30 Temmuz 2016 Cumartesi

AMERİKA’DAKİ İMAM – VI




Asker Tayını Yememiş
Redaktör Fetullah
Açtığı Davaları Hep Kazanmış
Entellektüel Fetullah
Varoluşçu Fetullah
Fetullah ve Mozart
Fetullah Mason mu
Gülen’e Mason Desteği
Asker Tayını Yememiş
Gülen, hayatını anlatan kitaplarda hak ve adalete ne kadar saygılı olduğunun kendince reklamını yapmak amacıyla, askerdeyken verilen yemeği, Kestanepazarı’nda talebelere ders verdiği süre içersinde abdest aldığı suyun parasını bile ödediğini söylüyordu. Faruk Mercan tarafından kaleme alınan “Fetullah Gülen” adlı kitapta askeriyenin yemeğini yememesi şöyle yer alıyordu:
“Gülen, askerliği sürerken 1962 yılı sonbaharında hastalandı. Edirne yıllarında zaten çok az gıda alan Gülen, Ankara’daki askerlik günlerinde askerin karavanasından yemek yememişti. Telsizci yapıldığından, ‘Diğer askerler düzeyinde askerlik yapmıyorum. Bana helâl olmaz’ gerekçesiyle askeriyenin yemeğini İskenderun’da da yemiyordu. Hatta bu yüzden giydiği asker elbisesini de bir askeri öğrenciden satın almıştı. İskenderun’daki yiyeceği sadece zeytin, ekmek ve bazen küçük ispirto ocağının üzerinde haşladığı patatesti. Bu yemeğini yediği mekân telsiz arabasının içiydi.”
Fetullah Gülen, günün 24 saatini geçirdiği Kestanepazarı’ndaki kursta 5 yıl boyunca çalışıyor, bu süre zarfında bir kuruş bile para almadığını, talebeye ait bir lokma ekmeği yemediğini, bir kaşık yemeğe el sürmediğini, abdest için kullandığı suyun ve sabunun parasını bile ödediğini iddia ediyor, şunları anlatıyordu:
“Kestanepazarı’nda görev yaptığım beş senelik zaman zarfında, yaptığım görev karşılığında bir kuruş karşılık almadım, talebeye ait bir lokma ekmeği yemedim, bir kaşık yemeğe el sürmedim ve bir tek eşyayı kullanmadım. Hatta abdest için kullandığım suyun ve sabunun parasını dahi mutlaka ödedim. Rabbim’e sonsuz şükürler olsun ki, bu prensibimi şimdiye kadar da hep korudum…”
“Peki Gülen, geçinmek için parayı nereden buluyor?” derseniz onun cevabı yok!.. Gerçi Gülen’in 1964 yılında tanıştığı ve bugüne kadar çok samimi bir şekilde süren ilişkilerinde hiç ara vermediği CIA Türkiye Masası Şefi Graham Fuller’e sorsak, o bu durumu aydınlatabilir!… Ancak Fuller’e benim ulaşma olanağım yok.
Müslüman tebası da onun “Hocaefendi” olduğunu her fırsatta söylüyordu. Müslümanlığın kutsal kitabı Kur’an-ı Kerim’de yer alan Bakara Suresi der ki;
“Faiz yiyenler mahşerde ancak şeytanın çarptığı kimsenin kalktığı gibi kalkarlar…”
Sadece bu kadar mı?.. Niye bu kadar olsun ki, bakın daha neler var!..
“Kim faizciliğe dönerse, işte onlar cehennemliktir; onlar orada temelli kalacaklardır…”
Faiz yediği, faiz peşinde koştuğu, mahkeme kararlarında, mahkemelere verdiği dilekçelerde sabit olan Fetullah Gülen, öteki dünyada şeytanın çarptığı gibi kalkıp cehennemde temelli kalacaktı. Bunu ben demiyorum Kur’an-ı Kerim diyor!.. Kur’an’a göre faizcilik; helal değildir… Yasaktır!… Haramdır!… Kebair’dendir. Yani büyük günahlardandır.
Fetullah, vatani görevini yaparken askeriyenin yemeğini yemediğini, Kestanepazarı’nda çalışırken beş yıl boyunca hiç maaş almadığını, abdest suyunun parasını bile ödediğini, askerde kendisine verilen harçlığı on beş yirmi yıl sonra geriye ödediğini söyleyerek, helal-haram konusunda kendisini evliya üstü gibi gösteriyordu.
Oysa, mahkemeye verdiği gazeteci ve yazarlardan daha fazla para koparabilmek için gerçek dışı bilgiler veriyordu.
Fetullah Gülen, “Gülen’in Gerçek Yüzü” adlı kitabımda kendisine hakaret ettiğimden bahisle beş milyar lira tazminat talep ederken, faiz istemini de ihmal etmiyordu. Ancak, mahkeme Gülen’in istemlerini reddediyor, bu reddi Yargıtay da onuyordu. Böylece Gülen’in benden beş milyar ve faiz alma hayalleri suya düşüyordu.
Gülen, Necip Hablemitoğlu’ndan Hikmet Çetinkaya’ya kadar kimden tazminat istediyse, İslam’ın büyük günahlardan saydığı faizi de talep etmeyi unutmuyordu.
Fetullah, sadece faiz istemekle de kalmıyor, daha çok para koparabilmek için, Amerika’da olmasına rağmen, jet hızıyla 11 saatlik mesafedeki İzmir’de faaliyet gösteren Nil Yayınları’nda “Redaktör” olduğunu iddia ediyordu.
Gülen’in bu davranışını “Kanla Abdest Alanlar” adlı kitabımda şöyle yazmıştım:
Redaktör Fetullah
Bir insan Amerika’da sözde tedavi olurken aynı zamanda İzmir’de faaliyette bulunan bir yayınevinde redaktör olarak Cumartesi-Pazar dahil haftanın yedi günü çalışabilir ve milyarlarca lira kazanabilir mi?
Bu zat Fetullah Gülen olursa cevap biraz karışıyordu. Zira Fetullah Gülen dava ettiği insanlardan haksız yere daha fazla tazminat yani para koparabilmek için, akıllara durgunluk veren bir buluş yapıyor, kendini İzmir’de basım ve yayın işleri ile uğraşan ve cemaatine bağlı olan Nil Basın Yayın ve Dağıtım Ambalaj Sanayi ve Ticaret A.Ş’de “Redaktör” olarak gösteriyordu.
Şirketten Gaziemir-İzmir’de bulunan Sarnıç Karakol Amirliği’ne gönderilen yazıda, Fetullah Gülen’in firmalarında “Redaktör” olarak çalıştığı açıklanıyor, aylık net ücret olarak da 500 milyon lira aldığı bildiriliyordu.
Şirketin yazısında belirttiğine göre Gülen, 2000 yılında toplam 11 Milyar 700 milyon lira kazanıyor, bu parayı hak etmek için de hafta içi 20 saat çalıştığı şeklinde gerçek dışı bir açıklamada bulunulurken, Cumartesi ve Pazar günleri de beşer saat çalıştığı bildiriliyordu. Gülen’i dava ettiği insanlardan sebepsiz yere almayı hayal ettiği paraların hırsı öyle sarmıştı ki, Amerika’da villalarında keyif sürerken İzmir’de bulunan bir şirkette, güya çalışırken yıllık izin, sosyal izin kullanmadığını da vurgulatıyordu.
Fetullah’ın Müslümanlığının alâmetlerinden olacak, haksız yere suçladığı insanlardan mahkemeleri de yanıltarak haksız yere daha fazla üstelik faizi ile birlikte maddi menfaat temin etmek için böyle “Yalan” beyanların ardına sığınmayı mübah saymak… Üstelik bu beyana 2001 yılı Haziran ayına kadar da 500 milyon lira maaş kazandığını eklemek…
Fetullah Gülen dava ettiği insanlardan faizi ile birlikte en yüksek miktarlarda tazminat koparmayı hayal ederken yine bir hata yapıyor, Amerika’da geçirdiği günleri dakikası dakikasına anlatan ve cemaatine mensup Işık Yayınlarından çıkan ve Ali Ünal tarafından kaleme alınan, “Fetullah Gülen’le Amerika’da Bir Ay” ismini Nil Yayınlarındaki çalışmasında bir cümle ile de olsa geçmiyordu.
Faruk Mercan tarafından yazılan ve Doğan Kitap tarafından yayınlanan “Gülen’in ABD’de geçirdiği Dokuz Yılın Hikayesi” adlı kitapta da, her nedense Nil Yayınevinde insan üstü gayretle gerçekleştirildiği bu çalışma ile ilgili hiç bir bilgi yer almıyordu. Üstelik kitabın her sayfası Fetullah’ın onayından geçmişti.
Açtığı Davaları Hep Kazanmış
Cemaat tarafından basılıp dağıtılan ve Gülen’i yere göğe sığdıramayan kitaplarda; Gülen’in insan sevgisi olduğu masalı, gerçekler ters yüz edilerek ve insanlar adeta enayi yerine konularak anlatılıyordu. Yine bu kitaplardan Ertuğrul Hikmet tarafından yazılan ve cemaate ait Işık Yayınları’ndan çıkan, “Himmeti Milleti Olan İnsan Fetullah Gülen” adlı kitapta şöyle deniliyordu:
“Hocaefendi, hakkında yazılan suçlamaların hepsini avukatları aracılığıyla mahkemeye taşımış ve hepsinde de haklı çıkmıştır…”
Oysa;
Fetullah Gülen bu satırların yazarına; “Fetullah’ın Gerçek Yüzü” adlı kitabı için beş milyarlık tazminat davası açmış, üstelik parayı faiziyle birlikte istemiş, ancak mahkeme Gülen’i haksız bularak bu istemini reddetmiş, yerel mahkemenin kararı Yargıtay 4. Hukuk Dairesi tarafından da onanmış ve kesinleşmişti.
Dr. Necip Hablemitoğlu da Fetullah tarafından faiz istemli olarak mahkemeye verilenler arasında yer almış, ancak Fetullah ona açtığı davayı da kaybetmişti.
Gülen, Çağdaş Eğitim Vakfı ile Başkanı Gülseven Güven Yaşer’i “Hoca’nın Okulları” adlı kitap nedeniyle dava etmiş, ancak oradan da eli boş dönmüştü.
Gülen’in eli boş döndüğü dava sayısı sadece bu kadar mı?
Kim demiş!..
Ne diyordu, Gülenciler?..
“Hocaefendi, hakkında yazılan suçlamaların hepsini avukatları aracılığıyla mahkemeye taşımış ve hepsinde de haklı çıkmıştır…”
Herhalde; insanın böyle büyük bir yalanı söylemesi için sadece Nurcu olması da yetmiyor, bazı değerlerini de yitirmiş bulunması da gerekiyordu.
Fetullah’ın kaybettiği davaların tamamı tek başına bir kitap olacağından ve bunların sıralanması da Ergenekon mağdurlarının sayısının artmasını sağlayacağından, bu örneklerle yetinerek Gülencilerin yalanlarını yüzlerine vuralım.
Entellektüel Fetullah
2.5.2008 tarihli Zaman Gazetesi “Dünyanın 100 entellektüeli listesinde tanıdık bir isim” başlıklı yazıyla; Foreiqn Policy adlı derginin internet sitesinde başlattığı ve insanların internetten oy vererek katıldığı kampanya sonucu Fetullah Gülen’in 100 entelektüel arasına girdiğini duyuruyordu.
Gülen Cemaati, 2. Cumhuriyetçiler, Masonlar, Gay dernekleri el ele vererek, Foreiqn Policy’nin kampanyasına katılıyor ve Gülen’e oy vererek destek sağlıyorlardı.
Gülen’in destekçileri arasında PKK’lılardan Hizbullahçılara kadar birçok örgüt de yer alıyordu. Ancak bunların başını da misyonerler çekiyordu.
Cemaat, Hıristiyan misyoner okullarıyla sıkı işbirliği içindeydi. Fetullah Gülen Cemaati Amerika’nın en eski misyoner okuluna 2 milyon dolar para bağışlıyor, bu yardım BBC tarafından duyuruluyordu.
Misyonerlere maddi-manevi her türlü desteği veren Gülen Cemaati ve onların yayın organları, Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği’ne “Misyonerlik propagandası yapıyorlar” şeklinde suçlamalarda bulunuyorlardı.
Papa’nın ayağına gidip ona sadakatini bildirip, biat eden Fetullah Gülen, 16 Mayıs 2009 tarihli Akşam gazetesinde Nagehan Alçı’nın yazısından öğrendiğimize göre, Almanya’nın en önemli Protestan kiliselerinden biri olan Dresten’deki Frauenkirche’nin onarım masrafları olan 110 milyon Euro’nun en büyük bölümünü karşılıyordu.
Nagehan Alçı, bu bilgiyi kiliseyi tamir eden vakfın yöneticisinden aldığını, daha sonra Gülen’in yakın çevresine bu durumu sorduğunu, onlardan da Gülen’in bu tip yardımları gizli tuttuğunu, ABD’de bazı kiliselere de maddi destek verdiğini, bunun kamuoyunda bilinmediğini söylüyordu.
Fetullah Gülen, cemaatinin gerçekleştirdiği bu ve bu gibi maddi yardımların karşılığını, derginin internet sitesinde kendi adını tıklattırılarak alıyor, böylece “tıklama entelektüeli” oluyordu.
Fener Rum Patriği Bartholemeos’un “En yakın arkadaşım” dediği Gülen, Patriğin bu sözlerini her fırsatta onaylıyor, beraber iftar yemekleri düzenliyorlardı.
Gülen, Papaz yetiştirmeyi amaçlayan Ruhban okulunun açılmasını isteyerek Patriğe destek verirken, Patrikhane’de kapalı bulunan ve üzerinde “Bir Türk büyüğü asılmadan açılmayacaktır” yazısı olan “Kin kapısı” hakkında bir tek laf edemiyordu.
Nagehan Alçı’nın yazısından sonra Gülen cemaatini büyük bir telaş alıyor, Alçı’yı hakaretler ve saldırılarla hayatından bezdiriyorlardı. Cemaatin saldırıları ve hakaretleri karşısında “pes” eden Alçı, kinayeli bir yazıyla sözlerini geri alıyor gibi yapıyor, şunları yazıyordu:
“Bana mail atmış yüzlerce okur! ‘Sen Müslüman değilsin!’ mesajları yollayan onlarca kişi! Gizli ajandalarımdan tutun, ailemin köklerine kadar beni baştan yaratan düzinelerce ‘hayalgücü sahibi!’
Hepinize diyorum ki: Sevinebilirsiniz!

Cumartesi günü yazdığım yazıda yer verdiğim iddia gerçek değildir!
Almanya’nın Dresten kentindeki Frauenkirche’ye Fetullah Hoca maddi yardımda bulunmamıştır. Beni Alman haber kaynağım yanıltmış ve ‘Türk dini lider olsa olsa Gülen olur’ mantığı ile telaffuz etmiştir.”

Nagehan Alçı, Ergenekon soruşturmasına da dahil olma tehdidinden de yılmış olacak ki, bu yazısında yardımın yapıldığını onaylattığı cemaat yetkililerinden bahsedemiyordu. Neyse biz yine dönelim Alçı’ya:
“Ancak son dört günde gördüklerim beni endişelendirmiyor değil. Gülen’in bir kiliseye yardım ettiği iddiası, yanlış bile olsa böyle topyekün bir başkaldırıyı gerektirecek bir iddia var mıdır? Bu, Fetullah Gülen’i karalamak anlamına mı gelir?
‘Dinlerarası Diyalog’ kavramının sahibi Fetullah Gülen’in kendisi değil midir? Başka inançlara saygıyı bünyesinde barındırmaz mı bu kavram?
Bu soruların cevabı belli. Gülen’in felsefesi Müslüman olmayanlara da saygıyı içeriyor. Diğer dinlerin ileri gelenleri ile bir araya gelme, ortak sorunları belirleme ve yakınlaşma çabaları bu yüzden.
Bu yüzden 2004’de Mardin’de önce Kasımiye Medresesi’nde ardından Deyrüzzafferan Manastırı’nda din büyüklerini buluşturdu.
Bu yüzden 2005’de Moskova’da üç dinin önde gelenlerini bir araya getirip beyaz güvercinler uçurttu.
Ve bu yüzden aslında Gülen’in inancına kiliseye yardımda bulunmak ters değildir.
Ancak yine de böyle bir iddia bile ortalığı ayağa kaldırmaya yetiyor!…”
Erzurum gibi bir yerde bile ilkokulu ikinci sınıfa kadar okuyabilen, üst üste sınıfta kalarak okul defterini kapatmak zorunda kalan Fetullah Gülen; bu açığını, bu ezikliğini kendini mitolojik bir efsanenin kahramanı olarak sunmayla yenemiyordu.
Yaşadığı bu eğitim eksikliği kendisinde bir kompleks haline geliyor, bu nedenle kendini engin bir birikim ve kültür sahibi olarak göstermek suretiyle tatmin etme yoluna gidiyordu. Faruk Mercan tarafından kaleme alınan ve Fetullah Gülen’in Amerika’da yaşadığı dokuz yılını anlatan kitabın 87. sayfasında Gülen, okuduğunu iddia ettiği doğulu ve batılı yazarları söyle anlatıyordu:
“Doğu klasiklerinin yanı sıra, hemen hemen önemli bütün Batı klasiklerini de okudum.
Mevlana, Sadi, Hafız, Molla Cami, Firdevsi, Enveri gibi doğu klasiklerinin üstadlarını tanımaya çalıştığım gibi, Shakespeare’i, Balzac’ı, Voltaire’i, Rousseau’yu, Kant’ı, Zola’yı, Goethe’yi, Camus’ü, Sartre’ı da böyle tanımaya gayret ettim. Bunlardan başka, Bertrand Russell’ı, Puşkin’i, Tolstoy’u, ve daha başkalarını da okudum…”
Gülen, 1998 yılı Nisan ayında Fransız Le Monde gazetesi muhabiri Nicole Pope’a verdiği röportajda şöyle diyordu:
“Victor Hugo’ya çok ciddi saygı duyarım. Beğendiğim yanları vardır. Aslında bana ters gelen başkaldırı edebiyatının ustaları diyebileceğimiz Camus’e, Sartre’a da saygı duyarım. Aynı şekilde Tolstoy’a, Dostoyevski’ye saygım vardır.”
Gülen, ilkokulu bitirememiş ama aynı günlerde Shakespeare’in Romeo ve Jüliet’ini, Victor Hugo’yu, Tolstoy’u okuyup, hatim ettiğini yine kendisinden şu sözleri ile öğreniyorduk:
“Rus yazarlardan Tolstoy ise erken tanınan yazarlardan. Komünizmin karşısına milliyetçiliği çıkaran mütalaalarından dolayı Dostoyevski’ye ve Puşkin’e karşı ona hayranlık duymuşumdur. Ama şimdilerde, o mevzularda farklı düşündüğümü de ifade etmeliyim. Bir Rus milliyetçisinin, milletimize karşı belli bir tavrı vardır. Komünizm ortaya çıkınca nispetler perspektifinde, bütün düşünceler yer değiştirdi. Bir ateiste karşı, hiç olmazsa dindar bir Hıristiyan’ın yanında yerini alıyorsun. Dengeler değişince, tavırlarda değişime uğrayabiliyor…”
Rus yazarlardan önce, Gülen’in bu sözlerindeki başka bir noktaya dikkat çekmek gerekir. O da, “Dengeler değişince, tavırlar da değişime uğrayabiliyor” ifadesidir. Bu söz, aslında kendisinin yakın zamandaki bir tespiti gibidir. Çünkü kendisi de sadece Küçük Dünyam’dan Ufuk Turu’na kadar geçen sürede bile epeyce ağız değiştirmiştir.
Küçük Dünyam’da İskenderun’da askerlik görevini yerine getirirken, milliyetçilik takiyyesi yaptığını söylemesine karşılık, Ufuk Turu’nda doğrudan milliyetçi tutumlar sergilemeye çalışıyordu. Tabii bunun sebebi, aslında yine kendi deyimi ile devletle çatışarak bir yere varılamayacağı düşüncesindendi. Hatta bu, düşünceden daha çok bir taktikti.
Gerek Gülen’i gerekse cemaatine bağlı Emniyet, MİT ve Adliye’deki müridlerinin bitleri kanlanınca, Şıhlarının 2005 yılı Ekim ayının ilk haftasında, ABD’deki villasında, “Ulusalcı dalgayı aşacağız” şeklindeki fetvasını yaşama geçiriyorlardı. Ne de olsa, avukatının başvurusu ertesinde Emniyet Genel Müdür Yardımcısı, kendisi hakkındaki davanın düşmesine gerekçe kılınacak yazıyı teslim etmişti.
Fetullah’ın yeğeni Kemalettin Gülen’in yakın arkadaşı Şeriatçı Alpaslan Aslan’ın düzenlediği Danıştay saldırısının hemen ardından, Anayasa Mahkemesi’nin kararında laikliğe aykırı fiillerin odağı olduğu kabul edilen Tayyip Erdoğan, 19 Mayıs 2006 tarihinde MİT Müsteşarı, Emniyet Genel Müdürü ve sicilinde “Fetullahçı” yazan Emniyet İstihbarat Daire Başkanı ile yaptığı toplantıda, “Ulusalcıların üzerine gidilmesi” talimatını veriyordu.
Emniyet Genel Müdürlüğü, Eylül 2007 tarihinde İçişleri Bakanı Beşir Atalay’a verdiği brifingin 21. sayfasında terör örgütleri sınıflamasında Ulusalcılığı “aşırı sağ” faaliyetler kapsamında gösteriyordu.
Neyse biz yine dönelim Fetullah’a; Fetullah Türk Cumhuriyetleri’nde okullar açabilmek için her yolu deniyordu. Bu uğurda hiç bir sınır tanımıyor, hatta Milliyetçilik takiyyesi yaparak, Türk Cumhuriyetlerinde olumlu bir etki yaratmak istiyordu. Çünkü bu tutum, oralara girmek için gereken en önemli bir vizeydi. Gerçi bu kadar işleri düşünen ve örgütleyen, ilkokulu bile bitiremeyen Fetullah Gülen midir, değil midir? Orası kuşkuludur!..
Gülen, Batı’dan ve Doğu’dan bol bol adlar verirken bunların hepsini de okuduğunu iddia ediyordu. Kim bilir belki okumuştur. Ona bir diyeceğim yok. Ancak, bu kişilerin düşüncelerinin Gülen’in düşünceleriyle hiçbir ilgisi bulunmuyordu.
Mesela; bir Tolstoy’un din hakkındaki düşüncelerine baktığımızda, adeta dincileri yerin dibine batırırcasına eleştirdiği görülüyordu. Tolstoy bir Hıristiyan’dı. Fakat bugün anlaşılan klasik anlamda bir Hıristiyan değildi. O, Gülen’in aksine insanların eşitliğine inanıyor ve dinlerin bu yanının yine din adamları tarafından tahrif edildiğini söylüyordu. Tolstoy’un bu konudaki görüşleri şöyleydi:
“Bütün insanların eşitliğinin kabulü bütün dinlerin asli ve zaruri özelliğidir. Gerçekte, hiçbir yerde ve zamanda bu eşitlik var olmadığından, hep şu yaşanmıştır: Bütün insanların eşitliğini kabul eden yeni bir dini öğreti ortaya çıkar çıkmaz, eşitlikten kazanç sağlayamayanlar hemen bu temel özelliği örtmeye çalışmışlar, böylece gerçek akideye yanlış anlamlar yüklemişlerdir.
Eşitsizlikten kazanç sağlayan yöneticiler ve zenginler, kendi konumlarının sarsılmaması amacıyla akideye eşitsizliği kabul eden bir anlamı aşılamak için ellerindeki her imkanı kullanmış ve kendilerini yeni dini öğretinin gözünde meşrulaştırmaya çalışmışlardı. Dinin bu tahrifi, diğerleri üzerinde hakimiyet kurmuş olanların bu yaptıklarını meşruymuş gibi hissetmelerine fırsat verdiği gibi, kitlelere geçtiği zaman da onlara, efendilere boyun eğmelerinin ikrar ettikleri dinin gereği olduğu fikrini aşılamışlardı…”
Gülen’in eserlerini okuyarak hayranlık duyduğunu ifade ettiği Tolstoy’un görüşlerini okudukça, Gülen’in, Tolstoy’un bırakın kitaplarını, kendisini bile hiç tanımadığı, fikirlerini hiç bilmediği gerçeği ortaya çıkıyordu, öyle ya Gülen, gerçekten Tolstoy’un din ve din adamları hakkındaki düşüncelerini bilse entel olma amacıyla da olsa onun adını hiçbir zaman ağzına almazdı.
Bakın Gülen’in hayran olduğu Tolstoy neler söylüyor:
“Tahrif başladığı an, telkin çok daha fazla kuvvetlenir ve duygu ile aklın eylemleri zayıflar…
Bir din ne zaman bozulmaya başlamışsa, bu dinin koruyucuları, akli eylemlerini zayıflattırmış oldukları insanları kendi istedikleri şeye inandırmak için her türlü aracı kullanmışlardır.
Din adamları ve din adamı olmayanların arasındaki eşitsizliğin yanı sıra, zengin ve yoksul, efendi ve köle arasındaki eşitsizlikte kilise hayranlığı tarafından keskin çizgilerle tesis edildi.
İndilere ufacık bir ilave yapıldı. Bu ilave şöyle diyordu;
Hz. İsa semaya çıkarken belli kişilere, insanlara kutsal hakikati talim etme yetkisinin yanı sıra, insanları kurtarma ve lanetleme ve daha önemlisi bu yetkiyi başkalarına ihsan edebilme yetkisi verdi…
Bunun sonucunda, kilise fikri yerleşir yerleşmez, Kilise hem aklın, hem de kutsal sayılan kitapların üstüne çıkarıldı. Akıl bütün yanlışların kaynağı olarak gösterildi. Ve İndiler aklıselimin ışığında değil, kilise mensuplarının istediği şeklinde yorumlandı.
Mısır firavunları piramitleriyle gurur duyuyorlardı. Biz de onların inşasında milyonlarca kölenin canının kurban edildiğini unutarak onlara gıpta ile bakıyoruz.
Her türlü aldatma ve hipnoz gücünü kullanan papazlar ve din adamları insanlara şu fikri yerleştirmişler; Hıristiyanlık bütün insanların eşitliğini ilan eden ve dolayısıyla günümüzün putperest hayat yapısını bir bütün olarak parça parça eden bir din değil, bilakis bu yapıyı destekleyen ve bize bir yıldızla diğeri arasındaki farkı görür gibi, insanlar arasında farklılık gözetmemizi öğreten bir dindir.
Bize bütün gücün Allah’tan alındığını ikrar ve o güce de mutlak anlamda itaat etmemizi buyuruyor. Mazlumlara bu durumlarının Allah’ın bir takdiri olduğunu, dolayısıyla ona tevazu ve yumuşaklıkla tahammül edip, zalimlere boyun eğmelerini tavsiye ediyor, imparator, Kral, Papa, Piskopos ve her türlü dünyevi ve ruhani otorite mevkilerine kurulmuş bu zalimlerin mütevazı ve yumuşak olması gerekmediği gibi, kendileri debdebe, zevk ve sefa içinde yaşarken, başkalarına bu hayatın şartı olan ‘itaat’i öğretiyorlar ve icabında cezalandırıyorlardı.
İnsanlık, ancak kendisine hükmeden papazların hipnotik etkisinden ve okumuşların onu sevk ettiği yoldan kurtulduğunda felaketten azade kılınabilir…”
İşte Tolstoy, “Din” ve “Din adamları” hakkında böyle diyordu. Gülen ise büyük ihtimalle Tolstoy’un bu düşüncelerinden habersiz bir şekilde, sırf entelektüel bir etki yaratmak için Tolstoy’un adından bahsediyordu. Aksi halde adını anması kesinlikle mümkün değildi. Askerliği sırasında Milliyetçiliği ile tanınan komutanını övdü diye kaburgasının kırıldığını söyleyen Fetullah’ın, Tolstoy’u bilerek ağzına alınca çarpılacağı muhakkaktı.
Peki niçin, Tolstoy’un bu düşüncelerini bilse onun adını anması mümkün değildi dedim, bunu biraz daha açalım. Fetullah; “İnancın Gölgesinde” adlı kitabında ne diyordu:
“Eşitsizlikler tanrısal bir irade ve tanrısal bir dengedir.”
Buna karşılık Tolstoy ise; bu eşitsizlik düşüncesini, egemen olanların ve din adamlarının dinlere soktuğunu söylüyordu. Ama tabii Tolstoy’dan haberi olmayan insanlar, Gülen’in, Kant’tan, Tolstoy’dan bahsetmesi karşısında onu adeta bir derya sanacaklardı, insanları sürekli olarak bir takım dini doğma edebiyatına boğmanın amacı da buydu. Yani okusun Said’i, okusun Fetullah’ı gözü açılmasın hesabıydı.
Ve tabii bunlar, olan işlerle birlikte düşünüldüğünde karşımıza “Emperyalizm” çıkıyordu. Unutulmasın ki, “İtaat” sömürgeciliğin baş ilkeleri arasında hatta olmazsa olmazları arasında yer alıyordu. Yoksa, Milliyetçi ve İslamcı söylemlerin yanında İngilizce’nin, İngiliz ve Amerikan kültürü ile eğitimin başka ne işi, ne amacı olabilirdi?..
Fetullah Gülen’in “Okudum” diyerek, yere göğe sığdıramadığı isimler arasında, İbn-ül Kayyim’ul Cevziyye ile İbn-i Teymiyye’de yer alıyordu. Gülen’in öve öve bitiremediği, Suudi şeriatının kaynağı olan Vehhabiliğin fikir babası Teymiyye şu görüşleri ile biliniyordu:
“Türkler ve Frenklerle savaş yapılmadan kıyamet kopmayacaktır.”
Varoluşçu Fetullah
Fetullah Gülen, Le Monde Gazetesi muhabiri Nicole Pope’a verdiği demeçte “Sartre’a saygı duyarım” diyordu. 9 Mart 2008 tarihli Hürriyet Gazetesi’nde Özdemir İnce, Zaman Gazetesi’nin yazarı Ali Ünal’ın Jean-Paul Sartre ile Fetullah Gülen’i özdeşleştirmesi karşısında adeta isyan ediyordu:
“Zaman Gazetesi’nin Fethullahçı yazıcıları, şeyhleri konusunda iyice azıttılar.
Bunlardan Ali Ünal (1 ve 2 Mart 2008) Jean-Paul Sartre ile Fethullah Gülen’in sorumluluk ‘telakkileri’ni (anlayışlarını) özdeşleştirmeye kadar vardırıyor işi. Bu iddia doğru (!) ise, o zaman, AKP’nin sadaka ekonomisini İslamcı komünizm olarak tanımlayabiliriz artık!
Fethullahçı değil mi, uydurur uydurur Fethullahça söyler!
Zırvalamak konusunda Fethullahçının Türk’ü, ecnebisi fark etmiyor, hepsi zırvalıyor! Ecnebiler para karşılığı kitap yazdıkları, konferans verdikleri için zırvalamak umurlarında bile değildir. Türkler’de ‘taliban’ ve ‘mürit’ zaten. Örneğin, Belçikalı bir profesör, Rik Coolsaet bir kitabında Fethullah Gülen’i ‘Türk milletini ‘yenileyen’ liderlerden biri’ olarak tanıtıyormuş (Zaman, 03.03.08). Bu gidişle ‘yaratan’ da olur, olacak. Parasıyla değil mi?
Ama asıl ilginci, ABD’nin Texas Eyaleti’nin Houston Rice Üniversitesi’nden Karşılaştırmalı Dinler Hocası Jill Carroll’un, ‘Medeniyetler Diyaloğu: Gülen’in İslami Öğretisi ve Hümanist Söylem’ (A Dialogue of Civilisations: Gülen’s Islamic Ideals and Humanistic Discourse) adlı kitabı. Mürit yazıcılardan Ali Ünal almış sazı eline, felsefi terminoloji (!) de kullanarak kitabı öve öve bitiremiyor. Yazısında bir yığın ünlü ad, Mevdudi, Kant, Karl Popper, Immanuel Kant, John Stuart Mill, Konfüçyüs, Eflatun ve Jean-Paul Sartre… Fethullah Hoca’nın bu insanların hepsiyle akrabalığı varmış… Ötekilere karışmam ama Jean-Paul Sartre benim alanıma girer. Bu nedenle biraz Varoluş (Existantialiste) felsefesine değinelim.
Sartre’cı Fethullah Gülen zırvasını anlatabilmek için, ‘Öz mü varlıktan önce gelir yoksa varlık mı özden önce gelir?’ sorusunu yanıtlamak zorundayım. Zaten Sartre’cı tanrıtanımaz varoluşluğun temel sorusu, temel sorunsalı da budur.
Sartre, varlığın, varoluşun (l’être) özden (l’essence) önce geldiğini söyler. Oysa tektanrılı dinler bunun tersini ileri sürer: Öz, varoluştan önce gelir. Bunun anlamı şudur: Tanrı insanı tasarlamış ve buna göre yaratmıştır. İnsan yaratılmadan Tanrı’nın kafasında bir insan düşüncesi (fikri) vardır. Daha harbi söylemek gerekirse, varoluşçuluğa göre, insanı Tanrı değil, kendisi yaratmıştır, yaratabilir, yaratmak zorundadır. İlkin insan vardır; yani insan önce dünyaya gelir, var olur, ondan sonra tanımlanıp belirlenir, özünü ortaya çıkartır. İnsan kendini nasıl yaparsa öyle olur! Varoluşçuluk, Tanrı’nın yokluğunu kanıtlamakla uğraşmaz, daha doğrusu onun varlığı-yokluğu ile ilgilenmez.
Fethullahçıların kiraladığı bir yazar (Jill Carroll), özgürlük, sorumluluk, sorumluluk bilinci, ahlak, ideal gibi varoluşçu kavram ve birimleri ‘Hocaefendi’nin metinlerine yamayarak ona Jean-Paul Sartre’ın yanında modern bir felsefi makam icat etmiş anlaşılan. Fethullah Hoca, Allah ve Hazret-i Muhammed’i inkár etmeden Sartre’ın yanına oturamaz. Ya Allah ve Hz. Muhammed ya Sartre! Bu işlerde öyle abrakadabra avantası yok!
Pek yakında, Fethullah Hocaefendi’nin müzik konusundaki ileri fikirleriyle Stravinski ve atonal müzikçiler ile aynı çizgide olduğunu ileri süren kitaplar yayınlanırsa hiç şaşırmam. Dahası, içinde Giacometti, Salvador Dali, Picasso ve Miro’nun yapıtlarının yer aldığı bir ‘Hocaefendi Kataloğu’ da yayınlanabilir. Parasıyla değil mi, bastırırlar parayı!”
Fetullah ve Mozart
Gülen cemaatinin yayımladığı “Kozadan Kelebeğe” adlı kitapta Fetullah Gülen ile yapılan bir röportaj yayınlanıyor, kendisine “Batı müziği ve Batı klasikleriyle bir ilginiz oldu mu?” şeklinde bir soru yöneltiliyordu. Doğru dürüst ilkokulu bile bitirememiş bir seyyar vaiz, bir din adamı (!) olan Fetullah’ın bu soruya verdiği cevap oldukça ilginçti:
“O müziğin bazı ustalarına da hayranlık duymuşumdur. Bunu daha başka soranlar da oldu; ‘Mozart’ı tahlil edebilir misiniz?’ dediler. Hakkında bazı şeyler söylesem bile, buna tahlil denmez. Sonra, onun yarım bıraktığını Beethoven’in tamamlamasını da söyleyebiliriz.
Batı klasik musikisinin konçertoları, senfonileri, daha olgun, daha ciddi, daha vakur, daha zengindir. Bunları söylemek, tabi tahlil demek değildir. Ama her dahiye hayranlık duyduğum gibi, Allah onları da belli kabiliyetlerde yaratmış, hayranlık duyarım.”

Gülen hareketine finansal destek sağlayan Ülker grubunun ilan vb. şekilde desteklediği Andante Dergisi’nin Ocak-Şubat 2006 tarihli 20. sayısının 14. sayfasında “Bu şarkıyı Hampson’dan Dinleyin” başlığı altında, Mozart’ın, zil ve davul gibi Türk enstürmanlarını da kullanarak, “İmparator olmak istiyorum” adlı bir Alman savaş şarkısı bestelediğini, bu parçayı Osmanlı’ya savaş açmaya hazırlanan İmparator II. Jozeph’in ısmarladığını anlatıyor ve şarkının ilk dörtlüğünü şöyle veriyordu:
“İmparator olmak istiyorum, Silkelemek istiyorum Doğuyu, Titretmek istiyorum Müslümanları, Kostantinapolis benim olmalı…”
Aynı zamanda Üstad Mason olan ve Masonlarca adeta kutsanan Mozart ne diyor?
“Silkelemek istiyorum Doğu’yu.”
Bu sözlerin sahibi Mason Mozart’ı Gülen nasıl tanımlıyor?
“Dahi.”
Mozart devam ediyor:
“Titretmek istiyorum Müslümanları.”
Gülen, ağzı açık cevap veriyor:
“Hayranlık duyarım.”
Gülen’in entel olma yolunda ya da maskesini düşürdüğünde Mozart’a hayranlığı onun, “Kostantinapolis benim olmalı” sözleri karşılığında bir kat daha artıyor, “Allah onları belli bir kabiliyette yaratmış” diyordu.
Gülen, Türk ve İslâm düşmanı Mozart’a, dahi diyerek, saygı duyduğunu açıklıyor, “Batı’dan alınacak birçok güzellikler var” şeklinde konuşmayı da ihmal etmiyordu.
Gülen kim?
Din yenileyicisi etiketi taşıdığı iddia edilen, Müslüman bir alim olduğu söylenen, entelliğinin reklamı yapılan bir seyyar vaiz.
Biz de hıyarız ya yedik!..
Batı’ya ve Batı klasiklerine, müziklerine övgüler yağdıran Fetullah; “Günler Baharı Soluklarken” adlı kitabında ise Batı’yı “kanlı kâbus” olarak niteliyor, insani değerler, ahlâk ve fazilette hep geri kaldığını söylüyor, “Papazların, kin, nefret ve düşmanca gayretleriyle batılı insan, Müslümanları birer gulyabani, Müslüman idarecileri de adeta birer Neron gibi görmeye başladı” şeklinde konuşuyor, Batı’nın medeniyet ve demokrasi havariliğinin bir aldatmaca olduğunu vurguluyor ve şöyle devam ediyordu:
“Batı, medeniyet ve insanlık adına ne kadar iddialı olursa olsun, biz onu; güçlü olduğu hemen her devirde gayet zalim ve hunhar, zayıf düştüğü zamanlarda da başkalarının ayağını öpecek kadar zelil ve sefil olarak biliyoruz.”
Fetullah Mason mu
Masonlukta mertebe; çıraklık, kalfalık ve üstatlık olarak sıralanıyordu.
Fetullah Gülen de, kendi cemaatinde sınıflandırmayı yaparken masonik derecelendirmeyi esas alıyor, çıraklık, tilmizlik yani kalfalık ve nihayet üstatlık olarak tamamlıyordu.
Masonlar çalışmalarında aralarına kesinlikle bir kadını kabul etmiyorlar, kendi eşleri bile senede bir kere derneklerine girebiliyor, o da masonik çalışmaların yapıldığı bölümden bağımsız bir yerde kahvaltı şeklinde oluyordu.
Son zamanlarda Light masonluk şeklinde ortaya çıkan ancak Hür masonların tanımadıkları özgür masonlar bünyelerine kısıtlı da olsa kadınları kabul ediyorlardı.
Fetullah Gülen de hayatında kadınlarla muhatap olmama gibi bir prensibinin olduğunu defalarca ilan etmiş ama Nevval Sevindi’ye dayanamamış röportaj yaparken ona helvalar pişirmiş beraberce sevindirik olmuşlardı.
Gülen’in “Üstadım” dediği Said’in kendini peygamber olarak göstermeye çalıştığı ve bu saçma iddiasını kanıtlamak için “Kur’an’daki ayetler benden bahsediyor, Hz. Ali beni müjdeliyor” diyerek ortaya attığı, cifir ya da ebced hesabı da bir Yahudi inancı, Yahudi uydurmasıydı. Harflerden anlamlar çıkarma işine Hurafilik deniyordu.
İbn Haldun, “Terceme-i İbn Haldun” adlı yapıtında Hurafilik’i şöyle açıklıyordu:
“Hurafilik; büyücülük ve tılsımcılıktan doğmuştur. Kökü Yahudi uydurmalarına kadar gider.”
Prof. Fuat Köprülü de “Hurafiliğin doğmasında, Yahudiler tarafından ortaya atılan akımların en başta rol oynadığına” işaret ediyordu.
Nurcular ise kendilerine kutsallık payesi vermek amacıyla, sürekli olarak bu hesaplamalardan medet umuyorlardı.
5 Eylül 2000 tarihinde Hürriyet Gazetesi’ndeki köşesinde Fatih Altaylı, “Neo İslamic Masonlar” başlıklı yazısında Gülen yapılanmasının masonlara benzediğini anlatıyor ve Fetullah Gülen’in masonlara bakışını şöyle aktarıyordu:
“… Birkaç yıl önce Fetullah Gülen cemaati peşimde.
Benim elimde Gülenle ilgili bir kaset olduğunu düşünüyorlar ve bu kasetin içeriğini merak ediyorlar.
Hiç ummadık kanallardan bana ulaşmaya çalışıyorlar.
Sonunda ulaştılar.
Gülen’in bir yemek istediğini söylediler. Olur dedik ve buluştuk.
Altunizade’de bir dershanenin üst katında, Gülen’in yaşadığı ve televizyon programları çektiği yerde buluştuk.
Benim yanımda Teke Tek ekibi, onun yanında başta İhsan Kalkavan ve kendi ekibi.
Güzel bir yemek yedik.
Onlar da kendi bakış açılarından yaptıkları işleri anlattılar.
Okulları nasıl kurduklarını, neden kurduklarını, nasıl yürüttüklerini.
Gülen, özellikle Türk Cumhuriyetleri ve Balkanlardaki faaliyetlerini anlattı.
Hepimizin bildiği şeyleri kendi açılarından görerek anlattılar.
Sohbetin sonunda Gülen’e izlenimimi aktardım.
Gülen, yurt içinde ve yurt dışında aynen bir mason teşkilatı gibi örgütleniyordu.
Masonların yüzlerce yıl önce yaptıklarını, şimdi adına ‘Mason’ demeden yapıyorlardı.
Gülen’e ‘Bu, yapılanma açısından masoniktir’ dedim.
Yüzüme uzun uzun baktı.
Sonra kendi adamlarına döndü ve ‘Masonların kötü bir şey yaptığını kim söyleyebilir’ dedi.
‘Sizin çevreler masonları pek sevmez’ dedim.
‘Biz o çevrelerden değiliz’ dedi.
O zaman yazmaya değer bulmamıştım.
Ve bu konuda hazırladığım kitaba saklamıştım.
Ama yine Gülen konuşulmaya başlanınca aktarmak istedim…”
Altaylı’nın yazısında görüldüğü gibi masonlara söz söyletmeyen, her fırsatta onlara methiyeler düzen Gülen, sürekli olarak masonlarla işbirliği yapıyordu.
Gülen’e Mason Desteği
Ankara 2 No’lu Devlet Güvenlik Mahkemesi’nde yargılanan Gülen’e en önemli destek yine masonlardan geliyordu.
Çetin Özek, 04.04.2001 tarihinde, İstanbul Ünive rsitesi Hukuk Fakültesi Ceza ve Ceza Usul Hukuku, Ana Bilim Dalı Öğretim Üyesi sıfatıyla verdiği 48 sayfalık raporunda; Gülen’i yere göğe sığdıramıyor ona iltifatlar yağdırıyordu.
Gülen’in Şeriat’ın mutlaka geleceği şeklindeki iddialarını, Kanla abdest almayı, kelle alıp kelle vermeyi müritlerine tek çıkar yol olarak gösteren, Hizbullah terör örgütüne övgülerini, Demokrasi için Şeytandan gelen rejim şeklindeki ifadelerini; çağdaşlık, hoşgörü, diyalog, insani duyguların zirveye çıkması gibi komik ötesi tanımlamalarla izah ediyor ve Gülen’i hukuk adına kutsuyordu. Özek, Gülen’in kitaplarındaki ve konferanslarındaki bu söylemlerinin suç olmadığını da iddia edebiliyordu.
Prof. Çetin Özek 33. dereceden Mason’du.
Gülen’in iftar ziyafetlerinin baş konuklarından ve Gülen’le samimi fotoğraflar çektiren, Gülen’i her zaman destekleyen Yahudi cemaatinin başı Bensiyon Pinto üstad masonlardandı.
Gülen’in sürekli olarak Amerika’da kalması için ona kefil olan CIA istasyon şefleri Graham Fuller, Morton Abromowitz, Paul Wolfovitz, George Fidas da üstad masonlardandı.
Gülen’e övgü yarışında kimseden aşağı kalmayan Çetin Atlan mason biraderlerdendi.
Her zaman Gülen’in yanında olan isimlerden Üzeyir Garih ve İzak Alaton da masonlar arasında üstadlık seviyesine yükselen isimlerdendi.
Gülen ve Gülen hareketine destek veren masonlar yazmakla bitecek gibi değil, Gülen okullarını yere göğe sığdıramayan “Barış Köprüleri” adlı kitabın yazarlarından Eser Karakaş da localarda konferans veren masonlardandı. Karakaş, aynı zamanda, Star ve Zaman gazetelerinde de yazıyordu.
Hadi gelin Gülen’e bir sobe daha yapalım.
Gülen, “İnancın Gölgesinde” adlı kitabının 169. sayfasında arkadaşının eşine “Hemşiremiz” tabirini kullanıyordu.
“Hemşire” masonların birbirlerinin eşleri için kullandıkları bir tanımlamaydı.
ERGÜN POYRAZ

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder