Rüzgar Gülü
Dinler Arası Diyalog
Hain Keklik
Gülenin İntihali
Fetullah ve Alevilik
Yezid; Alevilerin Fırlatması
Gazi Olayları
Dinler Arası Diyalog
Hain Keklik
Gülenin İntihali
Fetullah ve Alevilik
Yezid; Alevilerin Fırlatması
Gazi Olayları
Rüzgar Gülü
Fetullah
Gülen, kendi kendini tekzip etmede, kendi kendiyle çelişkiye düşmede, kendisine
gerçek dışı payeler vermede yüzyılda bir yetişen nadir şahsiyetlerdendi. Adeta
bir rüzgar gülü gibiydi. Rüzgarın istikametine göre yön değiştiriyor, sabah
söylediğini öğlen, öğlen anlattığını akşam, akşam konuştuğunu da yatsıda
değiştiriyordu.
“Günler Baharı Soluklarken” adlı kitabında önceki sayfalarda belirttiğim gibi Batı için, “Kanlı Kabus” deyimini kullanıp, Batı’ya hakaretler yağdırırken, “Hocaefendi İle Ufuk Turu” adlı kitapta ise Batı düşmanlığını ve söylediklerini unutup, bu kere şunları anlatıyordu:
“Mutlak manada, bila kaydü şart bir Batı düşmanlığı, zannediyorum bizi çağın dışına iter. Ve zaman tarafından elenirsiniz…
Onlardan alacağımız şeyler ancak güzellikler olur. Ve Batı’dan alınacak birçok güzellik var. Mehmet Akif; ‘Alınız Garbın İlmini’ diyor. Üstad Bediüzzaman’ın bu şekilde yaklaşımları var. Ben bu anlamda bir Garplı, Batılı olmada hiçbir mahsur görmüyorum.”
Hep merak ederim, rüzgârgülü mü daha hızlı dönüyor, yoksa Fetullah Gülen mi?
Gülen, bir zamanlar saf ve temiz insanlarımızı yanına çekmenin yolunu Vatikan’a sövmekte görüyor, Vatikan’ı akıtılan Müslüman kanlarının sorumlusu olarak gösteriyor ve Vatikan’ı “Kobra Yuvası” olarak tanımlıyordu. Okuyalım:
“Bu güne kadar dünyanın dört bir yanında bütün vahşet tablolarının arkasında maalesef iştiyak vardır, misyoner teşkilatı vardır, Vatikan vardır. Kobra yuvası, Saraybosna’da akan kanın arkasında Vatikan vardır. Keşmir’de akan kanların arkasında Vatikan vardır.”
Fetullah Gülen, Vatikan için söylediği bu sözleri unutuyor, Papa’nın ayağına gitmek, ona biat edip, bağlılığını bildirmek için, CIA İstasyon Şefleri başta Morton Abromowitz olmak üzere yalvar yakar oluyor, daha sonra bu hülyasına kavuşuyordu.
Gülen, Papa’nın karşısında, “Sizin misyonunuzun bir parçası olmaya geldik” diyor, “İslâm yanlış anlaşılan bir din olmuştur ve bundan en çok suçlanacak olan Müslümanlardır” şeklinde konuşuyor, “Müsahamanıza sığınarak misyonunuzun hedeflerine hizmet etmeyi üstlenmek istiyoruz” şeklindeki sözleri ile safını belli ediyordu.
Papa II. John Paul 24 Aralık 1999 tarihinde Fetullah’ın, parçası ve hizmetkârı olmak için talepte bulunduğu misyonlarını şöyle açıklıyordu:
“Birinci bin yılda Avrupa Hıristiyanlaştırıldı. İkinci bin yılda Amerika ve Afrika Hıristiyanlaştırıldı. Üçüncü bin yılda ise Asya’yı Hıristiyanlaştıralım.”
Yine ilk defa 1962’de toplanan ve 2. ve 3. oturumu 6 Ağustos 1964 yılında yapılan II. Vatikan Konsili’nin bu iki oturumu arasında Papa VI. Paul’ün, temel konusu “Diyalog” olan “Ecclesiam Şuam” isimli genelgesinden sonra aynı çizgiyi takip eden Papa II. John Paul’ün 1991 yılında ilan ettiği “Redemptoris Missio” yani “Kurtarıcı Misyon” isimli genelgesinde aynen şöyle deniyordu:
“Dinlerarası diyalog, Kilise’nin bütün insanları Kilise’ye döndürme amaçlı misyonunun bir parçasıdır … Bu misyon aslında Mesih’i İncil’i bilmeyenlere ve diğer dinlere mensup olanlara yöneliktir. Tanrı, Mesih vasıtasıyla bütün insanları kendine çağırmakta, vahyinin ve sevgisinin mükemmelliğini onlarla paylaşmak istemektedir… Bu açıklamalar yapılırken, kurtuluşun Mesih’ten geldiği ve diyalogun ‘Evangelizasyon’dan ayrılmadığı gerçeği göz ardı edilmemiştir.”
Fetullah Gülen, Zaman Gazetesi tarafından okuyucularına dağıtılan “Şüpheler ve Çıkış Yolları” adlı kitabında, Papa ve Hıristiyanlar için şunları söylüyordu:
“Çünkü onlar, belli bir devreden sonra sapıtmış, delalete düşmüş ve kendi ufuklarını karartmışlardır.”
Gülen, “Fasıldan Fasıla” adlı kitabının 1. Baskı 1. Cildinde, “Batı’nın Çöküşü” başlığı altında; Amerika ve Avrupa’nın Batı’yı temsil ettiğini anlatıyordu.
Fetullah Gülen, Batı’nın bizleri hiçbir zaman sevip kabul etmediğini, bizleri ezmek için her türlü entrikalar çevirdiğini, ülkemizde mezhep kışkırtıcılığı yaptığını, ülkemize misyonerler göndererek insanlarımızı Hıristiyan yapmak amacıyla bir kısım insanları satın alacağını söylüyordu.
Şimdi onun bu söylemlerini okuyalım:
“Oysa ki, Batı bizi hiçbir zaman sevip kabullenmedi… O, güçlü olduğumuz zaman; tabassus riya ve entrikalarla, güçlendiği dönemlerde de bizi ezerek ve inleterek hep kendi hedeflerini takip etti. Tabii bu hedeflerin başında da İslam’ın sesini kesmek geliyordu.
“Günler Baharı Soluklarken” adlı kitabında önceki sayfalarda belirttiğim gibi Batı için, “Kanlı Kabus” deyimini kullanıp, Batı’ya hakaretler yağdırırken, “Hocaefendi İle Ufuk Turu” adlı kitapta ise Batı düşmanlığını ve söylediklerini unutup, bu kere şunları anlatıyordu:
“Mutlak manada, bila kaydü şart bir Batı düşmanlığı, zannediyorum bizi çağın dışına iter. Ve zaman tarafından elenirsiniz…
Onlardan alacağımız şeyler ancak güzellikler olur. Ve Batı’dan alınacak birçok güzellik var. Mehmet Akif; ‘Alınız Garbın İlmini’ diyor. Üstad Bediüzzaman’ın bu şekilde yaklaşımları var. Ben bu anlamda bir Garplı, Batılı olmada hiçbir mahsur görmüyorum.”
Hep merak ederim, rüzgârgülü mü daha hızlı dönüyor, yoksa Fetullah Gülen mi?
Gülen, bir zamanlar saf ve temiz insanlarımızı yanına çekmenin yolunu Vatikan’a sövmekte görüyor, Vatikan’ı akıtılan Müslüman kanlarının sorumlusu olarak gösteriyor ve Vatikan’ı “Kobra Yuvası” olarak tanımlıyordu. Okuyalım:
“Bu güne kadar dünyanın dört bir yanında bütün vahşet tablolarının arkasında maalesef iştiyak vardır, misyoner teşkilatı vardır, Vatikan vardır. Kobra yuvası, Saraybosna’da akan kanın arkasında Vatikan vardır. Keşmir’de akan kanların arkasında Vatikan vardır.”
Fetullah Gülen, Vatikan için söylediği bu sözleri unutuyor, Papa’nın ayağına gitmek, ona biat edip, bağlılığını bildirmek için, CIA İstasyon Şefleri başta Morton Abromowitz olmak üzere yalvar yakar oluyor, daha sonra bu hülyasına kavuşuyordu.
Gülen, Papa’nın karşısında, “Sizin misyonunuzun bir parçası olmaya geldik” diyor, “İslâm yanlış anlaşılan bir din olmuştur ve bundan en çok suçlanacak olan Müslümanlardır” şeklinde konuşuyor, “Müsahamanıza sığınarak misyonunuzun hedeflerine hizmet etmeyi üstlenmek istiyoruz” şeklindeki sözleri ile safını belli ediyordu.
Papa II. John Paul 24 Aralık 1999 tarihinde Fetullah’ın, parçası ve hizmetkârı olmak için talepte bulunduğu misyonlarını şöyle açıklıyordu:
“Birinci bin yılda Avrupa Hıristiyanlaştırıldı. İkinci bin yılda Amerika ve Afrika Hıristiyanlaştırıldı. Üçüncü bin yılda ise Asya’yı Hıristiyanlaştıralım.”
Yine ilk defa 1962’de toplanan ve 2. ve 3. oturumu 6 Ağustos 1964 yılında yapılan II. Vatikan Konsili’nin bu iki oturumu arasında Papa VI. Paul’ün, temel konusu “Diyalog” olan “Ecclesiam Şuam” isimli genelgesinden sonra aynı çizgiyi takip eden Papa II. John Paul’ün 1991 yılında ilan ettiği “Redemptoris Missio” yani “Kurtarıcı Misyon” isimli genelgesinde aynen şöyle deniyordu:
“Dinlerarası diyalog, Kilise’nin bütün insanları Kilise’ye döndürme amaçlı misyonunun bir parçasıdır … Bu misyon aslında Mesih’i İncil’i bilmeyenlere ve diğer dinlere mensup olanlara yöneliktir. Tanrı, Mesih vasıtasıyla bütün insanları kendine çağırmakta, vahyinin ve sevgisinin mükemmelliğini onlarla paylaşmak istemektedir… Bu açıklamalar yapılırken, kurtuluşun Mesih’ten geldiği ve diyalogun ‘Evangelizasyon’dan ayrılmadığı gerçeği göz ardı edilmemiştir.”
Fetullah Gülen, Zaman Gazetesi tarafından okuyucularına dağıtılan “Şüpheler ve Çıkış Yolları” adlı kitabında, Papa ve Hıristiyanlar için şunları söylüyordu:
“Çünkü onlar, belli bir devreden sonra sapıtmış, delalete düşmüş ve kendi ufuklarını karartmışlardır.”
Gülen, “Fasıldan Fasıla” adlı kitabının 1. Baskı 1. Cildinde, “Batı’nın Çöküşü” başlığı altında; Amerika ve Avrupa’nın Batı’yı temsil ettiğini anlatıyordu.
Fetullah Gülen, Batı’nın bizleri hiçbir zaman sevip kabul etmediğini, bizleri ezmek için her türlü entrikalar çevirdiğini, ülkemizde mezhep kışkırtıcılığı yaptığını, ülkemize misyonerler göndererek insanlarımızı Hıristiyan yapmak amacıyla bir kısım insanları satın alacağını söylüyordu.
Şimdi onun bu söylemlerini okuyalım:
“Oysa ki, Batı bizi hiçbir zaman sevip kabullenmedi… O, güçlü olduğumuz zaman; tabassus riya ve entrikalarla, güçlendiği dönemlerde de bizi ezerek ve inleterek hep kendi hedeflerini takip etti. Tabii bu hedeflerin başında da İslam’ın sesini kesmek geliyordu.
Mezhep
mülahazasıyla kıyam edenler, onun tahrikiyle kıyam ediyordu. Irkçılık düşüncesiyle
başkaldıranların arkasında o vardı. Defaatla ülkemizi dört bir yandan sarıp
tehdit eden aynı dünya, binlerce masum çocuğu, talihsiz genci, bedbaht ihtiyarı
kendi topraklarında cellatlar gibi boğazlayanlar da aynı kanlı ellerdi.
Evet, o
elleri, şeytanları bile ürkütecek cinayetleri alkışlayanlar… Onlardı Ermeni’ye
çanak tutup, Güneydoğu’daki eşkiyaya yeşil ışık yakanlar!..”
Amerika ve Avrupa’nın temsil ettiğini söylediği “Batı” için bu sözleri sarf eden Fetullah Gülen açıklamalarına şöyle devam ediyordu:
“Medeniyetin öncüsü olduğu iddiasını kimseye bırakmayan bu dost (!) dünya değil miydi ki, hemen her zaman bir kanlı kabus gibi başımıza dikildi ve bizi ezdirdi!.. Batı, Müslüman Türk dünyasında bir kısım canavarların kanlı pençeleri ve onların amansız-imansız elleri altında parçalanan, didiklenen binlerce masumun hak, hürriyet ve emniyetleri için bugüne kadar müspet manada hiçbir şey yapmadığı gibi bir kerecik olsun, erkekçe haykırma mertliğini dahi göstermemiştir…”
Bu mertliği göstermeyen Batı’nın yani Amerika ile Avrupa’nın Müslümanlara karşı yapılan, insanlık dışı hareketleri desteklediğini de ifade eden Gülen, Batı’nın ülkemize misyonerler göndererek insanlarımızı Hıristiyanlaştıracağını, bu amacına ulaşmak için ülkemizde satın alacağı insanları başımıza bela edeceğini sanki aynada görmüş gibi anlatıyordu:
“… Ülkemize misyonerler göndererek, Müslümanları Hıristiyanlaştırmaya çalışmayacağını, içimizden satın aldığı insanları başımıza musallat etmeyeceğini, hasılı bu kin ve nefret dünyası, bütün o eski huylarından vazgeçip Hz. Mesih’in yumuşaklık, müsamaha ve şefkat tavsiyelerine uyacağını beklemek apaçık bir gaflet ve aldanmışlıktır…”
Batılılardan yani kendi tanımlamasıyla; Amerikalı ve Avrupalılardan yumuşaklık, müsamaha ve şefkat beklemenin gaflet ve aldanmışlık olduğunu savunan Fetullah Gülen, bu sözlerini unutarak bırakın halklar arası diyalogu bir de dinler arası diyalog maskesi takarak insanlarımızı bir defa daha yanıltıyordu. Gülen, diyaloga girdiği insanları geçmişte şöyle tanıtıyordu:
“Biz nasıl düşünürsek düşünelim, o, bir zaman haçlı orduları ve işgalci güçleriyle dilediğini yapıp-yaptırdığı gibi şimdi de, içimizden kiraladığı bir kısım yabancılaşmış kimselerle kendi hedefini takip etmektedir.”
Gülen’in bu açıklamaları karşısında ona sorulacak tek bir soru sanırım şu olmalıdır:
“Kıpti şecaat arz ederken, sirkatin söyler.” Bu söz kimin boynuna yafta olarak yakışır?
Dinler Arası Diyalog
Amerika ve Avrupa’nın temsil ettiğini söylediği “Batı” için bu sözleri sarf eden Fetullah Gülen açıklamalarına şöyle devam ediyordu:
“Medeniyetin öncüsü olduğu iddiasını kimseye bırakmayan bu dost (!) dünya değil miydi ki, hemen her zaman bir kanlı kabus gibi başımıza dikildi ve bizi ezdirdi!.. Batı, Müslüman Türk dünyasında bir kısım canavarların kanlı pençeleri ve onların amansız-imansız elleri altında parçalanan, didiklenen binlerce masumun hak, hürriyet ve emniyetleri için bugüne kadar müspet manada hiçbir şey yapmadığı gibi bir kerecik olsun, erkekçe haykırma mertliğini dahi göstermemiştir…”
Bu mertliği göstermeyen Batı’nın yani Amerika ile Avrupa’nın Müslümanlara karşı yapılan, insanlık dışı hareketleri desteklediğini de ifade eden Gülen, Batı’nın ülkemize misyonerler göndererek insanlarımızı Hıristiyanlaştıracağını, bu amacına ulaşmak için ülkemizde satın alacağı insanları başımıza bela edeceğini sanki aynada görmüş gibi anlatıyordu:
“… Ülkemize misyonerler göndererek, Müslümanları Hıristiyanlaştırmaya çalışmayacağını, içimizden satın aldığı insanları başımıza musallat etmeyeceğini, hasılı bu kin ve nefret dünyası, bütün o eski huylarından vazgeçip Hz. Mesih’in yumuşaklık, müsamaha ve şefkat tavsiyelerine uyacağını beklemek apaçık bir gaflet ve aldanmışlıktır…”
Batılılardan yani kendi tanımlamasıyla; Amerikalı ve Avrupalılardan yumuşaklık, müsamaha ve şefkat beklemenin gaflet ve aldanmışlık olduğunu savunan Fetullah Gülen, bu sözlerini unutarak bırakın halklar arası diyalogu bir de dinler arası diyalog maskesi takarak insanlarımızı bir defa daha yanıltıyordu. Gülen, diyaloga girdiği insanları geçmişte şöyle tanıtıyordu:
“Biz nasıl düşünürsek düşünelim, o, bir zaman haçlı orduları ve işgalci güçleriyle dilediğini yapıp-yaptırdığı gibi şimdi de, içimizden kiraladığı bir kısım yabancılaşmış kimselerle kendi hedefini takip etmektedir.”
Gülen’in bu açıklamaları karşısında ona sorulacak tek bir soru sanırım şu olmalıdır:
“Kıpti şecaat arz ederken, sirkatin söyler.” Bu söz kimin boynuna yafta olarak yakışır?
Dinler Arası Diyalog
Hıristiyan
misyonerlerin dört bir yanda cirit attığı ve alabildiğine Hıristiyanlık
propagandası yaptığı bir dünyada yaşamaya mahkum ediliyorduk.
“Dinlerarası diyalog ve hoşgörü” maskesiyle dünyayı Hıristiyanlaştırma ve Batı’nın kayıtsız şartsız kölesi haline getirme projesi adım adım uygulamaya konuluyordu. Papa II. John Paul’un 24 Aralık 1999 tarihinde yayınladığı mesajında da bu gerçekler tüm çıplaklığı ile göz önüne seriliyordu:
“Birinci bin yılda Avrupa Hıristiyanlaştırıldı. İkinci bin yılda Amerika ve Afrika Hıristiyanlaştırıldı. Üçüncü bin yılda ise Asya’yı Hıristiyanlaştıralım.”
Asya’nın Hıristiyanlaştırılmasında en büyük engel İran, Irak ve Türkiye idi. Irak, ABD, İngiltere ve İsrail’in operasyonu ile darma dağın edilip, milyonlarca vatandaşının katledilmesiyle saf dışı edildi. Ülkemizdeki din tüccarları, Irak’ta, binlerce bebek, çocuk, kadın, erkek ve yaşlı insanlar öldürülüp katledilirken, en ufak bir tepkide bulunmuyorlar, Kerkük’te, Telafer’de Türkmenler katledilirken adeta katillere destek veriyorlardı.
Iraklılar ve Türkmenler katledilip, tecavüze uğrarken ses çıkarmayan Fetullah Gülen, Saddam’ın Irak’a attığı iki füzenin ardından Yahudi çocukları zarar görecek diye ağıtlar düzüyor, salya sümük ağlıyordu.
Amerikalı askerlerin camileri büyük bir keyifle bombalamalarına, Kur’an-ı Kerim’i nişangâh haline getirip, kahkahalarla kurşunlamalarına kayıtsız kalıyor, aynı günlerde cemaati ile en yakın arkadaşı Bartholemeos başta olmak üzere Hıristiyan ve Yahudi din adamlarına iftar görünümlü ziyafetler veriyordu.
Tayyip Erdoğan ise, “İsa Mesih Bush’u korusun” derken, ABD’lilere şöyle sesleniyordu: “Kahraman evlatlarınızın en az kayıpla vatanlarına dönmeleri için dua ediyorum.”
1936 Selanik doğumlu Yorgo Andreadis Karadeniz’de yaşayan Müslüman görünümlü insanların birçoğunun Hıristiyan Rum olduğunu, din adamlarının gündüz İmam gece ise Papazlık yaptığını “Gizli Din Taşıyanlar” adlı kitabında belgeleriyle yazıyordu.
Yorgo Andreadis, kitabında, görünürde Müslüman olan, Müslüman kimliği taşıyan bu Hıristiyanların ve özellikle Rum kökenlilerin; gerçek hüviyetleri ve dinleri belli olmasın diye Müslümanlık konusunda aşırı dindar ve aşırı tutucu bir tavır sergiliyorlar diyordu: “En yobaz, en bağnaz, en şeriatçı onlardı.” Çünkü yıllardır yaşadıkları bu ülkede şunu da öğrenmişlerdi. Din Tüccarlığı burada en çok kazanç sağlayan bir davranıştı. Kim en fundamantalist, kim en radikal ise en iyi Müslüman, en pirim yapan dindar oydu. Bunlar saf Müslümanlar arasında dini bütün gözüküyorlar, evlerinde ve gizli mabetlerinde ise, Musa’ya ve İsa Mesih’lerine ibadet ediyorlardı.
Andreadis kitabında ‘Kim en radikalse en iyi Müslüman oydu’ şeklinde açıklamalarda bulunuyor, haçını koynunda saklayan haçlı seferlerinin Müslüman kılavuzlarının yüzlerine projektör tutuyordu.
Irak’ı silahlı güçleriyle parçalayan İngiltere, Amerika ve İsrail; İran’ı hedefliyor ancak gözlerine kestiremiyorlardı. Çünkü İran’da istedikleri kadar mezhep ve tarikat kuramamış, onları bölüp parçalayamamışlardı.
İngiliz Müstemlekeler Nazırlığı, kendilerine bağımlı hale getirmek istedikleri İslam ülkelerinde ya yeni birçok mezhep, yeni yeni tarikatlar, ya da yeni akımlar başlatıyorlardı. Böylece o ülke insanlarını cemaatlere bölerek kin ve düşmanlık tohumları ekiyorlardı. Bu şekilde güçsüz bırakıp zayıflattıkları ülkeleri daha kolay bir şekilde sönmüyorlardı.
Suudi Arabistan’da Vehhabiliği kurarak ABD ile birlikte bu ülkeyi iliği kemiğine kadar sömüren İngiltere, bu kere yine Amerika ile beraber İran’da Bahailiği yaymak istiyorlar ancak burada başarılı olamıyorlardı.
Amerika ve İngiltere rotayı Türkiye’ye çeviriyor, Bahailiğin bir diğer versiyonu olan Nurculuğu ajanlaştırdıkları Said ve türevleri ile ülkemizde yaymak istiyorlardı.
Hakkı Sunata, Türkiye İş Bankası Yayınları’ndan çıkan “Gelibolu’dan Kafkaslar’a, Birinci Dünya Savaşı Anılarım” adlı kitabının 546. sayfasında, İran’da faaliyet gösteren Bahailik hakkında şunları anlatıyordu:
“Bir ara Bahailikten söz açıldı. Birisi anlattı yine: Bizde Bahailik de yayılmaya başladı. Bu, bütün peygamberleri hak tanıyor. Bütün din kitaplarını müşterek kabul ediyor. Ve bu dine inananları, Müslüman, Hıristiyan, Yahudi, hepsini kardeş yine sayıyor. Aradaki düşmanlığı kaldırıyor. İbadeti de yalnız, ayakta Allah’a saygı göstermek ve onu düşünmekten ibaret sayıyor.”
Sunata, İran’da İbrahim Bey’in evinde misafir kaldığında, İbrahim Bey’in “Herhalde bizimkilerin içinde de bu dini benimseyenler var” şeklindeki sözlerini de hayretle dinliyordu.
Fetullah Gülen’in 35 yıllık yol arkadaşı, Gülen’in çevresindeki müritlerin azat kabul etmez bir kölelik yapma nedeninin, “Ne Allah’a iman ne de insanlara Müslümanlık öğretmek olmadığını” şöyle anlatıyordu:
“Fetullah Gülen’in ahir zamanda Müslümanlığı, Hıristiyanlığı ve Yahudiliği harmanlayıp ortaya bütün dünyanın kabul edeceği bir din çıkarmasına yardımcı olmak.”
Gülen, Prizma adlı kitabında “Kutb-ul Aktab” peygamberler üstü bir makamdan bahsediyor, adeta kendini tarif ediyordu. Bu Kutb-ul Aktab Hz. Muhammed’in, Hz. İsa’nın yapamadığını gerçekleştirecek, tüm dinleri birleştirecekmiş.
Kürt Said olarak bilinen Ermeni Said’in Nur Risaleleri, Bahailerin “Kitab-ün Nur”undan devşirme saçmalıklar yumağıydı.
Said’in “Yeni Asya” yayınlarından çıkan Emirdağ Lahikası’nın 123. sayfasına baktığımızda, İslam dinini yozlaştırmak amacıyla kurulan Bahailiğin amaçlarını taşıdığını görüyorduk. Said, kendi açıklamalarına göre devlet tarafından sürekli zehirlenmektedir. Said bu zehirlenme yalanlarını bazı yerlerde “yedi”, bazılarında “dokuz”, bazılarında “on” ve daha fazla sayılara çıkarıyor, adeta Mahmutpaşa seyyar satıcılarının taktiğini uyguluyordu.
Said, bu zehirlenme sayılarını atarken dinleyenlerin verdiği gazdan etkilenmiş olacak ki, kendisini zehirlenmekten, “Cevşen ile Evrad-ı Bahaiye”nin koruduğu iddialarına sarılıyordu. Said, Emirdağ Laikası’nın 123. sayfasında Evrad-ı Bahaiye’nin kendisini korumasını şöyle anlatıyordu:
“Kardeşlerim, merak etmeyiniz, Cevşen ve evrad-ı bahaiye bu defa dahi o dehşetli zehirin tehlikesine galebe etti; tehlike devresi geçti, fakat hastalık devresi devam ediyor.”
Emirdağ Lahikası’nın 152. sayfasında yer alan sayıklamalara göre Ermeni Said hastalanmıştır, şifayı aradığı yer ise yine “Evrad-ı Bahaiye”dir. Nasıl mı? Said’den okuyalım:
“Bu günlerde rahatsızlık için ‘evrad-ı bahaiye’yi ezber değil kitaba bakarak okudum.”
Said’in yazdığı iddia edilen Emirdağ Lahikası’nın 467. sayfasında yer alan sözlükteki “Evrad-ı Bahaiye”nin tanımına baktığımızda şu karşılığı görüyorduk:
“19. yy.’da İran’da ortaya çıkan reformcu bir cereyanın virdleri, zikirleri.”
Fetullah Gülen’in üstadı ve izinden gittiği Said’e izafe edilen Emirdağ Lahikası’nda başına geldiğini ifade ettiği zehirlenmelerden kendisini Bahailerin zikirlerinin kurtardığını iddia ediyordu.
Said’in kendisi de Bahailere katılmış ve Bahailerin “Kitabun Nur”unda yer alan batıl inançlara kendince taklalar atırarak, Risale-i Nur’ları piyasaya sürmüştü.
Fetullah Gülen’in “Yazdım” dediği ve sohbetlerinden derlendiği belirtilen “Fasıldan Fasıla 3” adlı kitabın önsözünün 1. bölümünde, Gülen’in, “Allah’ın İslami gelişmeler için Said-i Nursi’den sonra istihdam ettiği bir ‘Bağban’ olduğu” vurgusu yapılarak insanlar bir kere daha yanıltılıyordu.
Prof. Ethem Ruhi Fığlalı tarafından kaleme alınan, Türkiye Diyanet Vakfı tarafından yayınlanan “Babilik ve Bahailik” adlı kitabın 47. sayfasında “Bahaullah’ın Hayatı” başlığı altında, asıl adı Mirza Hüseyin Ali olan Bahailerin Şıhı hakkında şu bilgiler yer alıyordu:
“… Mirza Hüseyin Ali 12 Kasım 1817 tarihinde Tahran’da doğmuştur. Babasının yedi çocuğundan ikincisi idi. Saraya mensup olmanın sağladığı imkanla, çocukluğunda iyi bir öğrenim görmüştür. Ancak Bahailerce ‘ümmi’ olduğunu ispat için bir mektep ve medreseye gitmemiş olduğu; ama buna rağmen kelamcılarla, âlimlerle tartışacak ve onları şaşırtacak derecede hikmet ve ilimle donatılmış bulunduğu söylenir…”
Önceleri Bahailiğin yumuşak versiyonu olarak ortaya çıkan Nur Tarikatı’nın kılavuzu olan Ermeni Said’in de onayladığı hayat hikayesinde, doğru dürüst okuma yazma bilmediği, buna rağmen yüzlerce ciltten, binlerce sayfadan oluşan din kitaplarını bir bakışta ezberlediği, devrinin din âlimlerini tartışmalara davet ettiğini, ancak kimsenin karşısına çıkmaya cesaret edemediği işleniyordu.
Bahailerin lideri Mirza Hüseyin Ali, kardeşi Mirza Yahya en-Nuri’nin kendilerine saldırmasını, Bahailiğin reisliğini ele geçirmek istemesini şiddetle eleştiriyor El-İkan adlı kitabının 112 ve 113. sayfalarında müritlerine onunla mücadele etmemeleri tavsiyelerinde bulunuyordu:
“Tanrı’nın sonsuz ilimlerine makes olan o zat ile mücadeleye girişmemelerini onlara tavsiye ederim. Bununla beraber, bütün bu tavsiyelere rağmen, lider geçinen tek gözlü bir şahsın bize karşı şiddetli bir karşı koymaya kalkıştığını görüyoruz…”
Mirza Ali 1850 yılında düşmanını “tek gözlü” olarak tanımlarken, her şeyi ondan kopyalayan Said de Atatürk hakkında “Tek Gözlü Deccal” iftirasını atarak, düşmanlığını sergiliyor, bu hainliği mahkeme kayıtlarına geçiyordu. Said de İslami ilimleri aynı Bahailer gibi mektep ve medrese görmeden, kendi kendine öğrendiğini iddia ediyordu.
Bahailerin “Kitab-un Nur”unu “Nur Risaleleri” olarak devşirip yürüten Fetullah’ın kılavuzu Ermeni Said, yine Bahailerin Şıh’ı Mirza Ali’nin “Kelimat-ı Meknune” yani “Saklı Sözler” adlı yayınını da “Sözler” olarak kendine mal ediyordu.
Bahailer’in merkezi Amerika’ydı. Chicago yakınlarındaki Wilmette şehrinde ilk Bahai mabedinin temel taşları konuyor, Bahailer başları her sıkışınca soluğu orada alıyorlardı. Aynı Fetullah’ın “Tehlike anında tüymek sünnettir” prensibi ile sürekli olarak Amerika’ya sığınması gibi…
Prof. Dr. Ethem Ruhi Fığlalı tarafından kaleme alınan, Türkiye Diyanet Vakfı tarafından 1994 yılında yayınlanan “Babilik ve Bahailik” adlı kitabın 92. sayfasında Bahailiğin “yıkıcı” yanı şöyle açıklanıyordu:
“Bahailik, İslamiyet’e karşı çevrilen tarihi entrikaların son merhalesini teşkil eder; çünkü görüldüğü gibi o, yıkıcı Batınilik hareketi ile başlamış, Siyonist ve haçlı dünyanın, emperyalistlerin aleti olarak vazife görmüş ve görmektedir. Hatta Bahaullah’ın, daha işin başında, bir Rus casusunun nasıl aleti olduğu ve onların emeline hizmet ettiği ekteki belgede görülecektir.”
Ermeni Said ya da nam-ı diğer Kürt Said’de Nurculuk serüvenine başlarken, “Esir” dümeni ile birkaç yılını Rusya’da geçiriyor, Tiflis’te “Kürdistan” rüyaları görüyor, onun bu hayalleri Tayyip’in bayram kartları, Adalet eski Bakanı Mehmet Ali Şahin’in kutlama mesajları, Maliye eski Bakanı Kemal Unakıtan’ın Umum Müdürü olduğu Al Baraka’nın ilan destekleri ile yayınlanan “Şeriat için silahlı mücadeleyi” esas aldıklarını ilan eden İBDAC’nin Taraf Dergisi’nde sayfa sayfa yer alıyordu.
Neyse biz yine dönelim dinler arası diyalog hikayesine.
1964 yılında 2. Vatikan Konsili esnasında Papa VI. Paul’ün talimatıyla kurulan Hıristiyan Olmayanlar Sekreteryası’nın 1973 yılında sekreterlik görevine getirilen Pietro Rossano, Sekreterya’nın yayın organı Bulletin’deki bir yazısında Dinlerarası Diyalog’u şöyle anlatıyordu:
“Diyalogdan söz ettiğimizde, açıktır ki bu faaliyeti, Kilise şartları çerçevesinde Misyoner ve İncil’i öğreten bir cemaat olarak yapıyoruz. Kilise’nin bütün faaliyetleri, üzerinde taşıdığı şeyleri yani Mesih’in sevgisini ve Mesih’in sözlerini nakletmeye yöneliktir. Bu sebeple diyalog, Kilise’nin İncil’i yayma amaçlı misyonunun çerçevesi içinde yer alır.”
1984 yılından beri “Hıristiyan Olmayanlar Sekreterya”sının başkanlığını yapan Kardinal Francis Arinze, geçmişten bugüne gelinen noktayı şöyle özetliyordu:
“Papa VI. Paul’ün vizyonu gerçekleşmektedir. Çünkü dinler arası diyalog, kilise misyonunun normal bir parçası olarak görülmektedir.”
Vatikan; “Dinlerarası diyalog, Kilise’nin insanları Kilise’ye döndürme amaçlı misyonunun bir parçasıdır” şeklinde açıklamalar yapıyor, Kilise bu açıklamaları yaparken, Gülen, Vatikan’a Papa II. John Paul’ün ayağına gidiyor, “Papalık misyonunun bir parçası olmaya geldik” diyordu.
“İbrahimi dinlerde buluşma”, “üç büyük din” gibi teklif ve tanımlar, bugünkü Hıristiyanlık ve Yahudiliğin de, bugünkü İncil ve Tevrat’ın da hak olduğu düşüncesini doğurarak, özellikle İslam’ın hayat sunan mesajından mahrum bırakılmış gençlerimizin Hıristiyanlığa meyletmesine sebep oluyordu.
Zaten diyalogdan beklenen murat buydu: “Papalık misyonunun bir parçası olmaya geldik” şeklindeki sözlerin altında yatan gerçek de böylece ortaya çıkıyordu.
Dinlerarası diyalogun mimarlarına göre, diyalogun bir raconu da “Benim dinim son dindir” inancından vazgeçmekti. Her ne kadar racon böyleyse de Papa, diyalogdan amaçlarının ne olduğunu açık ve net olarak her fırsatta ilan ediyordu.
Papa, Diyanet İşleri Başkanı M. Nuri Yılmaz ile görüşmesinin ardından, 25 Haziran 2000 tarihinde San Pietro Kilisesi önünde Pazar günleri düzenlenen ayinde hedeflerini bir kere daha duyuruyordu:
“Kilise ile diğer dinler arasındaki diyaloga evet. Ama aynı zamanda tek kurtarıcının İsa olduğunu ilan etmek gerekiyor.”
Gülen ve cemaatinin bu açıklamaya desteği gecikmiyor, Aksiyon Dergisi kapaktan İsa’nın geleceği müjdesini veriyor ve “İnsanlık onu bekliyor” diyordu.
“Dinlerarası diyalog ve hoşgörü” maskesiyle dünyayı Hıristiyanlaştırma ve Batı’nın kayıtsız şartsız kölesi haline getirme projesi adım adım uygulamaya konuluyordu. Papa II. John Paul’un 24 Aralık 1999 tarihinde yayınladığı mesajında da bu gerçekler tüm çıplaklığı ile göz önüne seriliyordu:
“Birinci bin yılda Avrupa Hıristiyanlaştırıldı. İkinci bin yılda Amerika ve Afrika Hıristiyanlaştırıldı. Üçüncü bin yılda ise Asya’yı Hıristiyanlaştıralım.”
Asya’nın Hıristiyanlaştırılmasında en büyük engel İran, Irak ve Türkiye idi. Irak, ABD, İngiltere ve İsrail’in operasyonu ile darma dağın edilip, milyonlarca vatandaşının katledilmesiyle saf dışı edildi. Ülkemizdeki din tüccarları, Irak’ta, binlerce bebek, çocuk, kadın, erkek ve yaşlı insanlar öldürülüp katledilirken, en ufak bir tepkide bulunmuyorlar, Kerkük’te, Telafer’de Türkmenler katledilirken adeta katillere destek veriyorlardı.
Iraklılar ve Türkmenler katledilip, tecavüze uğrarken ses çıkarmayan Fetullah Gülen, Saddam’ın Irak’a attığı iki füzenin ardından Yahudi çocukları zarar görecek diye ağıtlar düzüyor, salya sümük ağlıyordu.
Amerikalı askerlerin camileri büyük bir keyifle bombalamalarına, Kur’an-ı Kerim’i nişangâh haline getirip, kahkahalarla kurşunlamalarına kayıtsız kalıyor, aynı günlerde cemaati ile en yakın arkadaşı Bartholemeos başta olmak üzere Hıristiyan ve Yahudi din adamlarına iftar görünümlü ziyafetler veriyordu.
Tayyip Erdoğan ise, “İsa Mesih Bush’u korusun” derken, ABD’lilere şöyle sesleniyordu: “Kahraman evlatlarınızın en az kayıpla vatanlarına dönmeleri için dua ediyorum.”
1936 Selanik doğumlu Yorgo Andreadis Karadeniz’de yaşayan Müslüman görünümlü insanların birçoğunun Hıristiyan Rum olduğunu, din adamlarının gündüz İmam gece ise Papazlık yaptığını “Gizli Din Taşıyanlar” adlı kitabında belgeleriyle yazıyordu.
Yorgo Andreadis, kitabında, görünürde Müslüman olan, Müslüman kimliği taşıyan bu Hıristiyanların ve özellikle Rum kökenlilerin; gerçek hüviyetleri ve dinleri belli olmasın diye Müslümanlık konusunda aşırı dindar ve aşırı tutucu bir tavır sergiliyorlar diyordu: “En yobaz, en bağnaz, en şeriatçı onlardı.” Çünkü yıllardır yaşadıkları bu ülkede şunu da öğrenmişlerdi. Din Tüccarlığı burada en çok kazanç sağlayan bir davranıştı. Kim en fundamantalist, kim en radikal ise en iyi Müslüman, en pirim yapan dindar oydu. Bunlar saf Müslümanlar arasında dini bütün gözüküyorlar, evlerinde ve gizli mabetlerinde ise, Musa’ya ve İsa Mesih’lerine ibadet ediyorlardı.
Andreadis kitabında ‘Kim en radikalse en iyi Müslüman oydu’ şeklinde açıklamalarda bulunuyor, haçını koynunda saklayan haçlı seferlerinin Müslüman kılavuzlarının yüzlerine projektör tutuyordu.
Irak’ı silahlı güçleriyle parçalayan İngiltere, Amerika ve İsrail; İran’ı hedefliyor ancak gözlerine kestiremiyorlardı. Çünkü İran’da istedikleri kadar mezhep ve tarikat kuramamış, onları bölüp parçalayamamışlardı.
İngiliz Müstemlekeler Nazırlığı, kendilerine bağımlı hale getirmek istedikleri İslam ülkelerinde ya yeni birçok mezhep, yeni yeni tarikatlar, ya da yeni akımlar başlatıyorlardı. Böylece o ülke insanlarını cemaatlere bölerek kin ve düşmanlık tohumları ekiyorlardı. Bu şekilde güçsüz bırakıp zayıflattıkları ülkeleri daha kolay bir şekilde sönmüyorlardı.
Suudi Arabistan’da Vehhabiliği kurarak ABD ile birlikte bu ülkeyi iliği kemiğine kadar sömüren İngiltere, bu kere yine Amerika ile beraber İran’da Bahailiği yaymak istiyorlar ancak burada başarılı olamıyorlardı.
Amerika ve İngiltere rotayı Türkiye’ye çeviriyor, Bahailiğin bir diğer versiyonu olan Nurculuğu ajanlaştırdıkları Said ve türevleri ile ülkemizde yaymak istiyorlardı.
Hakkı Sunata, Türkiye İş Bankası Yayınları’ndan çıkan “Gelibolu’dan Kafkaslar’a, Birinci Dünya Savaşı Anılarım” adlı kitabının 546. sayfasında, İran’da faaliyet gösteren Bahailik hakkında şunları anlatıyordu:
“Bir ara Bahailikten söz açıldı. Birisi anlattı yine: Bizde Bahailik de yayılmaya başladı. Bu, bütün peygamberleri hak tanıyor. Bütün din kitaplarını müşterek kabul ediyor. Ve bu dine inananları, Müslüman, Hıristiyan, Yahudi, hepsini kardeş yine sayıyor. Aradaki düşmanlığı kaldırıyor. İbadeti de yalnız, ayakta Allah’a saygı göstermek ve onu düşünmekten ibaret sayıyor.”
Sunata, İran’da İbrahim Bey’in evinde misafir kaldığında, İbrahim Bey’in “Herhalde bizimkilerin içinde de bu dini benimseyenler var” şeklindeki sözlerini de hayretle dinliyordu.
Fetullah Gülen’in 35 yıllık yol arkadaşı, Gülen’in çevresindeki müritlerin azat kabul etmez bir kölelik yapma nedeninin, “Ne Allah’a iman ne de insanlara Müslümanlık öğretmek olmadığını” şöyle anlatıyordu:
“Fetullah Gülen’in ahir zamanda Müslümanlığı, Hıristiyanlığı ve Yahudiliği harmanlayıp ortaya bütün dünyanın kabul edeceği bir din çıkarmasına yardımcı olmak.”
Gülen, Prizma adlı kitabında “Kutb-ul Aktab” peygamberler üstü bir makamdan bahsediyor, adeta kendini tarif ediyordu. Bu Kutb-ul Aktab Hz. Muhammed’in, Hz. İsa’nın yapamadığını gerçekleştirecek, tüm dinleri birleştirecekmiş.
Kürt Said olarak bilinen Ermeni Said’in Nur Risaleleri, Bahailerin “Kitab-ün Nur”undan devşirme saçmalıklar yumağıydı.
Said’in “Yeni Asya” yayınlarından çıkan Emirdağ Lahikası’nın 123. sayfasına baktığımızda, İslam dinini yozlaştırmak amacıyla kurulan Bahailiğin amaçlarını taşıdığını görüyorduk. Said, kendi açıklamalarına göre devlet tarafından sürekli zehirlenmektedir. Said bu zehirlenme yalanlarını bazı yerlerde “yedi”, bazılarında “dokuz”, bazılarında “on” ve daha fazla sayılara çıkarıyor, adeta Mahmutpaşa seyyar satıcılarının taktiğini uyguluyordu.
Said, bu zehirlenme sayılarını atarken dinleyenlerin verdiği gazdan etkilenmiş olacak ki, kendisini zehirlenmekten, “Cevşen ile Evrad-ı Bahaiye”nin koruduğu iddialarına sarılıyordu. Said, Emirdağ Laikası’nın 123. sayfasında Evrad-ı Bahaiye’nin kendisini korumasını şöyle anlatıyordu:
“Kardeşlerim, merak etmeyiniz, Cevşen ve evrad-ı bahaiye bu defa dahi o dehşetli zehirin tehlikesine galebe etti; tehlike devresi geçti, fakat hastalık devresi devam ediyor.”
Emirdağ Lahikası’nın 152. sayfasında yer alan sayıklamalara göre Ermeni Said hastalanmıştır, şifayı aradığı yer ise yine “Evrad-ı Bahaiye”dir. Nasıl mı? Said’den okuyalım:
“Bu günlerde rahatsızlık için ‘evrad-ı bahaiye’yi ezber değil kitaba bakarak okudum.”
Said’in yazdığı iddia edilen Emirdağ Lahikası’nın 467. sayfasında yer alan sözlükteki “Evrad-ı Bahaiye”nin tanımına baktığımızda şu karşılığı görüyorduk:
“19. yy.’da İran’da ortaya çıkan reformcu bir cereyanın virdleri, zikirleri.”
Fetullah Gülen’in üstadı ve izinden gittiği Said’e izafe edilen Emirdağ Lahikası’nda başına geldiğini ifade ettiği zehirlenmelerden kendisini Bahailerin zikirlerinin kurtardığını iddia ediyordu.
Said’in kendisi de Bahailere katılmış ve Bahailerin “Kitabun Nur”unda yer alan batıl inançlara kendince taklalar atırarak, Risale-i Nur’ları piyasaya sürmüştü.
Fetullah Gülen’in “Yazdım” dediği ve sohbetlerinden derlendiği belirtilen “Fasıldan Fasıla 3” adlı kitabın önsözünün 1. bölümünde, Gülen’in, “Allah’ın İslami gelişmeler için Said-i Nursi’den sonra istihdam ettiği bir ‘Bağban’ olduğu” vurgusu yapılarak insanlar bir kere daha yanıltılıyordu.
Prof. Ethem Ruhi Fığlalı tarafından kaleme alınan, Türkiye Diyanet Vakfı tarafından yayınlanan “Babilik ve Bahailik” adlı kitabın 47. sayfasında “Bahaullah’ın Hayatı” başlığı altında, asıl adı Mirza Hüseyin Ali olan Bahailerin Şıhı hakkında şu bilgiler yer alıyordu:
“… Mirza Hüseyin Ali 12 Kasım 1817 tarihinde Tahran’da doğmuştur. Babasının yedi çocuğundan ikincisi idi. Saraya mensup olmanın sağladığı imkanla, çocukluğunda iyi bir öğrenim görmüştür. Ancak Bahailerce ‘ümmi’ olduğunu ispat için bir mektep ve medreseye gitmemiş olduğu; ama buna rağmen kelamcılarla, âlimlerle tartışacak ve onları şaşırtacak derecede hikmet ve ilimle donatılmış bulunduğu söylenir…”
Önceleri Bahailiğin yumuşak versiyonu olarak ortaya çıkan Nur Tarikatı’nın kılavuzu olan Ermeni Said’in de onayladığı hayat hikayesinde, doğru dürüst okuma yazma bilmediği, buna rağmen yüzlerce ciltten, binlerce sayfadan oluşan din kitaplarını bir bakışta ezberlediği, devrinin din âlimlerini tartışmalara davet ettiğini, ancak kimsenin karşısına çıkmaya cesaret edemediği işleniyordu.
Bahailerin lideri Mirza Hüseyin Ali, kardeşi Mirza Yahya en-Nuri’nin kendilerine saldırmasını, Bahailiğin reisliğini ele geçirmek istemesini şiddetle eleştiriyor El-İkan adlı kitabının 112 ve 113. sayfalarında müritlerine onunla mücadele etmemeleri tavsiyelerinde bulunuyordu:
“Tanrı’nın sonsuz ilimlerine makes olan o zat ile mücadeleye girişmemelerini onlara tavsiye ederim. Bununla beraber, bütün bu tavsiyelere rağmen, lider geçinen tek gözlü bir şahsın bize karşı şiddetli bir karşı koymaya kalkıştığını görüyoruz…”
Mirza Ali 1850 yılında düşmanını “tek gözlü” olarak tanımlarken, her şeyi ondan kopyalayan Said de Atatürk hakkında “Tek Gözlü Deccal” iftirasını atarak, düşmanlığını sergiliyor, bu hainliği mahkeme kayıtlarına geçiyordu. Said de İslami ilimleri aynı Bahailer gibi mektep ve medrese görmeden, kendi kendine öğrendiğini iddia ediyordu.
Bahailerin “Kitab-un Nur”unu “Nur Risaleleri” olarak devşirip yürüten Fetullah’ın kılavuzu Ermeni Said, yine Bahailerin Şıh’ı Mirza Ali’nin “Kelimat-ı Meknune” yani “Saklı Sözler” adlı yayınını da “Sözler” olarak kendine mal ediyordu.
Bahailer’in merkezi Amerika’ydı. Chicago yakınlarındaki Wilmette şehrinde ilk Bahai mabedinin temel taşları konuyor, Bahailer başları her sıkışınca soluğu orada alıyorlardı. Aynı Fetullah’ın “Tehlike anında tüymek sünnettir” prensibi ile sürekli olarak Amerika’ya sığınması gibi…
Prof. Dr. Ethem Ruhi Fığlalı tarafından kaleme alınan, Türkiye Diyanet Vakfı tarafından 1994 yılında yayınlanan “Babilik ve Bahailik” adlı kitabın 92. sayfasında Bahailiğin “yıkıcı” yanı şöyle açıklanıyordu:
“Bahailik, İslamiyet’e karşı çevrilen tarihi entrikaların son merhalesini teşkil eder; çünkü görüldüğü gibi o, yıkıcı Batınilik hareketi ile başlamış, Siyonist ve haçlı dünyanın, emperyalistlerin aleti olarak vazife görmüş ve görmektedir. Hatta Bahaullah’ın, daha işin başında, bir Rus casusunun nasıl aleti olduğu ve onların emeline hizmet ettiği ekteki belgede görülecektir.”
Ermeni Said ya da nam-ı diğer Kürt Said’de Nurculuk serüvenine başlarken, “Esir” dümeni ile birkaç yılını Rusya’da geçiriyor, Tiflis’te “Kürdistan” rüyaları görüyor, onun bu hayalleri Tayyip’in bayram kartları, Adalet eski Bakanı Mehmet Ali Şahin’in kutlama mesajları, Maliye eski Bakanı Kemal Unakıtan’ın Umum Müdürü olduğu Al Baraka’nın ilan destekleri ile yayınlanan “Şeriat için silahlı mücadeleyi” esas aldıklarını ilan eden İBDAC’nin Taraf Dergisi’nde sayfa sayfa yer alıyordu.
Neyse biz yine dönelim dinler arası diyalog hikayesine.
1964 yılında 2. Vatikan Konsili esnasında Papa VI. Paul’ün talimatıyla kurulan Hıristiyan Olmayanlar Sekreteryası’nın 1973 yılında sekreterlik görevine getirilen Pietro Rossano, Sekreterya’nın yayın organı Bulletin’deki bir yazısında Dinlerarası Diyalog’u şöyle anlatıyordu:
“Diyalogdan söz ettiğimizde, açıktır ki bu faaliyeti, Kilise şartları çerçevesinde Misyoner ve İncil’i öğreten bir cemaat olarak yapıyoruz. Kilise’nin bütün faaliyetleri, üzerinde taşıdığı şeyleri yani Mesih’in sevgisini ve Mesih’in sözlerini nakletmeye yöneliktir. Bu sebeple diyalog, Kilise’nin İncil’i yayma amaçlı misyonunun çerçevesi içinde yer alır.”
1984 yılından beri “Hıristiyan Olmayanlar Sekreterya”sının başkanlığını yapan Kardinal Francis Arinze, geçmişten bugüne gelinen noktayı şöyle özetliyordu:
“Papa VI. Paul’ün vizyonu gerçekleşmektedir. Çünkü dinler arası diyalog, kilise misyonunun normal bir parçası olarak görülmektedir.”
Vatikan; “Dinlerarası diyalog, Kilise’nin insanları Kilise’ye döndürme amaçlı misyonunun bir parçasıdır” şeklinde açıklamalar yapıyor, Kilise bu açıklamaları yaparken, Gülen, Vatikan’a Papa II. John Paul’ün ayağına gidiyor, “Papalık misyonunun bir parçası olmaya geldik” diyordu.
“İbrahimi dinlerde buluşma”, “üç büyük din” gibi teklif ve tanımlar, bugünkü Hıristiyanlık ve Yahudiliğin de, bugünkü İncil ve Tevrat’ın da hak olduğu düşüncesini doğurarak, özellikle İslam’ın hayat sunan mesajından mahrum bırakılmış gençlerimizin Hıristiyanlığa meyletmesine sebep oluyordu.
Zaten diyalogdan beklenen murat buydu: “Papalık misyonunun bir parçası olmaya geldik” şeklindeki sözlerin altında yatan gerçek de böylece ortaya çıkıyordu.
Dinlerarası diyalogun mimarlarına göre, diyalogun bir raconu da “Benim dinim son dindir” inancından vazgeçmekti. Her ne kadar racon böyleyse de Papa, diyalogdan amaçlarının ne olduğunu açık ve net olarak her fırsatta ilan ediyordu.
Papa, Diyanet İşleri Başkanı M. Nuri Yılmaz ile görüşmesinin ardından, 25 Haziran 2000 tarihinde San Pietro Kilisesi önünde Pazar günleri düzenlenen ayinde hedeflerini bir kere daha duyuruyordu:
“Kilise ile diğer dinler arasındaki diyaloga evet. Ama aynı zamanda tek kurtarıcının İsa olduğunu ilan etmek gerekiyor.”
Gülen ve cemaatinin bu açıklamaya desteği gecikmiyor, Aksiyon Dergisi kapaktan İsa’nın geleceği müjdesini veriyor ve “İnsanlık onu bekliyor” diyordu.
Hain Keklik
Gülen’in bu
açıklamalarını dinlerken nedense aklıma şu hikaye geldi:
Osmanlı Padişahı Yavuz Sultan Selim, tebdili kıyafetle Kuşlar Çarşısı’nı geziyormuş. Avcılar avladıkları kuşları, tuzakçılar yakaladıkları maharetli, eğitimli, güzelim kuşları satıyorlar. Bir ara gözü kekliklere ilişmiş padişahın. Bu grup kekliğin üzerindeki etikette “Tanesi 1 altın” yazıyormuş.
Hemen yanı başında asılı, adeta altın kafes içinde bir keklik daha varmış ki, fiyatı 300 altın. Padişahın gözü 300 altınlık kekliğe takılmış.
“Hayırdır” demiş satıcıya, “Bunun diğerlerinden ne farkı var ki, bunlar 1 altın, bu 300 altın?” Satıcı “Bu keklik özel eğitimli, çok güzel ötüyor, ötmesi bir yana bunun ötüşünü duyan ne kadar keklik varsa hepsi onun etrafına doluyor” demiş. Sonra da eklemiş: “Tabi arada avcılar da o tarafa dolaşan keklikleri daha rahat avlıyorlar.”
Padişah, “Satın alıyorum bu kekliği, al sana 300 altın” demiş.
Sultan Selim parayı verip aldığı kekliğin kafasını hemen oracıkta koparmış.
Satıcı şaşkın tabii, padişahı da tanımamış: “Be adam! Na yaptın? En maharetli kekliğin kafasını koparttın” diye dövünmeye başlamış.
Padişah bunun üzerine adeta gürlemiş:
“Bu kendi soyuna ihanet eden bir kekliktir. Bu gibilerin akıbeti er ya da geç budur.”
Osmanlı Padişahı Yavuz Sultan Selim, tebdili kıyafetle Kuşlar Çarşısı’nı geziyormuş. Avcılar avladıkları kuşları, tuzakçılar yakaladıkları maharetli, eğitimli, güzelim kuşları satıyorlar. Bir ara gözü kekliklere ilişmiş padişahın. Bu grup kekliğin üzerindeki etikette “Tanesi 1 altın” yazıyormuş.
Hemen yanı başında asılı, adeta altın kafes içinde bir keklik daha varmış ki, fiyatı 300 altın. Padişahın gözü 300 altınlık kekliğe takılmış.
“Hayırdır” demiş satıcıya, “Bunun diğerlerinden ne farkı var ki, bunlar 1 altın, bu 300 altın?” Satıcı “Bu keklik özel eğitimli, çok güzel ötüyor, ötmesi bir yana bunun ötüşünü duyan ne kadar keklik varsa hepsi onun etrafına doluyor” demiş. Sonra da eklemiş: “Tabi arada avcılar da o tarafa dolaşan keklikleri daha rahat avlıyorlar.”
Padişah, “Satın alıyorum bu kekliği, al sana 300 altın” demiş.
Sultan Selim parayı verip aldığı kekliğin kafasını hemen oracıkta koparmış.
Satıcı şaşkın tabii, padişahı da tanımamış: “Be adam! Na yaptın? En maharetli kekliğin kafasını koparttın” diye dövünmeye başlamış.
Padişah bunun üzerine adeta gürlemiş:
“Bu kendi soyuna ihanet eden bir kekliktir. Bu gibilerin akıbeti er ya da geç budur.”
Gülen’in
İntihali
Hürriyet
Gazetesinde yazılar yazan Murat Bardakçı, Fetullah Gülen’in “Buhranlar
Anaforunda İnsan” adlı kitabının, eski başbakanlardan Şemsettin Günaltay’ın
“Zulmetten Nura” adlı kitabından “İntihal” yani “aşırma” olduğunu belgeliyordu.
Bardakçı İntihal konusunda şunları yazıyordu:
“Fetullah Gülen, İsmet Paşa’nın son başbakanından çok fazla etkilenmiş.
Hafta içerisinde Fetullah Gülen’in bundan dört ay önce yayınlanmış olan ‘Buhranlar Anaforunda İnsan’ isimli kitabını okuduğum sırada ‘Ben burada yazılı olanları bir yerlerden hatırlıyorum’ diye düşündüm ve buldum:
Fetullah Gülen’in makalelerden oluşan kitabının ilk kısmı, İsmet Paşa’nın ve tek parti döneminin son başbakanı olan; tarih, ilahiyat ve ahlak konularında çok sayıda eser veren Şemsettin Günaltay’ın 20. Yüzyılın ilk çeyreğinde Türk toplumunun düşünce yapısını derinden etkileyen “Zulmetten Nur’a” isimli son derece meşhur kitabı ile neredeyse kelime kelime aynıydı…”
Kitabın ilk baskısı 1915’de üçüncü baskısı ise 1925 yılında yapılmıştı…
Gülen’e ait olduğu ileri sürülen kitabın “Giriş” yazısı bile bir başkasına aitti. “Buhranlar Anaforunda İnsan”ın diğer makalelerinin menşei konusunda doğan şüpheleri gidermek de, artık Gülen meraklılarına düşüyor.
Gülen, Şemsettin Günaltay’ın makalesini toptan aşırıp kitabına koyarken, Günaltay’dan bir kelimeyle bile olsa bahsetmiyordu. Ama yine de Fetullah’ın hakkını yemeyelim! Yazdım dediği kitaba ufak da olsa kendinden bir şeyler katmış, Günaltay’ın yazılarında geçen “Türk” sözcüğünü değiştirip yerine “Mümin” kelimesini eklemişti.
“Fetullah Gülen, İsmet Paşa’nın son başbakanından çok fazla etkilenmiş.
Hafta içerisinde Fetullah Gülen’in bundan dört ay önce yayınlanmış olan ‘Buhranlar Anaforunda İnsan’ isimli kitabını okuduğum sırada ‘Ben burada yazılı olanları bir yerlerden hatırlıyorum’ diye düşündüm ve buldum:
Fetullah Gülen’in makalelerden oluşan kitabının ilk kısmı, İsmet Paşa’nın ve tek parti döneminin son başbakanı olan; tarih, ilahiyat ve ahlak konularında çok sayıda eser veren Şemsettin Günaltay’ın 20. Yüzyılın ilk çeyreğinde Türk toplumunun düşünce yapısını derinden etkileyen “Zulmetten Nur’a” isimli son derece meşhur kitabı ile neredeyse kelime kelime aynıydı…”
Kitabın ilk baskısı 1915’de üçüncü baskısı ise 1925 yılında yapılmıştı…
Gülen’e ait olduğu ileri sürülen kitabın “Giriş” yazısı bile bir başkasına aitti. “Buhranlar Anaforunda İnsan”ın diğer makalelerinin menşei konusunda doğan şüpheleri gidermek de, artık Gülen meraklılarına düşüyor.
Gülen, Şemsettin Günaltay’ın makalesini toptan aşırıp kitabına koyarken, Günaltay’dan bir kelimeyle bile olsa bahsetmiyordu. Ama yine de Fetullah’ın hakkını yemeyelim! Yazdım dediği kitaba ufak da olsa kendinden bir şeyler katmış, Günaltay’ın yazılarında geçen “Türk” sözcüğünü değiştirip yerine “Mümin” kelimesini eklemişti.
Fetullah ve
Alevilik
Fetullah
Gülen, ömrü hayatının son günlerinde, Alevilere kucak açtığını söylüyordu.
Gülen alevilere sempatik görünmek için, “Alevilerin Diyanet’te görev alması
gerekiyor” diyor, “Aleviler cem evleri açmalı” şeklinde konuşuyordu.
Fetullah Gülen’in 35 yıllık yol arkadaşı ise, Gülen’in, “Türkiye için
PKK’dan daha tehlikeli Alevilerdir” dediğini hatırlatıyor, onun
söylemlerinde samimi olmadığını yine Gülen’in şu sözleri ile kanıtlıyordu:
“Türkiye’deki en tehlikeli akım, PKK’dan 100 kat daha şiddetli olan Aleviliktir.”
Fetullah Gülen, Aleviler hakkında esip gürlemeye her zeminde devam ediyordu. Gülen, “Güneydoğu Meselesi” konulu ev toplantısında; Alevilik ve Sünnilik arasında bir fark olmadığını, bunu eskiden Fars yani İran kendi adına bir farklılık olarak ortaya koyduğunu söylüyordu. Meydanı boş bulunca hızını alamayan Gülen, Alevilik adına hareket edenlerin Anıtkabir’i “Tavla” yani At Ahırı yapacaklarını şu sözler ile iddia ediyordu:
“Alevilerle Sünniler arasında bir farklılıktan bahsedilmemesine rağmen eskiden birileri Fars hesabına bir faklılık ortaya koyuyordu! İmaret hesabına, emirlik hesabına bir farklılık ortaya sürüyor, imaret farklılığını bir yönüyle alevilik gibi gösteriyor ve Sünniliği de düşman sayıyordu!
Şimdilerde bu meseleyi din adına değil de dinsizlik hesabına ateistler sahip çıkıp, bu ülkede beraber yaşayan insanların bir kesimini diğer kesimiyle vurdurmak istiyorlar… Tabii şimdiki biraz daha tehlikeli, bunlar laik görünüyorlar… Kemalist görünüyorlar, görünme; olmadan başka bir şeydir. Görünmeyi esas almadan insanın olması mümkün değildir…
Ve bir şey daha söyleyeceğim. Alevilik hesabına hareket ediyor görünenlerin ilk defa yapacakları şeyi söyleyeyim; Anıt Kabiri tavla yapacaklar. Şimdiye kadar demediğim şeyi diyorum. Ve buna kalıbımı basarım.”
Gülen, konuşmasında; “Bir Ateist nasıl Sünni olamaz, alevi de olamaz” diyor, bu sözlerini de Dev Yol’cu, Dev Solcu, kendi deyimiyle Markscı ve diğerleri için de geçerli sayıyordu.
“Türkiye’deki en tehlikeli akım, PKK’dan 100 kat daha şiddetli olan Aleviliktir.”
Fetullah Gülen, Aleviler hakkında esip gürlemeye her zeminde devam ediyordu. Gülen, “Güneydoğu Meselesi” konulu ev toplantısında; Alevilik ve Sünnilik arasında bir fark olmadığını, bunu eskiden Fars yani İran kendi adına bir farklılık olarak ortaya koyduğunu söylüyordu. Meydanı boş bulunca hızını alamayan Gülen, Alevilik adına hareket edenlerin Anıtkabir’i “Tavla” yani At Ahırı yapacaklarını şu sözler ile iddia ediyordu:
“Alevilerle Sünniler arasında bir farklılıktan bahsedilmemesine rağmen eskiden birileri Fars hesabına bir faklılık ortaya koyuyordu! İmaret hesabına, emirlik hesabına bir farklılık ortaya sürüyor, imaret farklılığını bir yönüyle alevilik gibi gösteriyor ve Sünniliği de düşman sayıyordu!
Şimdilerde bu meseleyi din adına değil de dinsizlik hesabına ateistler sahip çıkıp, bu ülkede beraber yaşayan insanların bir kesimini diğer kesimiyle vurdurmak istiyorlar… Tabii şimdiki biraz daha tehlikeli, bunlar laik görünüyorlar… Kemalist görünüyorlar, görünme; olmadan başka bir şeydir. Görünmeyi esas almadan insanın olması mümkün değildir…
Ve bir şey daha söyleyeceğim. Alevilik hesabına hareket ediyor görünenlerin ilk defa yapacakları şeyi söyleyeyim; Anıt Kabiri tavla yapacaklar. Şimdiye kadar demediğim şeyi diyorum. Ve buna kalıbımı basarım.”
Gülen, konuşmasında; “Bir Ateist nasıl Sünni olamaz, alevi de olamaz” diyor, bu sözlerini de Dev Yol’cu, Dev Solcu, kendi deyimiyle Markscı ve diğerleri için de geçerli sayıyordu.
Yezid;
Alevilerin Fırlatması
Fetullah
Gülen, Alevilerin ileri gelenlerinden senatörlük yapmış biri ve çevresi ile
kahvaltı ve yemekte buluştuklarını, onlara; sizin cem evi, kütüphane ve benzeri
yerler yapmanıza destek olalım , biz hiç gelmeyelim, görünmeyelim, bunları siz
yapmış olun dediğini anlatıyor, ardından da Yezid için “Alevilerin fırlatması”
tabirini kullanıyordu.
Gülen, Alevileri “Müfritlikle” suçluyor ve şunları söylüyordu:
“Bu Allah’ın işlerine bakıyorum, o kadar, bazen hayranlık duyuyorum ki, neticede şeytana tapma vardı, Yezidilerde. Ama bu meselede mebde itibarıyla bu bizim meşhur Yezid ile başlamıştır. Bu Yezid de avamca bir ifade ile söyleyeceğim, ne kadar çirkin belki, o alevilerin fırlatması Yezid’dir. Onu o hale getiren Aleviler olmuştur… O da bir tepki insanıdır.
Bazı güzel işlerini görünce öyle küçük küçük başlamış, ona sahip çıkma başlamıştır. Mesela biz hep Yezid deyince, Allah Yezid’in canını alsın. Allah Yezid’in belasını versin falan demişlerdir. Onun bazen böyle iyi yanları vardır. Arz ediyorum. Hep Hz. Müaviye Ukba Bin Naifin koluna zincir vurulunca gelin diyor. Hilafete babasından sonra açtırmış ona Afrika’nın Fatih’i demiş, zulüm olur hemen açın demiş. İşte böyle kadirşinas davrananlar, onun bu yanlarını gören insanlar da var.
Fakat gel gör ki, O müfrit Aleviler, hiçbir fazileti kabul etmiyorlar. Onlara göre tek fazilet Ali demek, Hasan demek, Hüseyin demek… Ali, Hasan, Hüseyin, demedikten sonra sen Afrika’yı feth etsen, Avrupa’yı da feth etsen yerin dibine batsın o fetih… İşte bakın bu da ifratkar bir tarzı telakkidir…”
Gülen, Aleviler hakkındaki bu düşüncelerini yazıp kitap haline getirmek istediğini söylüyor, ancak diyalog sürecinde şunla bunla uğraşmak zarar getirir gerekçesiyle yazmadığını belirtiyordu.
Gülen, Aleviler için;
“Ali sevgisi onları kurtaramamış” şeklinde konuşuyor ve Alevileri şu şekilde suçluyordu:
“Sizin çoğalmanızdan hezeyanlara kapılıyorlar…”
Peki, Fetullah’ın “Ali” dediği kim?
Peygamberimizin amcasının oğlu, damadı ve cennetle müjdelenen on sahabe’den biri.
Başka;
Gülen’in özlemini duyduğu Hilafet makamının üç numaralısı…
Gülen, hiç bir samimi Müslaman’ın hitap edemeyeceği bir şekilde Hz. Ali (ra) ye hitap ediyordu:
“Ali.”
Gülen’e soralım: Hz. Peygamberin torunları hakkında sanki mahalle arkadaşından bahseder gibi bahsetmek İslam ahlakının ne tarafına düşmektedir. Zerre kadar İslami terbiye alan biri onlar için herhangi biri gibi “Hasan, Hüseyin” diyebilir mi?
Gülen, Alevileri “Müfritlikle” suçluyor ve şunları söylüyordu:
“Bu Allah’ın işlerine bakıyorum, o kadar, bazen hayranlık duyuyorum ki, neticede şeytana tapma vardı, Yezidilerde. Ama bu meselede mebde itibarıyla bu bizim meşhur Yezid ile başlamıştır. Bu Yezid de avamca bir ifade ile söyleyeceğim, ne kadar çirkin belki, o alevilerin fırlatması Yezid’dir. Onu o hale getiren Aleviler olmuştur… O da bir tepki insanıdır.
Bazı güzel işlerini görünce öyle küçük küçük başlamış, ona sahip çıkma başlamıştır. Mesela biz hep Yezid deyince, Allah Yezid’in canını alsın. Allah Yezid’in belasını versin falan demişlerdir. Onun bazen böyle iyi yanları vardır. Arz ediyorum. Hep Hz. Müaviye Ukba Bin Naifin koluna zincir vurulunca gelin diyor. Hilafete babasından sonra açtırmış ona Afrika’nın Fatih’i demiş, zulüm olur hemen açın demiş. İşte böyle kadirşinas davrananlar, onun bu yanlarını gören insanlar da var.
Fakat gel gör ki, O müfrit Aleviler, hiçbir fazileti kabul etmiyorlar. Onlara göre tek fazilet Ali demek, Hasan demek, Hüseyin demek… Ali, Hasan, Hüseyin, demedikten sonra sen Afrika’yı feth etsen, Avrupa’yı da feth etsen yerin dibine batsın o fetih… İşte bakın bu da ifratkar bir tarzı telakkidir…”
Gülen, Aleviler hakkındaki bu düşüncelerini yazıp kitap haline getirmek istediğini söylüyor, ancak diyalog sürecinde şunla bunla uğraşmak zarar getirir gerekçesiyle yazmadığını belirtiyordu.
Gülen, Aleviler için;
“Ali sevgisi onları kurtaramamış” şeklinde konuşuyor ve Alevileri şu şekilde suçluyordu:
“Sizin çoğalmanızdan hezeyanlara kapılıyorlar…”
Peki, Fetullah’ın “Ali” dediği kim?
Peygamberimizin amcasının oğlu, damadı ve cennetle müjdelenen on sahabe’den biri.
Başka;
Gülen’in özlemini duyduğu Hilafet makamının üç numaralısı…
Gülen, hiç bir samimi Müslaman’ın hitap edemeyeceği bir şekilde Hz. Ali (ra) ye hitap ediyordu:
“Ali.”
Gülen’e soralım: Hz. Peygamberin torunları hakkında sanki mahalle arkadaşından bahseder gibi bahsetmek İslam ahlakının ne tarafına düşmektedir. Zerre kadar İslami terbiye alan biri onlar için herhangi biri gibi “Hasan, Hüseyin” diyebilir mi?
Gazi
Olayları
Emniyet
içindeki Fetullahçı yapılanmanın saldırısı sonucu hayatını kaybeden Dr. Necip
Hablemitoğlu, “Fetullah Gülen’in istihbaratçılara olan özel ilgisi” başlıklı
yazısında şunları anlatıyordu:
“Fetullah Gülen, ABD’ye hicret etmeden önce, Aktüel dergisine verdiği demeçte, kendisinin devletin istihbarat birimleri ile ilişkisini açıklama gereği duyarak, bu birimlere yaptıkları hakkında önceden bilgi vermekte olduğunu söylemiştir. Tabii, bu bilgi alışverişini, kendi müritleri dururken, laik hukuk sistemini savunan Cumhuriyetçi istihbaratçılarla yaptığına inanmak safdillik olacaktır.”
Gülen, Gazi olaylarının patlak vereceğini gösteren is tihbarat raporunun aylar önce kendisine verildiğini, kendisinin de bunu devletin başındaki insanın en yakınına 1,5 ay önce sunduğunu söylüyor ve şunları anlatıyordu:
“… Hatta burada yine bir kısım istihbarı raporlara dayanarak, demeye mezun muyum, değil miyim, bir hususun kapağını açacağım. Burada bir ukalalığımı da arz etmeme müsaade eder misiniz? Bunca, böyle bu işte saçlarını ağartmış adamların ukalalığı olabilir. Ben iyi bir insan değilim.
Gazi olayları olmadan evvel, Türkiye’nin her yerinde böyle bir patlama olacağını 1,5 ay evvel ben devletin başındaki insanın en yakınına verdim. Dedim, Türkiye’de bir şeyler planlanıyor, raporu okuyun, bana bir dostum verdi bunu. Aleviliği oyuna getirmek istiyorlar.
Türkiye’de bir kısım Alevi ocak ve bucaklarını kundaklayacaklar. Avrupa’da bu iş için çıkardıkları mecmualar var. 1,5 ay evvel ben bunu, raporu verdim, 25-30 sayfalık bir rapor. Alevilerden bazı yerleri vuracaklar ve Sünniler bizi vurdu diye Alevileri ayaklandıracaklar.
Verdim ve bekledim ki, devletin başındaki insanlar bu mevzuda çare ararlar. Sonra hata ettiğimi anladım. Mesela o, medyaya verilebilirdi. O mesele, o bir Samanyolu’nda bir Ayna programında benim de şahsen o arkadaşı bilmemden ötürü mütalaam alınarak değerlendirilebilirdi…”
Şayet Fetullah Gülen’i ve Fetullahçı yasadışı yapılanmayı tanımıyorsanız, bu kaseti izlediğinizde, mutlaka bir fikir sahibi olursunuz. Bir devlet düşünün ki, ulusal birliği ve bütünlüğü açısından tehdit altında. Bu, devletin istihbarat birimlerince saptanıyor ve raporlaştırılıyor.
Buraya kadar tamam; esas önemli olan buradan sonrası. Bu raporun, hiyerarşiye uygun bir biçimde makamlara sunulmasından sonra Emniyet Genel Müdürlüğü’ne, oradan İçişleri Bakanlığı’na ve konunun aciliyeti ve önemi açısından da Cumhurbaşkanlığı ve Milli Güvenlik Kurulu’na gönderilmesi gerekmez mi?
Bu devlet, Türkiye Cumhuriyeti Devleti olursa, iş değişiyor. Raporu hazırlayan istihbaratçı, raporunu gereği için Fetullah Gülen’e gönderiyor ve ancak onun “durumun vehametini idrak etmesinden” sonradır ki, aynı raporun kopyası, yine gayrı resmi “en üst makam” ya da cemaat hiyerarşisinde “Kainat İmamı” Fetullah Gülen eliyle, bir başka mutemete, yani halk arasında “Başbakan’ın Gölgesi” olarak ünlenen şahsa iletiliyor. Bu arada, devlet adına yaşanılan bir çelişkinin de altının çizilmesi gerekiyor:
Cemaat hiyerarşisine göre, bir polis memuru, bir bekçi üst bir konumda ise, cemaat hiyerarşisinde daha altta bulunan bir Emniyet Müdürü’nün devlet ya da kurum hiyerarşisini dikkate almaksızın, o kişiye “biat” etmesi, bir başka ifadeyle onun emirlerine harfiyen uyması gerekiyor.
Aynı şekilde, mübaşirin ya da zabıt katibinin “İmam” olduğu bir sistemde, bu mübaşirin ya da zabit katibinin mürit hakime emir vermesi, karar dikte ettirmesi gibi bir sonuç doğuyor. İşte, tarikatların ya da cemaatların güçlenip devlete sızdığı noktalarda, devlet hiyerarşisi resmen çöküyor, Türk Devleti, en önemli zaafını bu noktada yaşıyordu.
Neyse dönelim Gazi olaylarına; Gazi Mahallesindeki provokasyonun olduğu dönemde Emniyet Genel Müdürlüğü İstihbarat Daire Başkan Vekili koltuğunda Hanefi Avcı oturuyordu.
12 Mart 1995 tarihinde saat 20:40 sıralarında Alevi vatandaşların yaşadığı Gazi Mahallesi’nde bulunan kahvehanelere bir taksiden ateş açılıyor, altmış yaşındaki Alevi dedesi Halil Kaya hayatını kaybediyordu. Tam olaylar yatışmışken gece 03.45’de Polis panzerinden Cemevi’nin önünde bekleyenler üzerine ateş açılıyor, şakağından vurulan Mehmet Gündüz hemen orada yaşamını yitiriyordu.
Bu ölümün ardından olaylar patlak veriyor, çoğu polis kurşunu ile olmak üzere yirmi bir kişi hayatını kaybediyordu.
“Fetullah Gülen, ABD’ye hicret etmeden önce, Aktüel dergisine verdiği demeçte, kendisinin devletin istihbarat birimleri ile ilişkisini açıklama gereği duyarak, bu birimlere yaptıkları hakkında önceden bilgi vermekte olduğunu söylemiştir. Tabii, bu bilgi alışverişini, kendi müritleri dururken, laik hukuk sistemini savunan Cumhuriyetçi istihbaratçılarla yaptığına inanmak safdillik olacaktır.”
Gülen, Gazi olaylarının patlak vereceğini gösteren is tihbarat raporunun aylar önce kendisine verildiğini, kendisinin de bunu devletin başındaki insanın en yakınına 1,5 ay önce sunduğunu söylüyor ve şunları anlatıyordu:
“… Hatta burada yine bir kısım istihbarı raporlara dayanarak, demeye mezun muyum, değil miyim, bir hususun kapağını açacağım. Burada bir ukalalığımı da arz etmeme müsaade eder misiniz? Bunca, böyle bu işte saçlarını ağartmış adamların ukalalığı olabilir. Ben iyi bir insan değilim.
Gazi olayları olmadan evvel, Türkiye’nin her yerinde böyle bir patlama olacağını 1,5 ay evvel ben devletin başındaki insanın en yakınına verdim. Dedim, Türkiye’de bir şeyler planlanıyor, raporu okuyun, bana bir dostum verdi bunu. Aleviliği oyuna getirmek istiyorlar.
Türkiye’de bir kısım Alevi ocak ve bucaklarını kundaklayacaklar. Avrupa’da bu iş için çıkardıkları mecmualar var. 1,5 ay evvel ben bunu, raporu verdim, 25-30 sayfalık bir rapor. Alevilerden bazı yerleri vuracaklar ve Sünniler bizi vurdu diye Alevileri ayaklandıracaklar.
Verdim ve bekledim ki, devletin başındaki insanlar bu mevzuda çare ararlar. Sonra hata ettiğimi anladım. Mesela o, medyaya verilebilirdi. O mesele, o bir Samanyolu’nda bir Ayna programında benim de şahsen o arkadaşı bilmemden ötürü mütalaam alınarak değerlendirilebilirdi…”
Şayet Fetullah Gülen’i ve Fetullahçı yasadışı yapılanmayı tanımıyorsanız, bu kaseti izlediğinizde, mutlaka bir fikir sahibi olursunuz. Bir devlet düşünün ki, ulusal birliği ve bütünlüğü açısından tehdit altında. Bu, devletin istihbarat birimlerince saptanıyor ve raporlaştırılıyor.
Buraya kadar tamam; esas önemli olan buradan sonrası. Bu raporun, hiyerarşiye uygun bir biçimde makamlara sunulmasından sonra Emniyet Genel Müdürlüğü’ne, oradan İçişleri Bakanlığı’na ve konunun aciliyeti ve önemi açısından da Cumhurbaşkanlığı ve Milli Güvenlik Kurulu’na gönderilmesi gerekmez mi?
Bu devlet, Türkiye Cumhuriyeti Devleti olursa, iş değişiyor. Raporu hazırlayan istihbaratçı, raporunu gereği için Fetullah Gülen’e gönderiyor ve ancak onun “durumun vehametini idrak etmesinden” sonradır ki, aynı raporun kopyası, yine gayrı resmi “en üst makam” ya da cemaat hiyerarşisinde “Kainat İmamı” Fetullah Gülen eliyle, bir başka mutemete, yani halk arasında “Başbakan’ın Gölgesi” olarak ünlenen şahsa iletiliyor. Bu arada, devlet adına yaşanılan bir çelişkinin de altının çizilmesi gerekiyor:
Cemaat hiyerarşisine göre, bir polis memuru, bir bekçi üst bir konumda ise, cemaat hiyerarşisinde daha altta bulunan bir Emniyet Müdürü’nün devlet ya da kurum hiyerarşisini dikkate almaksızın, o kişiye “biat” etmesi, bir başka ifadeyle onun emirlerine harfiyen uyması gerekiyor.
Aynı şekilde, mübaşirin ya da zabıt katibinin “İmam” olduğu bir sistemde, bu mübaşirin ya da zabit katibinin mürit hakime emir vermesi, karar dikte ettirmesi gibi bir sonuç doğuyor. İşte, tarikatların ya da cemaatların güçlenip devlete sızdığı noktalarda, devlet hiyerarşisi resmen çöküyor, Türk Devleti, en önemli zaafını bu noktada yaşıyordu.
Neyse dönelim Gazi olaylarına; Gazi Mahallesindeki provokasyonun olduğu dönemde Emniyet Genel Müdürlüğü İstihbarat Daire Başkan Vekili koltuğunda Hanefi Avcı oturuyordu.
12 Mart 1995 tarihinde saat 20:40 sıralarında Alevi vatandaşların yaşadığı Gazi Mahallesi’nde bulunan kahvehanelere bir taksiden ateş açılıyor, altmış yaşındaki Alevi dedesi Halil Kaya hayatını kaybediyordu. Tam olaylar yatışmışken gece 03.45’de Polis panzerinden Cemevi’nin önünde bekleyenler üzerine ateş açılıyor, şakağından vurulan Mehmet Gündüz hemen orada yaşamını yitiriyordu.
Bu ölümün ardından olaylar patlak veriyor, çoğu polis kurşunu ile olmak üzere yirmi bir kişi hayatını kaybediyordu.
ERGÜN POYRAZ
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder