30 Temmuz 2016 Cumartesi

AMERİKA’DAKİ İMAM – V




Yağmurcu
Saygı Anlayışı
Bomba Korkusu
Yufka Yürekli Fetullah
Gatakulli
Fetullah, Milliyetçilik ve Askerlik
Babası Yanında Sigara İçmezmiş
Sümüklü Mendil
Medrese Eğitimli Fetullah
Hafız mı
Fetullah ve Halüsinasyon

Yağmurcu
Gülen, hakkında Ankara DGM tarafından soruşturma açılınca sağlık sebeplerini bahane ederek tüydüğü Amerika’da bir ilki gerçekleştiriyor, yağmur duasına çıkardığı arkadaşları ile ABD’yi kuraklıktan kurtarıyordu (I?)
Gülen, dua etmeye kendisinin gitmediğini belirtiyor, arkadaşlarını gönderdiğini ilk gün yağmur yağmayınca “Üç gün devam edin yağacak” dediğini söyleyerek, gaybdan haber verdiğini, “Gaybı Allah’tan başka kimse bilmez” kuralını tanımadığını şu sözleri ile ilân ediyordu:
“Geçen yıl burada (ABD) kuraklık vardı. Uzun süre arkadaşlara yağmur duasına çıkmalarını söyledim. Kendim gitmedim, neme lazım ben çıksam yağmayabilirdi… Arkadaşlar çıktılar, ilk gün yağmur gelmedi. Kendilerine, ‘İlk gün hemen gelseydi bunu kendinizden ve duanızdan bilebilirdiniz. Üç gün duaya devam edin’ dedim. Üçüncü gün yağdı.”
İsmail Ünal tarafından yazıldığı ileri sürülen ve Işık Yayınlarından çıkan Fetullah’ın seyir defteri düzeninde yazılmış, “Fetullah Gülen’le Amerika’da Bir Ay” adlı kitapta da bu yağmur yağdırma işi Fetullah’ın dilinden anlatılıyor, bu kitaptan alıntı yapan Milliyet Gazetesi ise ne hikmetse bu bölümün altındaki ayrıntıyı es geçiyordu.
Fetullah’ın yağmur yağdırma masalının anlatıldığı kitabın 51. sayfasının sonunda onun bu saçmalığı anlattığında, şekerinin 40 düzeyinde olduğu belirtiliyordu. Gülen, kendi kendinin Brütüs’ü olduğunu bir kere daha belgeliyordu.
Çünkü;
Şeker hastalığı ile uzaktan yakından ilgili olan herkes bilir ki, şeker seviyesi 40 ve 40’ın altına düşünce beyinde zedelenmelerin, hafıza kaybının oluşmasının yanında en önemli unsurun da “hayal görme ve uydurma” gibi davranış bozukluklarının meydana geldiği gerçeğidir.
18 Nisan 2009 tarihli Sözcü Gazetesi’nde “Doktorunuz diyor ki” adlı köşesinde, Prof. Dr. George Lexington şeker düşmesi konusunda şu bilgileri veriyordu:
“Şeker yüksekliği kadar şeker düşmesi de önemli sonuçlar doğurabilir. Şeker düşmesi beyinde hasara ve hatta ölüme yol açabiliyor…”
Saygı Anlayışı
Fetullah Gülen, kendi anlatımlarına göre herkese, her şeye karşı sonsuz bir saygı içindeymiş. Fetullah Gülen, her ne kadar böyle iddialarda bulunsa da yakınlarının söylemlerine ve hayat çizgisine baktığımızda, bu konuda gerçeklerin oldukça farklı bir durumda olduğunu görüyorduk.
Gülen’in anlatımları ile yaşadığı olaylar karşılaştırıldığında ortaya adeta bir çelişkiler yumağı çıkıyordu. “Küçük Dünyam” adlı kitabında Gülen, ne denli saygılı bir insan olduğunu şöyle anlatıyordu:
“… Sadi Efendi’nin yanından ayrılınca Kemhan Camii’nin yakınındaki medreseye gittim. Zaten eşya olarak sadece bir sandığım vardı. Bu medresede isimleri aklımda kalan bir Halisle Muhyiddin var. Halis bize çok iyiliği dokunan Alvar ağalarından birinin oğluydu. Yine beş-altı arkadaş kalıyorduk. Eğer birinin misafiri gelirse, yatacak yerimiz kalmazdı. Çok dar bir yerdi. Burada unutamadığım bir hatıram şudur:
Yatmak istediğimde baktım ayağımı arkadaşlardan birine doğru uzatmam gerekiyor; saygısızlık olur düşüncesiyle ona doğru ayağımı uzatamadım. Diğer tarafta kitaplarımız duruyordu. Kitaplara doğru da ayağımı uzatmam mümkün değildi. Beri taraf kıbleye denk geliyordu. Ayağımı uzatabileceğim tek yön vardı; orası da Korucuk istikametini gösteriyordu. Ve ben babam Korucuk’ta olabilir ve ona karşı saygısızlık etmiş olabilirim düşüncesiyle o tarafa da ayağımı uzatamadım. Bir kaç gece böylece hiç uyumadan oturdum…”
Gördünüz mü Gülen’deki saygı anlayışını? Şimdi haklı olarak diyeceksiniz ki, böyle bir saygılı tavır evliyalarda bile yok… Ben de bir ara öyle düşünmüştüm.
Ama;
Çok geçmeden böyle düşünmemin ne denli yanlış olduğunu, “halt etme” der gibi bizzat Fetullah’ın kendisi kanıtladı. Gülen’in Hisar Camii’nde verdiği pazar konferansını izliyordum. Konferansın sonuna doğru konuşma boyunca sümüklerini sildiği mendiline iyice ve defalarca sümkürerek doldurduğu sümüklerini o mendille birlikte elinde tutarken, izleyenlerden biri “mendili bize at” dedi. Gülen, tam kendine yakışacak saygılı bir tavırla “değmezsiniz” şeklinde cevap verdi. Dinleyici bir kere daha talebini yineledi, Gülen’in yanıtı yine “değmezsiniz” oldu. Üçüncü yalvarışta Gülen insafa geldi ve sümüklü mendilini cemaatin üzerine fırlattı. Cemaat ise o mendili “Allah, Allah” feryatları içinde kapıştı.
Gülen’in 35 yıllık yol arkadaşı Nurettin Veren ondaki insan sevgisini (!) kavramış, o sevgiyi şöyle anlatıyordu:
“Fetullah Gülen her gelişen hadiseden kendisine malzeme çıkarmayı bildi. Yani Fetullah Gülen tanıştığı bir insanın neresinden nasıl faydalanacağını ilk tanıştığı andan itibaren düşünür. İnsana insan olarak değer vermez. Sevgi ve muhabbetinden değil, onun neresinden ne çıkaracağını düşünerek sever…”
Bomba Korkusu
İlhan İşbilen, Gülen cemaatinde önde gelen isimlerden biriydi. Cemaate bağlı birçok kurumda görev almış, daha sonra bunları Nurettin Veren’e devretmişti. Bundan sonrasını Nurettin Veren’den dinleyelim:
“… Kendisi bu görevi bana teslim ettiğinde bir evi dahi yoktu. Elli yaşın üzerinde olmasına rağmen evlenmemişti. Bu derece sadık ve dürüst bir insan olmasına rağmen Fetullah Gülen tarafından sürekli ajan olarak itham edilmiştir.
Fetullah Gülen, kendi usulüyle insanları birbirine koç gibi tokuşturarak, arkadaşları birbirine düşman haline getirirdi. Fetullah Gülen, beni İlhan İşbilen’den bu görevi almaya zorladı. O arkadaşım da ceketini aldı, arkasına bakmadan bu görevi bana teslim edip gitti. Sadece kendisine ait, 68 model tek kapılı bir Anadolu vardı. O araç, gerçekten müzeliktir. Anadolu’yu 2 milyon kilometre karış karış dolaşmış bir Anadol otomobildir o.
Buna rağmen Fetullah Gülen, cemaatin içersinde bunun odasına dinleme cihazları koydurdu. Bütün arkadaşların odalarına da dinleme cihazları koyduruyordu…”
Yatarken arkadaşlarının olduğu yöne ayaklarını uzatamayacağını söyleyen Gülen’in bu sözlerinin sadece reklâm olduğu, yol arkadaşlarının açıklamalarıyla ortaya çıkıyordu. Nurettin Veren, Gülen’in arkadaşlarını dinlettiğini, arkadaşlarını birbirine düşürdüğünü şu sözleri ile açıklıyordu:
“Bütün FEM dershanelerinde ve misafirhanelerinde dinleme cihazları vardır. Dinleme raporlarını da benim elime verdi. Bu raporlar da benim elimdedir. Kendi arkadaşlarını dinletecek kadar vehim sahibidir…
… Fetullah Gülen bütün arkadaşlarını dinletir. Beni ona, onu bana, ötekini diğerine dost olamayacak konuma getirir. Bakın aynı mahallede on arkadaşı sayıyorum. Bu işin içinde önder nitelikli kişiler. Bir sene içinde birbirlerini bir defa olsun ailece ziyaret etmemişlerdir. Muhalif bir potansiyel oluşturur diye…”
Fetullah Gülen, Müslüman bir insanda olmaması gereken ölüm korkusunu, tüm iliklerinde hissederek çok büyük bir panik havasında yaşıyor, bu nedenle en yakınlarına bile güvenemiyordu. Gülen’in bu korkuları ile ilgili Nurettin Veren Hikmet Çetinkaya’ya şunları anlatıyordu:
“Hep öyle bir panik hali var… Daha Altunizade’de oturduğumuz zaman, hava alanlarındaki güvenlik sistemlerinin en gelişmişi vardı kapıda. İçeriye giren de bizleriz. Biz girerken dahi o turnikeden arama bandından geçerek… ve arkadaşlar buna çok tepki koydular.
Kurşun geçirmez araba alındı. Opel araba vardı o zaman. Ama, büyük zırhlı 3 tonluk bir araba, şimdi orada da gene çok lüks, yüzlerce araba var kapısının önünde ve bu giriş çıkışlarda, üst arama, çanta arama, aynen havaalanlarındaki gibi, buradayken gitmeden… Hatta bütün arkadaşların odalarında dinleme cihazları var. Normal Altunizade’de misafirlerin gelip kaldığı odalarda…”

Nurettin Veren, telefonlarının bile dinlendiğini söylüyor, ABD’de daha çiftlik girişinde telefonların toplandığını da anlatıyordu. Veren, Gülen’in korkularından dolayı başlarına gelenler ile ilgili şöyle konuşuyordu:
“Sadece Amerika’da değil, İzmir’de, Bozyaka’da, burada Ankara’da hep x-ray cihazları vardı. Hadi dışarıdan gelen ayrı da beraber kalan arkadaşlar dahi, İlhan İşbilen’in dahi o turnikeden geçmesi gerekiyordu… Orada kalıyor adam 24 saat, evi yok, işi gücü o.
Bir sefer bana bile, ‘Ağabey, cihazdan geçeceksin’ dediler. Bir daha bana böyle bir teklif eden olursa, burada bir şey olur. Sakın bir daha… ‘Ağabey hocaefendinin emri babam bile gelse arayacaksın’ dedi. ‘Ben babası değilim’ dedim. ‘Babası gelirse ararsınız.’ Çok büyük tepki koyunca çekildiler.
Beraber hareket ettiğin adam da oradan geçecek. Hergün 3 defa giriyorsun, kimseye güveni yok.

Yanında Cevdet kalıyor, onun çayını ilacını veren birisi. Anahtar cebinde odası şurası. ‘Gözlüğümü getir’ anahtarı veriyor, gözlük geliyor. Kilitleniyor, anahtar yine kendinde. ‘Gözlüğü götür’ anahtarı gene veriyor. Yani bu derece bir güvensizlik hastalığı var. Hiç kimseye güvenmez…”
Fetullah Gülen’in en büyük korkularından biri de bomba ile öldürülmek, adeta bir şizofren gibi bu konuda saplantıları vardı. Onu da Nurettin Veren’den izleyelim:
“… Bozyaka’da Yamanlar’da kaldığı yerleri hep tel örgülerle kapattırdı. Niye bu denildiği zaman, ‘Bomba atılırsa camdan, kırılır içeri girer ama tel örgüden girmez’…”
Yufka Yürekli Fetullah
Gülen’in hayatını kaleme alan cemaate yakın yazarlar, onun nasıl merhametli, nasıl yufka yürekli olduğunu anlata anlata bitiremiyorlardı. Faruk Mercan da “Fetullah Gülen” adlı kitabının 295. sayfasında böceklere, haşeratlara bile ne denli sevgi taşıdığını (!) şu sözlerle anlatıyordu:
“1960’lı yıllarda bir kamp sırasında yakaladığı yılanı tutup sallayarak belini kıran Davut ismindeki öğrencisine, ‘O hayvanı öldürmeye ne hakkın vardı?’ deyip, ceza olarak bu öğrencisiyle bir süre konuşmayan kişi Gülen’di. Yine bir kamp yerinde etrafı kuşatan bir tür haşerata karşı önlem için ilaç kullanılacağı zaman Gülen, ‘Bu hayvanların canına kıymaya hakkımız yok’ diyerek kampın yerini değiştirdi. Kampın yerini değiştirmek demek, çadırların sökülüp yeniden kurulması, tuvalet çukurlarının yeniden kazılması demekti. Yeni kampın bu zorluklarına rağmen, Gülen o böcek ve sineklerin yaşamasına öncelik verdi.”
Yine aynı kitabın 98. sayfasında ise Gülen’in insan sevgisi ile ilgili masallar anlatılıyor, bu anlatılanlar Gülen’in gerçek yaşantısının yanında komik ötesi oluyordu. Bakın Gülen’de nasıl bir insan sevgisi varmış:
“Gülen, ‘Size biri bıçakla saldırıyorsa, kollarınızı açın, ona sarılın. Onun yaka cebine gül kondurmak için okunuzun ucuna gül takın’ diyordu.”
Gülen atmada sınır tanımıyordu. Kendini evliya gibi göstermek için söylediği sözler evliyaları yattıkları yerlerde ters döndürüyordu. Gülen, bir gün kürsüde vaaz ederken şöyle demiş:
“Şayet bir gün beni kürsüde öldürürlerse, cesedimi bir kenara atın ve başınız önde asayişin, emniyetin temsilcileri olarak evlerinizin yolunu tutun. Eğer böyle bir anda kalkıp bana saldıranlara karşılık verirseniz size hakkımı helâl etmem. Allah’ın huzurunda iki elim yakanızda sizinle hesaplaşırım.”
Fetullah Gülen, Ankara DGM Başsavcılığının kendisi hakkında soruşturma yaptığını öğrenince 21 Mart 1999 tarihinde Amerika’ya kaçıyor, bu firarı, “Sağlık Sorunları” bahanesiyle maskelemeye çalışıyordu.
Haziran 1999’da Show TV’de Reha Muhtar’a yaptığı bir saatlik açıklamayla 14 gün sonra Türkiye’ye döneceğini taahhüt eden Fetullah Gülen, aradan 260 tane 14 gün geçmesine rağmen bu sözünü tutmuyor, tüm insanlarımızı kandırıyor, ülkeye dönemiyordu.
12 Eylül döneminde arandığı sırada fellik fellik kaçıyor, her gün bir başka müridinin evinde saklanıyor, devlet büyüklerine “Kurtarın beni” diye yalvarıyordu. Sonunda bu yakarışlarını duyan Turgut Özal’ın araya girmesiyle paçayı kurtarıyordu.
5 Mart 2009 tarihinde Amerika’da malikhanesinde gazetecileri ağırlayan Fetullah Gülen, Ergenekon operasyonu nedeniyle hayatını kaybeden, hastanelik olan insanlarla dalga geçiyor, “Bu işte Gatakulli var” diyebiliyordu. Böylece; böcekleri, sinekleri bile öldürenlere tepki gösterdiği iddia edilen, bol bol reklamı yapılan Fetullah’ın böcek, sinek sevgisinin, nasıl bir kandırmaca olduğu bir kere daha kanıtlanıyordu.
9 Mart 2009 tarihli Hürriyet Gazetesi’nde M. Yılmaz, bu konuda şöyle yazıyordu:
“Fetullah Gülen, Amerika’da bir koru içindeki villalardan oluşan, ‘kampusunda’ bazı gazetecilerle görüştü. Gazeteciler geceyi ‘kampus’ içindeki villalardan birinde geçirip, 50 kişinin katıldığı bir sabah kahvaltısında ‘huzura’ kabul edilmişler! Fetullah Hoca, o kahvaltı sohbetinde sözü Ergenekon Davası’na getirmiş.
Bazı tutukluların ‘hastalık’ gerekçesiyle Gülhane Askeri Hastanesi’nde yatmalarını ‘Gatakulli’ olarak nitelemiş.
Kelime oyunlarındaki bu yaratıcılığa bakınca ‘Zaman gazetesinin başlıklarını neden Hoca’ya attırmıyorlar”‘ diye merak ettim. Hoca, başlıkları kendisi atsa o gazete daha eğlenceli olur, bu açıkça görülüyor.
Ama belli ki, ABD ile Türkiye arasındaki saat farkı buna engel oluyor.
Hoca’nın bu dava ile ilgili yorumlarındaki genel havaya bakılırsa, kendisi zaten hem savcı hem de yargıç olmuş! Evet, onun özlemini duyduğu günlerdeki gibi olsaydı, bu makamı hak ederdi ama laik demokrasi devrinde bu hayalini gerçekleştirmesi mümkün değil.
Hoca’nın görüşlerinin daha vahim olan yönü, tutukluluk halini bir adli süreç olarak değil, bir yöntemi olarak algılıyor olması.
Bu davada bugüne kadar cezaevinde ölüm bile gerçekleşti. Bazı sanıkların yaşları itibariyle, cezaevi şartlarında hastalanıp, tıbbi yardıma ihtiyaç duymalarında da şaşılacak bir şey yok. Asıl şaşılması gereken, bu en temel insan hakkının kullanılmasının, kendisi de yaşlılık hastalıklarından mustarip bir kişi tarafından olumsuz bir bakış ile karşılanıyor olması.
Bir de o kişi için ‘yüreği insan sevgisi ile dolu’ diye reklam yapıyorlar. Allah korusun bir de öyle olmasaymış, kimbilir neler diyecekti!”
Gatakulli
Ankara DGM’nin hakkında soruşturma başlattığını savcının yakınındaki Fetullahçı polislerden öğrenen Gülen, 22 Mart 1999 tarihinde apar topar Amerika’ya kaçıyor, o tarihten bu yana bir daha ülkeye geri dönmeye yüreği yetmiyordu.
Herkesi kendi gibi zanneden Gülen, 8 Mart 2009 tarihinde Amerika’dan Ergenekon davasına dahil olan insanların hastalıklarını diline doluyor, onlarla insafsızca alay ediyor, ne denli bir hoşgörü simsarı olduğunu bir kere daha kanıtlıyordu.
Fetullah Gülen yıllardan beri her an tutuklanıp sorgulanacağı korkusu ile yaşıyordu. Gizli faaliyetlerinin, örgütsel çalışmalarının deşifre olacağı endişelerini sürekli taşıyordu ve Altunizade’de cemaatine bağlı insanlarla toplu olarak otururken şunları söylüyordu:
“Beni içeriye alsalar bir gün yaşayamam, ölürüm. Ben ilaçlarımı dahi Cevdet olmazsa içemem.”
Gülen aşırı rehin ve hapse girme korkusu ile ABD’den Türkiye’ye dönemiyordu. 1967 yılında tanıştığı Graham Fuller ve CIA ile işbirliğini zirveye taşıyordu. AB, ABD, AKP ve F tipi örgütlemenin Atatürkçüleri sindirme tertibinden aldığı sınırsız keyifle gerçek yüzünü sergiliyordu.
12 Eylül darbesi sonucu, Diyanet İşleri’nde Nurcuların hâkimiyeti bir anda yek ile yeksan olmuştu. Bu bahar ortamının bitmesinin ardından Gülen Çanakkale’ye tayin oluyordu.
O günlerde Çanakkale’de Nurculuk hemen hemen hiç yoktu. Gülen Çanakkale’ye tayini çıkınca, bu vilayette dini bilgisizliğinin yetersizliği nedeniyle barınamayacağını anlıyor, rapor üzerine rapor alarak tayinini durdurmak için torpil peşlerinde koşuyordu.
Çanakkale Müftülüğü 10.03.1981 tarih ve PS/5-581 sayılı yazısı ile 6406 sicil numaralı Fetullah Gülen hakkında, Diyanet İşleri Başkanlığı’na şu yazıyı gönderiyordu:
“İzmir Bornova merkez vaizi iken ilimiz merkez vaizliğine atanan Fetullah Gülen ilgi (a) yazımızla bildirildiği gibi 8.12.1980 gününden itibaren 20 gün tek tabip raporu almış bu raporun bitiminden sonra da 2 aylık sağlık kurulu raporu almıştır.
İki aylık raporun da 28.02.1981 günü bitmesine rağmen yine görevine başlamamış tekrar tek tabipten almış olduğu ve sureti ekte bulunan 20 günlük raporu Müdürlüğümüze göndermiştir.
Son almış olduğu rapor tabipten olup mevzuata uymadığı gibi 6 Şubat 1981 gün ve 17243 sayılı resmi gazetede yayınlanan ‘Memurların hastalık raporlarını verecek hekim ve resmi sağlık kurulları hakkında Yönetmelik’in 5. maddesinde belirtilen tıbbi zorunluluk raporunda belirtilmemiş, hastalık iznini görev yerinden başka bir yerde geçirmesi için aynı maddede belirtildiği şekilde kendisine izin de verilmemiştir.
Mezkur yönetmeliğin 9. maddesinin son bölümünde hastalık izni verilmediği halde izinsiz ve özürsüz olarak görevine başlamayan memurlar görevini terk etmiş sayılarak haklarında 657 sayılı kanunun ilgili hükümlerinin uygulanacağını belirttiğinden adı geçen hakkında gerekli işlemin yapılmasını arz ederim.”
Pabucun pahalı olduğunu gören Fetullah Gülen, adına yakışacak bir şekilde “katakulli” yapıyor ve Çanakkale Müftülüğü’ne gönderdiği dilekçe ile kalp hastalığı masalını anlatarak istifa ettiğini bildiriyordu. O günlerde kalbi sağlam olan Gülen’in isteği, Çanakkale Müftülüğü’nün Diyanet İşleri Başkanlığı’na gönderdiği 27.03.1981 tarih ve PS/-725 sayılı Vali Muavini M. Mahir Şellaki imzalı yazıda şöyle yer alıyordu:
“İlimiz merkez vaizliğine atanan Fetullah Gülen’in kalp hastalığı nedeniyle görevine devam edemeyeceğini beyan eden 20.03.1981 tarihli istifa dilekçesi ilişikte sunulmuştur. Gereğini arz ederim…”
İlmi ve dini yetersizliği nedeniyle foyasının ortaya çıkmasından korkan ve bu nedenle Çanakkale’ye gidemeyip kalp rahatsızlığı gerekçesine sığınarak istifa eden Fetullah Gülen’in ilmi ve dini yetersizliği, istihbarat örgütlerinin desteği ile gelişen cemaati tarafından sürekli olarak gizleniyor, askeri yönetimin Gülen’e vaaz imkanı tanımadığı şeklindeki gerçek dışı açıklamalarla zihinler bulandırılmaya çalışılıyordu. Yine Gülen’i cilalama amaçlı yazılan kitaplarda, Gülen’in istifası gerçek dışı olarak şöyle anlatıyordu:
“Askeri yönetim, sıkıyönetim uygulamaya başlar. Bu çerçevede birçok keyfi uygulama hayata geçirilir. Hocaefendi’nin görev yapmasına imkân verilmez. Sıkıyönetim uygulamaları resmi olarak vaaz vermesine imkân bırakmadığından, 20 Mart 1981 tarihinde vaizlikten istifa eder…”
Gülen’in özlük dosyasındaki istifa dilekçeleri ortadayken, kendi eliyle yazdığı dilekçelerindeki beyanlarının aksine yapılan propagandalar incelendiğinde, yine karşımıza birbiriyle çelişen ve bir söylediği bir söylediğini tutmayan bir Gülen portresinin çıkmasının yanında, cemaat tarafından yayınlanan kitaplarda yer alan hayat hikayesinin yalanlarla dolu olan bir Gülen tiplemesini de ortaya çıkarıyor, Gülen’e övgü kitapları adeta bir yalan destanını andırıyordu.
Gülen, Diyanet’ten istifa ettikten sonra ve yeniden İstanbul’a atanmak için ne kadar uğraştıysa da bir daha asla bu kuruma geri dönemiyordu. Ama avukatları Gülen’in davalarında onun Diyanet’ten emekli olduğu beyanında bulunabiliyorlardı.
Fethullah Gülen, “Küçük Dünyam” adlı kitabında kendini överken şöyle diyordu:
“Kestanepazarı’nda beş senelik zaman zarfında, yaptığım görev karşılığında bir kuruşluk karşılık almadım, talebeye ait bir lokma ekmeği yemedim, bir kaşık yemeğe el sürmedim ve bir tek eşyayı kullanmadım. Hatta abdest için kullandığım suyun ve sabunun parasını dahi mutlaka ödedim. Rabbime sonsuz şükürler olsun ki, bu prensibimi şimdiye kadar da hep korudum; O’nun lütuf ve inayetiyle ömrümün sonuna kadar korumaya da kararlıyım. Bizim hizmet anlayışımız budur, böyle olmalı ve hep böyle kalmalıdır…”
İster istemez insanın aklına şöyle bir soru geliyor; “Küçük Dünyam” adlı kitabında böyle konuşan Fetullah Gülen, Çanakkale’ye gitmemek için kendi deyimi ile adeta “Gatakulli” yaparak rapor üzerine rapor alarak geçirdiği ve hiç çalışmadığı bu günler için de haketmediği maaşını aldı mı?
Tabi ki aldı. İnanmayan Gülen’in dosyasına baksın.
Rapor ve hastane konusunda “gatakulli yapmak” Nurcuların mayasından geliyordu. Gülen’in izinden gittiğini her daim iftiharla belirttiği Ermeni Said de hakkında soruşturma açılınca “Rapor rapor” diye dört dönüp tabiri caiz ise adeta delleniyordu. Bu olayı Said’in “Yazdım” dediği risalelerinden Emirdağ Lahikası’ndan okuyalım:
“Ben sekiz sene Kastamonu’da bir tek defa valinin ısrarı ile yanına ve iki defa da polishaneye gittim. Ben daha gidemem. Hem doktordan bir rapor alınız; yoksa şehre maddi ve manevi bir zarardır…”
Görüldüğü gibi Gülen’in rehberi Said, Gatakulli yapmakla da kalmıyor, koca bir şehri haksız yere rapor almak için tehdit bile ediyordu.
Dinci ve Gülenci basın, günlerce Albay Dursun Çiçek’in sahte imzasına dayalı “kağıt parçası” üzerinden spekülasyon yapıyor, bir bardak suda fırtınalar kopararak lağım çukurunu andıran televizyon kanalında iftira üzerine iftiralar yağdırıyorlardı. Oysa Gülen de farklı ve hatta öylesine farklı ve birbirine benzemeyen imzalar atıyordu ki, gören değişik imza atma konusunda onu “üstat” zannederdi.
Gülen 30 Eylül 1977 tarihinde Kocatepe Camii’nde vaaz vermek istediği dilekçesinde öyle bir imza atıyor ki, 1978 tarihinde hacca gitmek istediği dilekçedeki imzasına bakılınca, ikisinden birinin sahte olduğu şüphesi anında insanın aklına geliyordu. İmzaların ve yazıların birbiriyle hiçbir benzer tarafı yoktu.
Ya diğer imzaların!…
İşte onları hiç karıştırmayın. Dedim ya; değişik imza atmada olağanüstü bir isim aranacaksa, bu sahada “Üstatlık” sadece Gülen’e yakışırdı.
Fetullah, Milliyetçilik ve Askerlik
Fetullah Gülen’in milliyetçilik ve askerlik anlayışına gelmeden önce, üstadının bu konudaki görüşlerine bakalım. Ermeni Said; Risale-i Nur okumanın askerlikten ve kutsal savaştan bile daha üstün olduğunu iddia ederek şunları söylüyordu:
“Risale-i Nur öyle bir kitaptır ki; Kuran’ın onda yansıyan nurlarına hizmet etmek, askerlikten ve kutsal savaştan bile daha üstündür. Benim elimde fırsat ve para olsa, Risale-i Nur hizmetinde olan değerli kardeşlerimi askerlik hizmetinden kurtarmak için, bin lira karşılığında olsa bedeli öder ve kurtarırım onları.”
Said’in, aynen İsrail’de olduğu gibi, radikal gruplara mensup olanların askere gitmeme yerine, sürekli olarak din eğitimi almaları ve kutsal kitaplarını okumalarına benzer bir tavsiyede bulunması anlamlıdır.
Nurcular Ermeni Said’den aldıkları öğretiyle askerliği bir vatan görevi olarak görmüyorlardı ve askere gitmeyi bir ceza, bir tokat olarak kabul ediyorlardı.
Tabi, Said’in talebesi olan Fetullah, TSK’yı müridlerine hep yabancı bir kurum gibi anlatıyordu. Çıraklığını ve tilmizliğini tamamlayamamış, Üstat ve Hocaefendi olamamış Fetullah Gülen, askerlik görevini zulüm günleri olarak tanımlıyordu.
Askerlik görevini yaparken rahat günler geçirmek amacıyla torpiller arıyor, adamını bularak kendisini himayeye aldırmak istiyordu. Askerin karavanasını yemediğini, eğitimden kaçtığını övgüyle anlatıyordu.
Askerlik görevi sırasında ısrarla zamanlı zamansız abdest alıp, namaz kılıyor, ibadetleri askerliğe karşı bir araç gibi kullanıyordu. Bu kaytarma ve suistimaller sonucu, çok sıkışınca da arkadaşları aracılığı ile komutanlarına kendisini; milliyetçi, yurtsever gibi lanse ettiriyordu. Bazen bu konularda takiyyesi sınır tanımıyor ve vaaz vermek için askerden kaçtığında komutanlarına şirin görünmek için milliyetçilik yalanlarına sığınıyordu.
Gülen, İskenderun’da asker iken yine kaçıp nurculuk propagandası yapmaya gittiğinde milliyetçilik maskesi takıyordu. Gülen’in düşüncesine göre nabza göre şerbet vermek gerekiyordu. Fetullah “Küçük Dünya” sında bu olayı şöyle anlatıyordu:
“Bana, ‘Cemal Tural milliyetçi bir insan. Hiç olmazsa bir iki kelime de ondan bahset, biz de bunu değerlendirelim’ dediler. Bir vaazımda, yumuşakça bu husustan bahsettim. Tural Paşamız milliyetçi diyorlar. Türk askeri milliyetçi olmayacak da ne olacak? Allah milliyetçilere uzun ömür versin’ bu veya benzeri ifadeler kullandım. O gün telsiz arabasına binerken ayağımı boşluğa atmışım. Römorkun üzerine düştüm. Ve kaburga kemiklerim kırıldı.
Nihat Karakum ve bazı arkadaşlar, Tümen komutanına çıkmışlar. Tümen komutanı milliyetçi bir insandı. Ona ‘Efendim, bu arkadaş onların dediği gibi değildir. Biz vatanımızı, milletimizi, bayrağımızı ondan öğrendik’ demişler.”
Fetullah Gülen’in milliyetçiliği buydu. Yani komutanın milliyetçi bir insan olması ve bu konuda uyarılması üzerine bir anda milliyetçilik söylemlerine başlamıştı.
Gülen’in komutanını kandırmak için vaazında milliyetçiliği anlatmasından sonra kaburgalarının kırıldığını iddia etmesi oldukça ilgi çekiciydi. Ve adeta bir mesaj niteliğindeydi.
Yani demek istiyordu ki, “Milliyetçilik yalanını Allah bile affetmemiş ve kemiklerim kırılmış, iki ay o tarafımın üzerine yatamamışımdır.”
Gülen’e övgü kitaplarından Ertuğrul Hikmet tarafından kaleme alınan “M. Fetullah Gülen” adlı kitabın 54. sayfasında, komutanların Gülen’in asker maaşına el koyarak içki aldığı ve sarhoş olduğu iftiraları anlatılıyordu.
Milliyetçiliği bir veba gibi gösteren Fetullah Gülen’in kaçtığı ABD’den “Ulusalcı dalga aşılacaktır” sözlerinin ardından, Emniyet, Adliye ve MİT içinde yuvalanan F tipi yapılanma tarafından Ergenekon iftiralarıyla “yurtsever” avı başlatılıyor, Atatürkçüleri ve Türk Silahlı Kuvvetleri bir düşman olarak gösteriliyordu.
Fetullah Gülen, müridlerine el rehberi olarak hazırlattığı “Küçük Dünyam” adlı kitabında, askerlik günlerini bir korkulu rüya olarak tanımlıyor ve şunları söylüyordu:
“Hayatımın en zor günleri sona ermişti. İki sene ihtilaller ve ihtilal teşebbüsleri ile yüzyüze yaşadığım ve ‘korkulu rüya görüyorum, uyanınca geçecek’ diyerek kendimi ikna ettiğim ve bu ikna ile sabredebildiğim askerlik artık bitmişti.”
Babası Yanında Sigara İçmezmiş
Fetullah Gülen, kendi anlatımıyla babasının kendisine karşı duyduğu hüsn-ü zan yani iyi fikir beslemesi nedeniyle, yanında sigara içmediğinden birçok yerde bahsediyordu. Kaldı ki gerek ülkemizde, gerekse yeryüzünün her bir köşesinde çocuğuna karşı Fetullah’ın tanımlaması ile “Hüsn-ü zan” ya da açık bir deyişle “İyi düşünce” beslemeyen baba yoktur.
Bu sebeple, Fetullah’ın böyle bir böbürlenmeye girmesinin anlamı da bulunmamaktadır.
1996 yılında Fetullah’ın hayatını dizi olarak yayınlayan Zaman Gazetesi’nde sigara olayı kendi ağzından şu şekilde yer alıyordu:
“…Diyebilirim ki, benim hakkımda ilk hüsn-ü zan besleyenler, arkadaşlarımdan da evvel, aile efradım olmuştur: Mesela babamın bana çok hüsn-ü zan’nı vardı. Hep bahsettiğim gibi yanımda sigara dahi içmezdi. O ki, bana Arapça okutmuş, bana hafızlık yaptırmıştı…”
Çocukların babalarının yanında sigara içmemelerinin bir saygı göstergesi olduğunu biliyorduk. Demek ki Fetullah Gülen’in ailesinde bunun tersi yaşanmış, diyecektim ki; Gülen yine yaptı yapacağını. AD yayınlarından çıkan ve Gülen’in hayatını anlatan “Küçük Dünyam” adlı kitapta Fetullah yine kendi kendisinin Brütüs’ü oluyor, Zaman Gazetesine yaptığı açıklamayı unutup “Küçük Dünyam” adlı kitabında daha farklı bir şey söyleyerek yine kendi kendisini yalanlıyordu:
“… 14-15 yaşlarında idim. Bir ay kadar sigara içtim. Hatta pipo içmeye başladım. Babam bunun farkına varmış. Beni karşısına alıp ta bir şey demedi. Sadece yastığımın altından aldığım paketi cebinden çıkarttı. Ayak ayak üstüne attı. Ve benim çakmağımla sigarasını yaktı. Çok utandım yer yarılsa da içine girsem diye temenni ettim. O kadar terlemiştim. Ve bu hadise benim derhal sigarayı bırakmama neden oldu…”
Fetullah Gülen, “Küçük Dünyam” adlı kitabının 27. sayfasında 14 yaşında yani halkın yoksulluktan kırıldığı, ekmeği bile zor bulduğu dönemlerde pipo içebildiğini söylüyordu. Gülen yine aynı kitabın 40. sayfasında o günler için en fakir insanların bile gidebildiği hamamlara parasızlıktan gidemediğini anlatıyor, soğuk kış günlerinde tuvaletlerde ayaklarının buza yapışa yapışa banyo yaptığını anlatıyor, yine kendisiyle çelişkiye düşüyordu. Okuyalım:
“Sadi Efendi, Erzurum’da Kurşunlu Camii’nde ders okutuyordu. Burada ders verilen yer; tavanı ahşap, küçük bir yerdi. İki kilim kadar ancak olan bu daracık yerde beş-altı talebe kalırdı. Babam beni ilk defa oraya vermişti. Kolumda bir sandık vardı ve bütün eşyam da bu sandıktan ibaretti.
Bir gaz ocağımız vardı. Yemeğimizi onunla pişirirdik. Bu mekân bizim hem mutfağımız, hem yemekhanemiz hem de yatakhanemizdi. Yemeğimizi orada yapar, orada yer ve orada yatardık.
İmkânı olanlar, Kırk Çeşme Hamamına gider, yıkanırlardı. Bazı fakir talebeler de, bedeli varlıklı insanlar tarafından ödenen fişler verilirdi. Onlar da bu fişlerle gidip yıkanma ihtiyaçlarını görürlerdi. Fiş olmadığı zaman ise, hayli sıkıntı çekilirdi.
Ben de o sıkıntıyı çekenlerden biriydim. O soğuk kış günlerinde helalarda çok yıkanmışımdır. Ayaklarım buzlara yapışırdı. Bir ayağımı yıkar, sonra onu yere kor, diğerini de öyle yıkardım. Başımdan aşağıya döktüğüm o dondurucu soğuk suların hatırasını hiç unutamam. Ciddi mahrumiyet içindeydik…”
Gülen, babasının imkânlarının kalmadığını anlatıyor, kendisine sadece bir ekmek parası verebildiğini söylüyordu. Günde sadece bir ekmek parası bulabildiğini açıklayan Gülen, o günler için son derece lüks olan pipo parası nasıl bulduğunu ifade edemiyordu.
İfade edemedikleri sadece bunlarla mı sınırlı?
Tabii ki hayır!…
Hamam parası bulamayan Fetullah, piposunu tüttürürken, Felsefe ve Fizik dalında; Descartes, Kant, Sir James Jean’ı okuyarak onlara hayranlık duyuyordu.
Fetullah’ın engin kültür hazinesi (!) sadece bu kadar mı? Olur mu hiç!.. Edebiyatçılardan Shakespeare, Victor Hugo, Tolstoy, Dostoyevski ve Puşkin de bu furyadan nasibini alıyordu.
Her ne kadar 1949-50’lerin Erzurum’unda bu kitapların bulunması imkânsız gibi bir şey ise de ve bir de Gülen’in ilk mektep ikiye bile gelemeden peş peşe sınıfta kalması dolayısıyla okulu terk etmek zorunda bırakılması nedeniyle yine bu yüzden okumasının ve yazmasının kıt olduğu gerçeği karşısında gülüp geçelim ve Gülen’in seyir defterine devam edelim:
Sümüklü Mendil
Davranışlarının aksine neredeyse bir saygı abidesi olduğu iddia edilen Fetullah Gülen, Camii’de yaptığı bir konuşmanın ardından burnundaki sümüklerini sildiği mendilini cemaatinin içindeki bir sapkının onu bize at şeklinde bağırması üzerine değmezsiniz diyordu.
Bu diyalogun üç defa tekrar edilmesi sonucu sümüklü mendilini minberden cemaatin üzerine atıyor, oradakiler de bu sümüklü mendili kapmak için birbirlerini çiğniyorlardı.
Sümüklü mendil atma olayını; yazdığım dergiden alıntı yapan Cumhuriyet Gazetesi geniş bir şekilde işliyor, ertesi gün Zaman Gazetesi’nde bu mendil hadisesine “özetle” şu şekilde cevap veriliyordu:
“Cumhuriyet gazetesinin dünkü nüshasında yeni bir ‘ele geçirme’ ve ‘gerçek yüzü’ ortaya çıkarma haberi/masalı yayınlandı. Gazetenin Ankara Bürosu tarafından hazırlanan haberde… Ergün Poyraz’ın bulgularına dayanılarak Fetullah Gülen hakkında yeni iddia ve iftiralara yer verildi…”
Özetle bu minvalde verilen haberin sonunda sümüklü mendil olayı garip bir şekilde şöyle savunuluyordu:
“… Hem de cami kürsüsünde, müminlerle bütünleştiği ve tepeden tırnağa uhrevileştiği özel bir anda ama yine de ‘Ah ne olurdu?’ demeden edemiyorsunuz. Ne olurdu çiçek atmayı, mendil vermeyi anlasalar, en azından anlamaya çalışsalar…”
Bu yazı üzerine ben de hayretimi gizleyememiş şu açıklamalarda bulunmuştum:
“… Vallahi ben, peygamber makamı olarak kabul edilen bir yerde ve bir de Allah’ın evinde, burnundaki sümükleri mendile boşaltarak, müminlerin üzerine atmadaki kerameti hala kavrayamadım. Sorduğum hiç kimse de kavrayamamış. Fetullah Hocam bi yol zahmet edip, o olaydaki hikmetin kerametini açıklasa da biz de öğrensek!..”
Fetullah Gülen, bebekliğinden bu yana aşkı ile yetiştiğini, sevdalarıyla kavrulduğunu iddia ettiği sahabeler hakkında nasıl bir saygı (!) içerisinde olduğunu şu sözleri ile ifade ediyordu:
“Allah’ın resulü kendi çömezleri ile istişare ediyor…”
Yine bir başka yerde;
“… Hz. Ebubekir Allah Resulü’nün çırağıdır…”  şeklinde masonik tanımlamalarda bulunuyordu.
Fetullah Gülen, Sahabe’den bahsettiği bir diğer bölümde de “Onun sadık çırak ve tilmizleri” demektedir ki, en düşük seviyede Arapça bilen biri bile “Tilmiz’in, çıraklığın bir üst seviyesi Kalfa’lık olduğunu” bilir.
Bilindiği üzere Hz. Muhammed (sav), Kur’an’ın beyanına göre “Âlemlere rahmet olarak” gönderilmiştir. Ancak Fetullah ilminin (!) seviyesi gereği, onu sadece “İslam peygamberi” olarak tanımlıyordu.
Gülen, Hz Peygamber ile Hz. Zeynep’in evliliği konusunda da Allah’a ve Peygambere olan saygısını (!) doruğa çıkarıyordu:
“… Şimdi bu evliliği doğrudan doğruya Allah (cc) emrediyordu. Zeynep’le evlilik iki cihan serverine çok ama çok ağır gelmişti. Ne var ki, emir yukarıdandı…”
Fetullah, hakkında yayınlattığı bütün kitaplarında adeta kendisini yüzyılda bir gelen saygı abidesi olarak betimliyor, tarladaki böceklere bile ne denli saygılı olduğunu destanlaştırıyordu. Ancak sürekli kendi kendinin Bürütüs’ü olan Fetullah bu olayda da açık veriyor ve bırakın saygı abidesi olmayı, saygıdan nasibini almamış kenar mahalle imamı edasıyla Peygamberimizin eşi Hz. Zeynep’ten asker arkadaşıymış gibi “Zeynep” diye bahsediyordu.
Gülen, bu yazısında gaf üzerine gaf yapıyor, kenar mahalle imamının bile yapamayacağı saygısızlığı sergileyerek, Emir yukarıdandı diyebiliyordu.
Fetullah Gülen din adına saygı kavramını toz duman ediyor, Allah’ı haşa Patrona, Sahabeyi ise çömez ve çırağa benzetirken, Hz. Peygamberi de adeta akü gibi görüyor ve gösteriyordu:
“… Ey gecede örtüsüne bürünen dost! Peygamberlik gibi ağır bir yük seni bekliyor, kalk ibadet yap! Zira Sen’in Allah tarafından şarj olman gerekmektedir…”
Gülen, “Yazdım” dediği kitapta falsoları ile dini bilgisi hakkında okuyanları çok büyük tereddütlere düşürüyordu:
“Peygamber olarak düşünüyor ve peygamber olarak hareket ediyordu ki, hiçbir teşebbüsünde falso görülmüyordu.”
Gülen, fiyaskoları ile de güvenilir din adamı portresinden oldukça uzak kalıyordu. Okuyalım:
“… Şimdiye kadar hiç fiyasko görmemiş, Hz Muhammed (sav) mektebine koşuyorlar…”
Allah Resulü sevgisini, Medine’de eşekler gibi yerlerde yuvarlanmak zanneden Fetullah, cemaatini ne duruma koyduğunu bir de gözyaşları ile anlatıyordu:
“… Siz bu noktaya gelmişken bir hatıramı daha arz edeyim: O günlerde milletvekili olan Arif Hikmet Beyle Hac’da beraberdik. O, daha önceleri kendi kendine ‘Medine’ye gidersem bir eşek gibi o mübarek topraklarda yatıp yuvarlanacağım‘ diye söz vermiş.
Medine topraklarına ayağını basar basmaz, sözünü yerine getiriyor ve o büyük ruh, kendini yere atıyor ve Medine topraklarında yuvarlanıyor. Orada ve burada ne zaman bu tabloyu hatırlasam gözlerim yaşlarla dolar…”
Medrese Eğitimli Fetullah
Fetullah Gülen, Cumhuriyet okullarında okumayarak, tercihini Medrese ve Tekkelerden yana kullandığını açıklıyordu. Ancak bu eğitiminin de (!) eksik, yanlış ve Cumhuriyet aleyhine olduğu her olayda ortaya dökülüyordu.
Fetullah Gülen, Molla Cami’de okuduğunu övünçle anlatıyor ancak Molla Cami hakkında bilgi vermiyordu. Ermeni Said’in amcasının oğlu tarafından kaleme alınan “Bediüzzaman’ın Hayatı” adlı kitapta Molla Cami hakkında kısaca şu bilgiler yer alıyordu:
“Molla Cami: Kafiye adlı nahiv (Syntaxe = Söz dizimi) kitabına yapılan şerh. Bu şerh Molla Cami tarafından yapıldığı için Molla Cami adıyla anılmıştır. Molla Cami, Herat yakınlarında Harcit kasabasında doğmuş, Herat’ta vefat etmiştir.”
Gülen, Edirne’ye gidene kadar “Buhari”yi de okumadığını söylüyordu. Oysa Buhari; Hadis ilminin babası sayılır ki, Buhari’yi okumayanı değil Hoca, talebe olarak bile kabul etmezler. Bu konuda yine Fetullah’ı izleyelim:
“Bende Kastalani vardı. Döndüğümde hocama söyledim. Bana; “Sen kim Buhari okumak kim?” dedi. Tabii Hoca’nın kendisi de Buhari okumamıştı. Fakat Fıkıh’ta üstat diye bilinirdi. Herkes fetvayı ondan alırdı.”
Fetullah Gülen, derin dini bilgisini (!) de; “kapısının kıtmiri yani değerli bir iti olaydım” dediği Peygamber efendimiz ve kızı Fatma (ra) ile ilgili olayı, “Sonsuz Nur” adlı kitabında da yanlış sergiliyordu. Sonsuz Nur adlı kitabının 1. cildinin 250. sayfasında yaşanan bir olayın Hz Fatma’nın kolundaki bilezik nedeni ile geliştiğini anlatırken, aynı kitabın 2. cildinin 31. sayfasında boynundaki gerdanlık yüzünden meydana geldiğini söylüyordu.
Hafız mı
Gülen cemaatine ait Işık yayınlarından çıkan “M. Fetullah Gülen” adlı kitapta Gülen’in anlatımlarına dayanılarak hayat hikayesi işleniyordu. Kitabın 27. sayfasında Gülen’in 1951 yılında hafızlığını tamamladığı yazılıyordu. Arapça ve Farsça derslerini babasından aldığı vurgulanıyordu. Fetullah Gülen’in hafızlığı, babasından aldığı eğitimle tamamladığı anlatılırken, dört yaşında Kur’an okumayı annesinden öğrendiği bir ayda da hatim ettiği ilan ediliyordu.
Gülen’in en küçük kardeşi Kutbettin Gülen, askerdeyken komutanının annesi için Kur’an okuması istenir. Faruk Mercan tarafından yine Fetullah Gülen’i övme işlevini görmesi amacıyla kaleme alınan ve Doğan Yayıncılıktan çıkan “Fetullah Gülen” adlı kitabın 184. sayfasında yer alan bilgiye göre; kendisinden Kur’an okuması istenen Kutbettin Gülen, “Ben hafız değilim. Hafız olan asker var” deyip, başka bir askerin adını veriyor, Kur’anı o asker okuyordu.
Kendisini Sezar olarak ilan eden, kendisinden başka herkesi de Brütüs olmakla suçlayan Fetullah, yine kendi kendisinin Brütüs’ü oluyordu.
Öyle ya;
Arapça, Farsça ve Hafızlık eğitimini babasından aldığını büyük bir gururla söylüyor, ancak kardeşi Kutbettin’in hafız olmadığı gibi Kur’an okumayı bilmediği yine kendi hayatını anlattığı, yayınlanmadan önce yine kendi onayından geçen kitapla ortaya çıkıyordu.
Sadece bu kadar mı? Tabii ki hayır!…
Fetullah, annesinden dört yaşında Kur’an okumayı öğrendiğini, bir ayda da hatim indirdiğini, köyün kadın ve kızlarına yine annesinin Kur’an okumayı öğrettiğini söylüyordu, söylemesine de ancak kardeşi Kutbettin’in Kur’an okumayı bilmemesi bizde; Fetullah’ın yukarıdaki açıklamalarının sıhhati konusunda kuşkular uyandırıyordu.
Fetullah Gülen, vaizlik sınavında birinci olduğunu “Küçük Dünyam” adlı kitabında anlatıyordu.
Ancak,
Daha önce de belirttiğim gibi Fetullah girdiği sınavda Ayet-i Kerime’den zorlanarak anca “Altı”, Kelam’dan ise “Beş”i zor alıyordu. Hem de onca torpile rağmen.
Bütün bu gerçeklere rağmen ne diyor, Fetullah?..
“Sınavlarda birinci oldum…”
Ne diyelim bu kadarı Makyavel’e de nasip olmazdı.
Gülen’in “Yazdım” dediği kitapların önsözlerinde ilginç bir cümle yer alıyordu: “Bu kitap Gülen’in vaaz ve sohbetlerinden derlenmiştir.”
Neden?
Nedeni oldukça basit. İlkokula ancak “İki” sene devam edebilen ve başarısızlık sebebiyle ayrılmak zorunda kalan Fetullah, asaletinin tasdik edilmesi için kendisinden istenen risaleyi bile baka baka doğru dürüst yazamıyor, risalesi kabul edilmiyordu.
Hürriyet Gazetesi’nden Murat Bardakçı, Fetullah Gülen’in eski başbakanlardan Şemsettin Gülaltay’ın kitaplarından “İntihal” yani “aşırma” yaptığını belgeliyordu.
Fetullah’ın izinden gittiği Said ise istihbarat örgütleri tarafından “büyük bir alim” olarak sunuluyor, Risale-i Nurların yazarı olarak takdim ediliyordu.
Oysa;
Ermeni Said, bırakın kitap yazmayı imza bile atamıyordu. Said, Nurcuların ihanetlerini, bu ülke için ne denli tehlike olduğunu “Turkey in My Time” adlı kitabında anlatan Ahmet Emin Yalman‘ı 16.02.1957 yılında savcılığa şikâyet ediyor. Dilekçesinin altına imza atması istendiğinde okuma yazma bilmediği ortaya çıkıyor, bunun üzerine dilekçesine parmak bastırıyorlardı.
Fetullah ve Halüsinasyon
Rüyalarla hareket eden, rüyalarla yaşantısını yönlendiren ve ilk mektebi bitiremeyen Fetullah Gülen, hayallenip halüsinasyon halleri geçirdiğini de açığa vuruyordu:
“Arkadaşlarla işaret-ül icaz kitabını okumaya başladık. Gece geç vakit bazı arkadaşlar yattılar. Muazzam Bey ile okumaya devam ettik. Tam Ey Habibi Şefik! Ey Şefik’i Habibi’ni okurken evin duvarlarından inilti sesleri gelmeye başladı. Ben beş defa aynı inilti ve hicran dolu sesi işittim. Ses; of! Of! diyor ve duvar adeta vuslat hasretiyle inliyordu.”
Fetullah olan şeyleri olduğundan başka gösterme maharetiyle üstat olduğu gibi, olmayan olayları da olmuş gibi anlatmakta da üstad-ı azamlığı hiç kimseye bırakmıyordu.
Ermeni ya da nam-ı diğer Kürt Said’in hayatına baktığımızda bu ucuz senaryoyu hemen hatırlıyorduk. Gülen’in halüsinasyonunun hemen hemen aynısının Said’in de başından geçtiği, onun baştan sona uydurma ve gerçek dışı anlatımlara dayanan hayat hikâyesinde de yer alıyordu.
Bu üçüncü sınıf yeşilçam senaryolarını andıran hikâyede farklı olan tek yan; aktörlerin kimliğiydi.
ERGÜN POYRAZ

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder