonra da ülkesine gönderiyordu. Bu Amerika için milyarlarca dolara mal olurken sayısız insan gücüne de gereksinim duyuluyordu.
ABD şimdi bu görevi Gülen grubuna vererek, hiçbir masrafa girmeden derenin kuşlarını derenin taşları ile vuruyordu.
Gülen’in 35 yıllık yol arkadaşı Nurettin Veren geldikleri son safhayı şöyle açıklıyordu:
Fetullah ve ekibi olarak, ABD’nin akıncıları ve conileri olduk.”
Neyse biz yine dönelim Bengisu’nun feryatlarına:
“Gülerce’nin Emevi-Abbasi döneminde uydurulan ve ümmete kakalanan, Kur’an’ın mesajını hükümden düşürüp İslam’ın yaşanışını bir kaç kalem ibadetle ve bir kaç temel esasla sınırlama amacı güden bu yaklaşımı benimsemesi çok tuhaf. Çünkü bu argüman, Türkiye’de, Gülerce’nin röportaj boyunca şikayet ettiği kesimin, dinden ve dindardan nefret eden ve dini yaşantının kısıtlanmasını talep eden kimselerin kullandığı argümanın aynı.
Onlar da “İslam’ın şartı 5, bunların arasında başörtüsü yok” diyorlar. İleri gidip, Kur’an’da başı da örtmeyi gerektiren bir tesettür emrinin olmadığını da söylüyorlar, ilahiyatçı olmadığım için emin olduğum bir şey var: Nur suresi 30-31. ve Ahzap suresi 59. ayetler “Baştan aşağı örtünme” konusunda yeterince açık.
“Efendim, ben başımı boynumun altından başlatıyorum, demokrasi var” gibi çocuksuluklar teskin edicidir, insanı rahatlatır, ama gerçek değildir. İnanın buna, çünkü dini modemizme uyduracağız diye tepinip duran ilahiyatçılardan değilim. Acı gerçekleri görebilen herhangi biriyim.
Kur’an emrediyor, inkar etmemek şartıyla bu emri yerine getirmeyebilirsin; emri yerine getirmemen, bu satırların yazarı gibi nefesinin kıytırıktan tesettüre yetiyor olması ya da her türlü bahanen olabilir. “Allah affetsin” dersin ve kendinden umudu kesmeden devam edersin. Doğru, Allah’ın rahmeti sonsuz, dilerse hayatı boyunca her melaneti işleyen, ama tek bir kere içtenlikle, samimiyetle “Allah” diyeni affedebilir. Ama bu durum ayrı bir şey; bu durumdan yola çıkarak, “Hem zaten İslam’ın şartları arasında yok” şeklindeki hava boşluğunu “rasyonalize etmek” bu tutumu “akılcılaştırmak” başka şey.
Kaldı ki; bu ülkede inandığı gibi yaşamak, örtünebilmek isteyenlere engel olanlar herhalde “Allah’ın rahmeti” gerekçesiyle yapmadılar bunu. Yüzbinlerce genç kızın hayatı mahvoldu” olmaya da devam ediyor.
Bir Nihal Bengisu Karaca’nın şimdilik “yırtmış” gibi görünmesi, bir kaç babadan kalma sermayenin, işyerinin başında durup hasbelkader “İşkadını” görüntüsü veren baş örtülünün “bakan karısı” filan olmuş olması, yüzbinlerce kadının içe dönük, kocaya bağımlı, eğitimsiz ve ekonomik özgürlükten “muaf bir hayata mahkum kaldığı gerçeğini hükümden düşürecek değil. Haa tabi, sonuçta bu “kadının meselesi”, öyle değil mi?”
Başörtüsü olayını sadece kendi çıkarları için kullanan, işlerine geldiği zaman “başörtüsü İslam’ın olmazsa olmazı” şeklinde fetvalar veren, ancak menfaatlerinin aksini gerektirdiği durumlarda ise “Başörtüsü teferruattır” diyen başta Gülen cemaati olmak üzere bir takım dincilere, N. Bengisu Karaca tarafından şu soru yöneltiliyordu:
“Her şey bir yana, bu kızlar çıkıp demezler mi, ‘madem hiç te şart değildi bu başörtüsü, o zaman beni niye yediniz, niye kandırdınız? Bıraksaydınız o zaman, hepimiz Nazlı Ilıcak gibi o lsaydık, derdiniz neydi?’ diye…”
Fetullah ve Sinekler
Latif Erdoğan’ın Şemsettin Nuri takma adıyla daha önce cemaatin yayınevinden çıkardığı “Küçük Dünyam” adlı kitapta, Gülen’in Suudi Arabistan gezisi sırasında, her tarafta bol miktarda olmasına rağmen Arap sineklerinin kendisini sokmadığı, yine aynı Arap sineklerinin bir tanesinin bile rahatsızlık vermediği özellikle vurgulanıyordu. Arap sinekleri Gülen’in karşısında adeta el pençe divan duruyorlardı.
Oysa;
12 Mart hapishanelerinde yatarken, Arap sineklerinin Gülen’e gösterdiği saygıyı, yerli sinekler göstermiyor, cezaevini Fetullah’a dar ediyorlardı. Gülen o günler aklına geldiğinde yerli sineklerden şöyle yakınıyordu:
“Sinekler, ah onlardan öyle rahatsızdık ki… Pencereyi kapasan boğuluyorsun, açsan onların istilasına uğruyorsun.”
Gülen’in yine birbiri ile çelişen ve üstelik aynı kitapta yer alan bu açıklamaları, ister istemez insanın aklına bazı soruların gelmesine sebep oluyordu. Öyle ya Gülen iki sinek grubunun arasındaki davranış farklarını anlatmış, ancak bu farklılığın nedenleri üzerinde durmamıştı.
Kendisi ile ilgili her olaya ilahi anlamlar yükleyen Fetullah’ın kerameti eksildiğinden mi yerli sineklerin istilasına uğramıştır. Yoksa Arap sinekleri doğuştan Nurcu takımdandı da o nedenle mi saygıda kusur etmemişlerdi.
Yerli sinekler ise Ergenekoncu muydu?
Fetullah Gülen’in anılarında, birbiri ardından sıraladığı sayısız kerametleri yer alıyordu. Gülen, tam anlamıyla kerameti kendinden menkul biriydi.
Fetullah Gülen, hacca gitmek için Allah’a ve Resulüne mektuplar yazdığını; bu mektupların yerlerine ulaşmasının ardından ilahi bir mucizenin gerçekleştiğini, böylece kutsal toprakları ziyaret ettiğini söylüyordu.
Ancak;
Gülen’in bu açıklamalarının da doğru olmadığı, Gülen’in saf insanlar üzerinde “Keramet” havası yaratmak, onların beyinlerini iğdiş etmek amacı taşıdığı, yine Gülen’in Diyanet İşleri Başkanlığı’na gönderdiği “Yurt dışı izin isteme” dilekçeleri ile kanıtlanıyordu.
Gülen, senelik 30 gün olan izinlerini Suudi Arabistan’da geçirmek istediğini Diyanet İşleri Başkanlığı’na gönderdiği dilekçelerinde belirtiyordu. Yani Gülen arzuhalini Allah ve Resulü’ne değil Diyanet İşleri Başkanlığı’na ve başkanlıkta kendilerine yakın olan cemaat üyelerine torpil amaçlı olarak duyuruyordu.
Fetullah Gülen, 1978 yılına kadar dört defa eğitim için gittiği hacca beşinci defa gitmek istiyor ve bu nedenle Diyanet İşleri Başkanlığı’na 1978 yılına ait senelik iznini Suudi Arabistan’da geçirmek istediğini belirten bir dilekçe gönderiyordu.
Diyanet İşleri Başkanlığı adına Bornova Müftüsü Rasim Arslan, bu istemi 30.05.1978 tarihinde Kaymakamlık’a sunuyor, aynı tarihte Kaymakamlık da Gülen’e olumlu yanıt veriyor ve bu yolla Gülen 1978 yılında beşinci defa Suudi Arabistan’a gidiyordu.
Fetullah’ın torpil isteme amaçlı dilekçelerine ara verelim ve Fetullah’ın keramet masallarına devam edelim.
İlk hacca gidişinde bir arkadaşının adressiz olarak Fetullah’a gönderdiği mektuplar geliyor, Arabistan’da kendisini buluyordu. Gülen, bu konuda biraz fazla övünmüş olacağını ve inandırıcı olamayacağını düşünmüş olacak ki, Oral Çalışlar ile yaptığı mülakatında mektup olayının kendisinin değil de arkadaşının bir kerametinin sonucu gerçekleştiğini belirtmeyi ihmal etmiyordu.
Gördünüz mü Fetullah’taki mütevaziliği, hadi Gülen ile ilgili bir başka keramete (!) daha tanık olalım.
Fetullah’ın çocukluğunda kazları varmış. Kazlar, komşuları olan Necip Ağa’nın bahçesine sürekli zarar verirlermiş. Necip Ağa da tabiri caizse kazlara bir meydan dayağı atmış. Dayak sonucu kazlar epeyce hırpalanmış. Manzara Gülen’i oldukça üzmüş ve başlamış ağlamaya…
Gülen’in gözyaşlarına destek çok gecikmeden gökyüzünden gelir, ama ne gelir… Şiddetli bir dolu yağışı başlar, hikmetin kerametine bakın ki bu şiddetli dolu yağışı o yöreye değil sadece Necip Ağa’nın bahçesine yağar. Ve bahçedeki ekinleri, bitkileri dağıtır.
Gülen’in kazlarına karşı, Necip Ağa’nın ekinleri… Peki kazları Necip Ağa mı dövdü. Ekinler mi? Bu nasıl adalet derseniz, bunun yanıtı yok. Peki Allah, sadece Gülen’in sorunları ile mi meşgul oluyor derseniz, bunun yanıtı var ama tazminatlar çok ağır. Kaldı ki bunları valla ben söylemiyorum, Gülen söylüyor.
Rüyalar ve Fetullah
Fetullah Gülen’in anlatımlarına bakıldığında, yaşamında rüyaların önemli bir yer tuttuğu anlaşılıyordu? Kendince önemli, önemsiz bir çok kararını bazen kendi gördüğü bazen de başkalarının kendisi hakkında gördüğü rüyalara dayandırarak verdiğini anlatıyordu.
Evlenmeme kararını nasıl aldığını “Küçük Dünyam” adlı kitabında şöyle anlatıyordu:
“Bir ara içimden ‘acaba evlense miydim’ diye geçti. Katiyyen düşünmek şeklinde değil, şimşek süratinde gelip geçen bir fikir.”
İlahi hikmete (!) bakın ki, evlenme fikri aklından şimşek gibi geçmesine rağmen ertesi gün bir arkadaşı geliyor ve Fetullah Gülen’e akşam gördüğü rüyayı şöyle naklediyordu:
“Rüyamda efendimizi gördüm. Size selâm söyledi. Ve ‘Evlendiği gün ölür ve cenazesine de gelmem’ buyurdu. Bu bir rüya idi. Rüya ile amel edilemeyeceğini biliyordum, ama şahsım adına bu işarete saygılı olmaya çalıştım.”
Fetullah Gülen, “Küçük Dünyam” adlı kitabının 14. sayfasında, Hz. Peygamberin dört halife ile köylerine ziyarete geldiğini, Hz. Ali’nin elindeki kazığı köye çaktığını ve bir daha köyün sallanmayacağını, yani depremden korunacağını anlatıyordu.
Gülen, sürekli olarak Hz. Peygamberin kendisi ile meşgul olduğuna dair rüyalar anlatıyordu. Söylediğine göre, gençlik yıllarında bir gün arkadaşı ile risaleleri okuduğu günlerde Peygamber Efendimiz kendisiyle ilgilenmiştir. Gülen’den dinleyelim:
“Bir gün bu arkadaşlardan biri rüya görüyor. Hatice Validemiz kapının dışında, Efendimiz de içeride oturuyor. Ders yaptığımız bu dört-beş kişiyi kast ederek, Hatice Validemiz Efendimize: ‘Ya Resulallah’ bunlar ‘bizden hoşnut musun Ya Resulallah’ diye soruyorlar’ diyor. Ve Efendimizden cevap geliyor: ‘Evet hoşnudum. Hele birisi, hele birisi!..’ diyor.”
Allah için Fetullah Gülen’deki tevazuya bakın!.. Burada bahsedilen birisinin kendi olduğunu açıklamıyor. Ya ne yapıyor? Okuyan anlasın diye kendi ile ilgili uydurduğu bu durumu vurgulamaktan kaçınıyor (!!!)
Gülen, üstadı Ermeni Said gibi işkembe-i kübra’dan atmaya doyamıyordu. Gülen, ders vermesinin yasaklanacağını yine rüyasında Hz. Peygamberin bildirdiğini şu şekilde açıklıyordu:
“Ben Kestanepazarı’ndan ayrılınca, Güzelyalı’da bir camide İmam Hatip ve Yüksek İslam Enstitüsü talebeleriyle hadis okumaya başladık. Dersler ikindiden sonra olduğu için de iştirak fazla oluyordu.
Bu dersler bir müddet devam etti. Son gün bir rüya gördüm. Rüyamda ben bu camide ikindi namazı kıldırıyorum. Sağ tarafıma selâm verince baktım ki, Efendimiz de orada bulunuyor. Ancak mübarek yüzü yağmur yüklü bulut gibi dopdolu… Ben içimden ‘Acaba efendimizi üzen bir şey mi oldu’ diye geçiriyorum ve uyanmışım.
Bu rüyayı gördükten sonra bir daha o camide hadis dersi yapmamız mümkün olmadı. Anladım ki, Efendimizin mahzun olmasının manası buymuş.”
Fetullah Gülen; hapishaneye gireceklerini de, tahliye olacaklarını da rüyalarla açıklıyordu:
“Hapishaneye giderken, tatlı bir burukluk içinde girmiştik. Çıkarken de öyle çıkacaktık ve çıkıyorduk da. 12 Mart’ı müteakip hadiselerin iç-içe girdaplaşıp derinleştiği, gayyalaşıp korkunçlaştığı o sisli-dumanlı günlerde, Allah-u Alem sadık bir rüyada; Hazret-i Sahip kıran, sırtında siyah bir cüppe, hapishanenin önünde durmuş, bizleri bir kaleye dolduruyor gibi birer birer tutup içeri attığı görülmüştü.
Tahliyeden bir müddet önce de, inilmeyecek gibi alabildiğine bir zirveden, hem de umulanın üstünde bir emniyetle kayıp Kabe’ye ulaştığımız görülüyordu…”
Neredeyse rüyalarla kutsandığını iddia edecek olan ye Allah’ın koruması altında olduğunu sürekli vurgulayan Fetullah Gülen, yine de rüyalara ve Allah’ın korumasına güvenemediğinden olacak ki, her önüne gelenden yardım umuyordu. Gözaltındayken Albaylardan kendilerine aracılık yapmasını şu sözleri ile istiyordu:
“Harun Reşit Hocaefendi’yi de salmışlardı. Bir Albay onun için tavassutta bulunmuş. Giderken kendisine, ne pahasına olursa olsun bizim için de tavassutta bulunmasını rica ettik. Harun Reşit Hocaefendi durumu Albay’a bildirmiş, o da gidip yetkililerle görüşmüş. Fakat, onların durumu ağır, cevabını alınca aracılıktan vazgeçmiş…”
Gülen, rüyaları istediği gibi kullanıyordu. Bazı rüyalarda yani evlenmesini istemediklerinde bu emri aynen uyguluyor, sakal bırakması talep edilince bu defa tersten yorumlatarak sakal bırakmama kararı alıyordu. Fetullah, rulet masasındaki top gibi dönüp dönüp istediği yerde duruyordu. Hele çıkarı ne taraftaysa, izleyelim:
“Çok erken yaşlarda Hz. Peygamberi örnek almak arzusuyla sakal bırakmayı düşündüm. Bir rüya görmüştüm. İtimat ettiğim bir kişi sakal bırak dedi. Hakkında iyi düşüncelerim olan birine: ‘Bu rüyanın tabiri nedir’ diye sordum. O kişi de ‘Bırakmamak manasına gelir’ dedi. O gün bu gün kestim…”
Prof. Dr. Alpaslan Işıklı, “Fetullah Gülen ve Laik Sempatizanları” adlı kitabında, Gülen’in rüyalarına şöyle yorumda bulunuyordu:
“Peygamberi rüyamda gördüm diyen herkesin söylediklerine inanacak olursak, bunun sonu nereye varır? Bu durumda, peygamberi rüyamda gördüm, seninle evlenmemi istiyor, diyerek Fadime’yi iğfal etmiş olan, sözde tarikat şeyhi Ali Kalkancı, bir bakıma çok masum kalmaktadır. O, bu yolla bir genç kızı ikna etmiştir; Fetullah Gülen ise bütün bir ulusu iknaya kalkışıyor.”
Fetullah Gülen, Amerikalıların Irak’ta camileri bombalamaları karşısında sesiz kalırken, yine Amerikan askerlerinin Kur’an-ı Kerim’i nişangâh yapmalarını görmezden geliyordu. Türkmenlerin Telafer’de katledilmeleriyle, tecavüze uğramalarıyla hiç ilgilenmiyordu.
Gülen, Irak’ta sakat bırakılan, öldürülen binlerce çocuk için hiçbir zaman gözyaşı dökmüyor, Filistinli çocuklar için ağlamıyordu.
Fetullah, ne yaman bir Yahudi dostu olduğunu, Hz. Peygambere de iftira atarak görmediği rüyalardan birini daha öğrencilerine anlatarak kanıtlıyordu:
“Savaştan önce Resulallah’ı rüyamda görmüştüm. Tebessüm ediyordu. Sevinçli bir hali vardı. Savaştan sonra tekrar gördüm. Başının üzerinde Scud Füzeleri uçuyordu. O füzeler çocukları öldürüyordu. Bu sebepten dolayı çok üzülmüştü, hatta bu sebepten saçları ağarmıştı. Vallahi saçları ağarmıştı.”
Yüzbinlerce Iraklı çocuk katledilirken sessiz kalan Fetullah, Saddam İsrail’e iki füze gönderince Yahudi dostları zarar görecek diye feryad figan ağlıyor, Yahudi çocukları için dövünüyor, ağlama ve inlemelerinde Hz. Peygambere de iftiralar atıyordu.
Öyle ya Iraklı bebeler katledilirken, kadınların ırzlarına geçilirken, çoluk-çocuk, yaşlı-genç binlerce Iraklı ve Türkmen katledilirken Fetullah’ın rüyasına gelmeyen peygamber Yahudi çocukları riske girince mi rüyalarına uğruyordu?..
Fetullah Gülen yine meydanı boş bulduğu ortamlarda desteksiz atıyor, ardındaki cemaatinin tamamına cennet müjdesi veriyor, cennet muştusunu da rüyalarına dayandırıyordu. Fetullah rüyasında haşa Allah adaletsizlik yapmış gibi cehenneme atılmak üzere yola çıkarılmış insanların cehenneme atılmasına mani olduğunu söylüyordu.
Gülen bu arada bakıyor ki, cehennemlikler arasında cemaatinden bir tek kişi bile yok. Üstelik bu açıklamayı yeminle yapıyor. Oysa, kısaca hatırlayacak olursak, Peygamberimiz gökteki yıldızlara benzettiği sahabelerden ancak onuna cenneti müjdeliyordu.
Çok enteresan! Peygamberimiz öve öve göklere çıkardığı sahabelerinden ancak onuna cennet müjdesi verebiliyordu. Fetullah Gülen ise arkasındaki tüm cemaatine bu müjdeyi veriyordu. Fetullah Gülen kim? Mürşit mi, müçtehit mi, yoksa yeni bir dinin peygamberi mi?
Fetullah Gülen, 25 Ocak 1995 tarihinde Sabah Gazetesi’nden Nuriye Akman ile yapmış olduğu söyleşide, haşa sanki Allah’ın Özel Kalem Müdürü imiş gibi cemaatine topyekün cenneti şu sözleri ile vaat ediyordu:
“Ben cehennemin önünde kollarımı açmış, sel gibi akan insanları durdurmaya çalışıyorum. Sonunda dayanamadım kenara çekildim. Vallahi bu cemaatten hiç kimse onların içinde yoktu.”
Gülen bu rüyasını açıklarken haddini de aşarak Allah’ın insanlara adaletsizlik yaptığını da ima ediyor, Allah’ın cehenneme atılmak üzere yola çıkardığı insanların cehenneme atılmasına mani olmaya çalıştığını söylüyordu. Üstün gayretleri sonucu yorgun düşmesinin ardından bir de bakıyor ki cehennemlikler arasında cemaatinden hiç kimse yok!
Niye öyle garip garip bakıyorsunuz? Fetullah bu garantiyi bir de yeminle veriyordu.
Ne zannettiniz? Fetullah sadece cemaatini mi cennete gönderiyor? Tabii ki hayır. Kendi çıkarlarına hizmet eden herkese de Ortaçağ papazları gibi, cennette tapu çıkarıyordu.
Fetullah, Milliyet Gazetesi’ne verdiği röportajda 12 Eylül darbecisi Kenan Evren’i de cennetlikler arasında gösteriyor, haşa sümme haşa ona da cennetin kapılarını ardına kadar açıyordu.
Hani Gülen ve Gülenciler darbe ve darbecilere karşıydı gibi anlamsız bir sorunun cevabı; 28 Şubat’a en önemle desteği Gülen ve cemaati vermedi mi olacaktır. İnanmayan Erbakan’a sorsun.
Hadi bunu Erbakan’a bırakmadan 28 Şubat’ta Gülen’in darbecilere verdiği aklı ibretle izleyelim:
“Ben olsam, haklarında kapatma davası varken erken seçime gider, RP’yi sandıkta yenerdim.”
Bu sözlerin sahibi, bugün hiç yüzü kızarmadan darbecilere ve darbeye nasıl karşı olduğunu söyleyebiliyordu. Hatta söylemekle de kalmıyor, bir de kendini 28 Şubat’ın mağduru olarak gösteriyordu.
29 Mart 2009’da yapılan yerel seçimlerin sonucunda AKP’nin oy kaybetmesinden büyük bir korkuya kapılan Fetullah Gülen, o panik ve telaşla 6 Nisan 2009 tarihinde daha önceleri fikir babalığına soyunmaya kalktığı 28 Şubat’ı eleştiriyor, TSK’yı hedef alarak, Emniyet içindeki Fetullahçı yapılanmanın uydurduğu İrtica ile Mücadele Eylem Planı’ndaki gibi kendilerinin terörist şeklinde gösterilebileceğini öne sürüyordu.
Gülen, sözde eylem planı tezgahının ortaya çıkmasından aylar önce şöyle konuşuyordu:
“Dün olduğu gibi bundan sonra da, beslenen bazı şer şebekeleri en samimi müminleri ve hakiki Müslümanları terörist gibi göstererek yeni bir irtica yaygarası koparabilirler.”
Gülen’in bu açıklamasının ardından harekete geçen Emniyet ve Adliye içindeki Fetullahçı yapılanma hemen bu doğrultuda bir belge düzenliyor, kurban olarak da yine madalyalı bir asker seçiliyor ve senaryo hazırlandıktan sonra “Millete İhanet Planı” yalanlarıyla bir bardak suda fırtınalar koparılıyordu.
Kapitalist Melekler
Fetullah Gülen, “Yeni Dünya Düzeni” ve onun bir parçasını oluşturan neo liberal bir anlayışla tümüyle uyum içindeydi. Bu yüzden dinsel kavramlara da, bu tutumuna ve yaklaşımına uygun bir anlam ve içerik yüklüyordu.
1964 yılında ülkemize gelen CIA Türkiye Masası Şefi Graham Fuller’in, Gülen’in en eski ve en sadık dostu olduğunu yargılanmakta olduğum Ergenekon davasında belgelemiştim. Bir dönem MİT ile yakın ilişkide olan Gülen, daha sonra Graham Fuller ile diyalogunun ardından CIA ile işbirliğine giriyordu.
Bu nedenle Gülenin “Yazdım” dediği kitaplarında Hıristiyan ABD’nin kapitalist rüzgarları esiyordu.
Gülen, Fasıldan Fasıla adlı kitabının 2. Basım 3. Cildi 13. sayfasında melekleri adeta kapitalistleştiriyordu, okuyalım:
“Melekler rantabl çalışırlar, daha doğrusu çalıştırılırlar.”
Gülen, bu yazısıyla sadece melekleri değil, aynı zamanda Allah’ı da haşa kapitalist sınıfına sokuyordu.
Prof. Dr. Alpaslan Işıklı, “Fetullah’ın Laik Sempatizanları” adlı kitabında meleklerin rantabl çalışması konusunda şunları yazıyordu:
“Bilindiği üzere, ‘rantabl çalışma’ ifadesi, bir mal veya paranın emek verilmeden sağladığı geliri ifade eden rant kavramı ile ilintilidir. Meleklerin rantabl çalışmasından söz etmek, onların da birer mal veya para gibi görülmesinden başka bir anlama gelmez. Dolayısıyla işçiyi ve emeği metalaştıran kapitalist anlayış, bu ifadeyle yeni ve çok değişik bir boyuta sıçramış olmaktadır.”
Fetullah Gülen, bütün bunlardan sonra tarihi maddecilere akıl vermeyi de ihmal etmiyordu. Gülen, “Fasıldan Fasıla” adlı kitabının 1. cildi 234. sayfasında bu derin (!) görüşlerini şöyle aktarıyordu:
“Tabii hiç bir hadise ayniyle yaşanmamaktadır. Çünkü hiç bir hadise ayni olarak cereyan etmez. Tarihi maddecilerin bu mevzudaki yanılmalarını hatırlayıp geçelim.”
Işıklı, Gülen’in bu sözlerini şu şekilde değerlendiriyordu:
“Ne Marks’ın, ne Engels’in, ne de bir başka tarihsel maddeci filozofun, olayların aynen cereyan ettiği anlamına gelen bir görüş ortaya koyduğunu bilmiyorum. Ancak, Marks’ın Napolyonlarla ilgili olarak söylediği bir sözü bu noktada hatırlamak gerekiyor. Marks ‘Tarihte her şey iki defa cereyan eder, birincisi trajedi, ikincisi komedi olarak’ demiştir. Bu tespit, Nurculuğun iki dönemi (Nursi dönemi, Gülen dönemi) bakımından da yanlış görülmüyor.”
Fetullah’a Göre Bilim ve Akıl
Taassubun bilim ve felsefeyi reddeden geleneksel tutumu, Fetullah Gülen’de bütün ağırlığıyla devam etmektedir. Gülen’e göre, Bediüzzaman dediği akıl sağlığı bakımından yaya kalan Said’in yine kendi deyimi “enfes” tespitlerinden biri de, “kalbi ve ruhi hayata yelken açmamış kimselerin, akli ve felsefi meselelerle iştigal etmesinin hem bir hastalık emaresi, hem de hastalık yapan bir virüs olduğu” gerçeğiymiş.
Gülen bu uçuk görüşünü güçlendirmek için imza atmasını bilmeyen Said’in yazdığı iddia edilen nur külliyatından ‘Otuzuncu Söz ve Lemaat’ından şunları aktarıyordu:
“Demek ki manevi hastalıklar insanları akli ilimlere sevk etmekte… ve akliyat ile iştigal edenlerde emraz-ı kalbiye’ye müptela olmaktadır. Yani, akıllarını kullanmayı gerektiren bilimsel çalışmalarda bulunanlar, manevi anlamda kalp hastalıklarına yakalanmaktadırlar.”
Kuşkusuz, dinle ilgili konular, esas olarak kalp ve iman alanına girerler. Ancak, hiçbir konu ve uğraş; aklın, mantığın ve muhakemenin tümüyle rafa kaldırılmasına haklılık kazandırmaz.
Fetullah Gülen, “Karşılaştığınız her görüşü Kur’an ve Hadis süzgecinden geçirin mutabakat varsa alın. Yoksa ‘yerler gökler ayetlerle doludur’ diyen bir dinin, gerçeği bulmanın kaynaklarını böylesine bir çerçeve ile sınırlandırmış olması elbette düşünülemez. Eğer öyle olsaydı, İslamiyet açısından, insanın deneyimler kazanması, olgunlaşması için böylesine bir dünyada yaşamak üzere yaratılmasına gerek olmazdı.
Kaldı ki, mantık ve muhakemeden yararlanmaksızın, Kur’an ve Hadisleri doğru bir biçimde anlamak da mümkün olamaz” der.
Nitekim, bu yüzden olacak ki, Fetullah Gülen’in de Kur’an-ı Kerim’i yorumlamakta, İslam’ın tarihinde sayısız örnekleri görülmüş bulunan yüzeysellikten kendisini kurtaramadığını görmekteyiz. Bir örnek vermek gerekirse, Gülen’in, Kur’an’da geçen “azabın müjdelenmesi” ifadesinin, “İstihkar ve tehekküm” yani “aşağılama ve alay” anlamı taşıdığını ileri sürmesini gösterebiliriz.
Oysa;
Din felsefesinin özüne herhangi bir yolla birazcık yaklaşmış olan ve akıl, mantık ve muhakemeye sırt çevirmemiş olan herkes bilir ki, İslamiyet’e göre, “esirgeyen ve bağışlayan” Tanrı, kullarıyla asla alay etmez ve onları aşağılamaz; zaten onları yaratmış olan O’dur. Bu ifadede sözü edilen “müjdeleme”nin anlamına, “azap”ın İslami düşünce açısından amacı düşünülmeden varılamaz.
İslamiyet’e göre her türlü “hayır ve şer” gibi, “azap” da Tanrı’dandır; Tanrı’nın kullarına azap vermesi daha iyi, daha mükemmel olmalarını sağlamaya yöneliktir; dolayısıyla azap, onu hak etmiş olanlara, sonunda sevinmelerini gerektirecek kazanımlar sağlayacağı için müjdelenmesi gereken bir lütuftur.
Fetullah Gülen, çağdaş bilimin ışığında; akıl, mantık ve muhakeme yoluyla çözülmesi gerekli ve mümkün olan pek çok sorunu, geçmişte yaşamış, önemli bulduğu bir kısım dinsel otoritelere atfen aktardığı hükümlerle çözmeye çalışmaktadır.
Bunların bazıları şöyle sıralanabilir:
“Diş kalıplarının altından olması, İmam Ebu Hanefi’ye göre mahzurluymuş.”
“İstimna caiz midir?
Yusuf El Kardavi, İmam Ahmed Ibn Hanbel, istimna caizdir der.
Başka bazıları demiyormuş.”
“Cünüp iken ölen ne olur?”
“Kan aldırmak, sakal bırakmak sünnet mi değil mi?”
Halkımızın ham sofuluk dediği olgunun gündeme getirdiği bu tür sorunlar ve tartışmalar, asırlar önce, Nasrettin Hoca, Bektaşi, İncili Çavuş fıkralarıyla gerekli yanıtlarını fazlasıyla almış bulunuyorlardı.
“Yeni Dünya Düzeni” ile birlikte yeniden kabaran bu tür eğilimler, bilinen bir Nasrettin Hoca fıkrasını anımsamamızı zorunlu kılıyordu.
Hoca’ya bir gün sormuşlar;
“Hela’da sakız çiğnemek günah mıdır?”
“Bana ne soruyorsun aklını kullan” dememiş, ama aynısını daha etkili olacak bir biçimde şöyle ifade etmiş:
“Günah değildir, günah olmasına ama görenler başka şey sanırlar…”
ERGÜN POYRAZ

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder