30 Temmuz 2016 Cumartesi

AMERİKA’DAKİ İMAM – VIII




Gülen’in Davası
Şeriatçı Değilmiş
MİT Fetullah’ı Seviyoo
Hizbullah ve Gülen
Kanla Abdest Almak
Mapusluk ve Gülen
Gülen’in Vasiyeti
Ve Keklendi İnsan
Okullar ve Himmet
Gülen’in Davası
Gülen, gerek konuşmalarında gerekse kitaplarında, “Hilafet” özlemlerini sıklıkla dile getiriyor, Şeriat Devleti’nin eninde sonunda mutlaka kurulacağını iddia ediyor, demokrasiyi ise şeytandan gelen bir rejim olarak tanımlıyordu.
En büyük ideali “Büyük Ermenistan” olan ve bir dönem Said-i Kürdi, bir dönem Said-i Nursi kod adını kullanan Said, bu amacını gizlemek için kendine kürtçülüğü ve şeriatı maske yapıyordu.
Said’in takipçisi Fetullah Gülen’in cemaatine ait Zaman Gazetesi’nde; Ermenilere soykırım yapıldı iftirasına sarılan yazarların yer alması ve hemen hemen hepsinin ortak paydalarının Türklük ve Silahlı Kuvvetler düşmanlığı olması, bunların Müslümanlıktan ne anladıklarının da bir kanıtıydı.
Gülen, Fasıldan Fasıla adlı kitabının 3. cildinin 57. sayfasında, davasının İslam davası olduğunu, bu davanın kendilerinden fedakârlık beklediğini şöyle anlatıyordu:
“İslam davası bugün bizden çok daha fazla fedakârlık beklemektedir.”
Fetullah Gülen, “İnancın Gölgesinde 2” adlı kitabının 207. sayfasında, Medine döneminde İslam Devleti nasıl kurulduysa, yine o devletin gerçekleşeceğini şöyle açıklıyordu:
“Medine döneminde ise, iktisat ve içtimaiyata, hukuk ve muharebelere ait meselelerin gündeme geldiğini ve bir site devletinin kurulma çalışmalarının başladığını görüyoruz. Bütün peygamberler için değişmeyen bu kanun, başka hiçbir devirde de değişmeyecektir.”
Fasıldan Fasıla 3 adlı kitabının 181. sayfasında devlet kurma çalışmalarını “diriliş” dönemi olarak açıklıyor, şöyle diyordu:
“Şu anda… Anadolu topraklarında hızla öze dönüşün yaşandığı yeni bir diriliş döneminde sayılırız. Bu diriliş toplumun bütün ünitelerinde birlikte yürüyor.”
Gülen, bırakın Türkiye’nin idaresini, dünyanın idaresine talip olduğunu Fasıldan Fasıla adlı kitabının 1. Cildi 112. sayfasında şu şekilde açıklıyordu:
“Zaman lehimize çalışıyor: Hiç şüpheniz olmasın zaman Müslümanların lehine işlemektedir. Şimdilik net olarak keyfi ya da kemi bir budumuz yoksa da nasıl anne kanında ceninin doğmasına olağan üstü şartlar dışında kesin gözüyle bakılıyorsa, öyle bizim durumumuz da şu anda artık doğuma yaklaşmış bir cenin gibi kabul edilebilir. Evet bir millet, bugün olmasa da yarın, mutlaka sorumsuz insanların elinden dünyanın idaresini almak zorundadır.”
Gülen, kitabında “kemi” yani yiğit, “silahlı bir varlığımız şimdilik yoksa da dünyanın idaresini almak zorundayız” diyordu.
Gülen, Fasıldan Fasıla adlı kitabının 2. Cildinde hedefine ulaşmayı kafasına koyuyor, insanların dini duygularını sömürmek için önce Hz. Peygamberimizin döneminden örnek veriyordu:
“Efendimiz Mekke’de peygamberliğiyle ilk zuhur ettiği dönemde bile etrafında boğazlanmaya hazır mücahitler vardı.”
Gülen, Fasıldan Fasıla adlı kitabının 3. Cildine geldiğinde amaçlarına ulaşmak için ordusunu kurduğunu 97. sayfada şöyle açıklıyordu:
“Evet, Sezai Bey’in ifadesiyle fecr ordusu artık gün yüzüne çıkmıştır. Bu kutsi davaya omuz verecek genç ve dinamik kadro iş başındadır.”
Fetullah aynı kitabın 98. sayfasında bu gençlerden oluşan ordunun yapacağı çok şeyler var diyor, onları “Fütüvvet Ordusu” şeklinde tanımlıyordu.
“Asrın Getirdiği Tereddütler” adlı kitabının 2. Cildi 139. sayfasında dinin dünyaya hakim olmasının en büyük ideal bilinmesi gerektiğini şöyle anlatıyordu:
“Mümin’de gerilim, din ve dine ait şeyleri, dini duygu ve düşünce aşıkhane arzu etmesi, ızdırap çekmesi hatta bu hususta huzursuz olması…
Dinin hayata hakim olmasını, başta kendi milleti olmak üzere, insanlığı dini duygu ve düşünceye uyarmayı en büyük emel, hatta hayatın gayesi bilmesidir…”
Gülen, “Prizma” adlı kitabının 1. Cildi 25. sayfasında; dinin hayata hakim olma mücadelesinde insanları asker olarak yetişme gayreti içinde olmaya çağırıyordu:
“Öyleyse geleceği kucaklamayı planlayanlar, oturup O’nu bekleyeceğine, kendilerini ona asker olarak yetiştirme gayreti içine girmelidirler. Tabi ki, geldiğinde hazır olan askerinin başına geçebilsin.”
Gülen, hazır olan askerinin başına geçecek şahsı nedense belirtmiyordu. “Sonsuz Nur” adlı kitabının 1. Cildinde ve “İnsanlığın İftihar Tablosu” sayfa 1’de kendinden olmayanların yok edilmesini istiyordu:
“Dosta itminan, mütehayyire ikna, düşman ve müfterilere ilzam (susturma) ve iskat (yok etme) mesajı…”
Gülen, Fasıldan Fasıla adlı kitabının 1. Cildinin 93. sayfasında kendisinden olmayanları Müslüman saymıyor, onları “kobra yılanı” olarak tanımlıyor, onların affedilmemelerini isteyerek, ne denli hoşgörü abidesi olduğunu şu sözleri ile bir kere daha belgeliyordu:
“Kobralara merhamet: Bu itibarla, Müslümanlara taarruz eden kimseleri affetme kobralara merhamet olsa da, insanlara zulümdür…”
Gülen, Fasıldan Fasıla adlı kitabının 3. Cildinin 82. sayfasında, “Bu dönem; diğer dönemlerde olduğundan fazla diyet ödenmesi gereken durum ile maanem yani düşmandan ele geçirilen malın eşit olduğu dönemdir” diyordu. Gülenin, diyet ödeyip, ganimet elde etmeyi hedeflemesinin altında “savaş” hazırlığı yattığının olduğu gerçeği açıktı.
Fasıldan Fasıla adlı kitabının 2. Cildinin 15. sayfasında, kendi kuşağının, hesaplaşma içerisinde olduğunu şu sözlerle anlatıyordu:
“Bir asrı aşkın zamandan beri çeşitli zulüm, mağduriyet ve haksızlıklar altında sürekli inleyen bu kuşak, öylesine bilenmiştir ki, çok yakın gelecekte o, Polatlaşan ruhuyla, kendine bu mezelletleri reva görenlerin karşısına dikilecek ve mutlaka onlarla hesaplaşacaktır…”
Gülen, Prizma adlı kitabının 1. Cildinin 35. sayfasında, sözün bitmesi ve ölüm göze alınarak aksiyonun göze alınması gerektiğini şu sözleri ile anlatıyordu:
“Evet, her ferd ben niye fiili mücahedenin önünde, ön cephede, ölüm ilk defa kendisine gelecekler arasında, yerimi alamadım dememesi ve bu teessürü vicdanında duymaması için şimdiden kendini şartlandırmalıdır. Evet, artık söz değil, hamle ve aksiyon devri.”
Gülen, bu sözleri ile eyleme geçeceğini ilan ediyor, eyleme geçerken de planlı ve programlı olunacağını şöyle vurguluyordu:
“Halbuki gündem belirlemek ve hadislerin nabzını elde tutabilmek için, devamlı fikir ve düşünce üreten bir beyin kadroya ve bu düşünceleri pratiğe dökebilecek dinamik insanlara ihtiyaç vardır. Tabii bütün bunlar, bir plan ve program gerektiren işlerdir…”
(Fasıldan Fasıla-2. ss. 118-119)
Şeriatçı Değilmiş
Ankara DGM Savcısı Nuh Mete Yüksel, 31.08.2000 tarihinde, Fetullah Gülen hakkında; “Laik devlet yapısını değiştirerek yerine dini kurallara dayalı bir devlet kurmak amacıyla yasa dışı örgüt kurup bu amaç doğrultusunda faaliyetlerde bulunmak” iddiasıyla Ankara 2 No’lu Devlet Güvenlik Mahkemesi’nde dava açıyordu.
Davanın ardından başlatılan kampanyada Gülen’in ne kadar demokrasi aşığı, laik, Atatürkçü olduğu vurgulanıyordu.
Bu kampanyalarda yapılan propagandalara göre Said’i Nursi ile hiçbir alakası yoktu. Gülen, İzmir Sıkıyönetim Mahkemelerinde yaptığını bir kere daha gerçekleştiriyor, Nurculuğunu da inkâr ediyordu.
Faruk Mercan, “Fetullah Gülen” adlı kitabında dönemin MİT Müsteşarı Şenkal Atasagun’un Gülen’e verdiği desteği şöyle anlatıyordu:
“Yüksel’in, Gülen aleyhine dava açmasından sadece iki ay sonra, Milli İstihbarat Teşkilatı Müsteşarı Şenkal Atasagun, dört büyük gazetenin Ankara temsilcisini MİT’in Ankara’daki merkezine çağırıp röportaj verdi. MİT Müsteşarı şöyle diyordu:
“Muhtelif hesaplamalara göre Türkiye’deki şeriat isteyen kişilerin oranı yüzde 5-8 arasında. Türkiye’de bir şeriat devleti kurulmasının başarı şansı yüzde sıfır.”
Müsteşarın bu sözleri o dönemde Hürriyet Gazetesi Ankara temsilcisi olan Sedat Ergin’in 28 Kasım 2000 tarihli köşesinde yer aldı. 2000 yılı itibariyle devletin istihbarat oranı, “Türkiye’de bir din devleti kurulması ihtimali yüzde sıfır” diyordu.
Türkiye’nin önde gelen birkaç üniversitesinden biri olan Bilkent’te Fetullah Gülen araştırması, “Fetullah Gülen’in görüşleri Türkiye’de demokrasinin yerleşmesine destek veriyor” sonucunu vermişti. Boğaziçi’ndeki tez aynı sonucu vermişti.
Demek ki, Üniversite ve MİT bulguları ile Savcı Yüksel’in iddianamesi örtüşmüyordu.
Halen görevde olan bir üst düzey MİT yöneticisi, Ankara’da görüştüğü gazetecilere şunları söyledi:
“Fetullah Gülen grubu Doğu’da, Güneydoğu’da köy köy dolaşıp insanlara kurban eti veriyor, köylülerin sağlık sorunlarıyla ilgileniyor. Terör sorunu böyle çözülür. Ne Fetullah Gülen’in aleyhinde olmaya ne de onun samimiyetini sorgulamaya hakkımız var.”
Üst düzey MİT yöneticisinin Fetullah Grubu ile et dağıtarak terörü çözme yöntemi, ne çare ki terörü daha da azgınlaştırıyordu. Karnı doyan, sırtı pekleşen PKK militanlarının bitleri iyice kanlanınca, askerlerimizi şehit etmeye hız veriyorlardı.
“Türkiye’de şeriat tehlikesi yok” diyerek Gülen’e sonsuz destek veren MİT Müsteşarı Şenkal Atasagun, o günlerde bir ilginçlik daha yapıyor, Gülen hakkında, “Şeriat devleti kurma” iddianamesini kendi tesislerinde bastırıyor, adeta kitap haline getiriyordu.
İddianame’ye MİT’in katkıları sadece bu kadar mı? Neyse onu da söylemeyeyim ayıp olmasın.
MİT Fetullah’ı Seviyoo
MİT Müsteşarı Şenkal Atasagun 1 Ekim 1999 tarihinde Gülen cemaati hakkında şunları anlatıyordu:
“Bizim tespitimiz şu; Gülen Grubu demokrasiyi kullanarak iktidara gelmek istiyor, Milli Görüşçüler sandıktan gelmek istiyor. Böyle bir yöntem farklılıkları var.”
Atasagun, Milli Görüşçülerin sabırsız olduğunu, bir an önce iktidara gelmek istediklerini anlatıyor ve konuşmasına şöyle devam ediyordu:
“Fetullahçılar ise daha uzun vadeye yayılmış durumdalar ve bu yüzden daha tehlikeliler. Maddi güçleri fazla. Yılda 60 trilyonluk bir parayı yönetiyorlar…”
Atasagun, Gülen Grubunun yurt dışında okul açma faaliyetlerinin de iyi organize edildiğini belirtiyor ve Gülencilerin bazı yerlerden destek almadan bunu başaramayacağını da söylüyor ve bu desteğin ABD olduğunu da açıklıyordu. Atasagun, Fetullah cemaatinin örgütlü yapısı ile ülke için oldukça tehlikeli bir grup olduğunu da vurguluyor, bunlarla mücadele için şu tavsiyelerde bulunuyordu:
“Şimdi size ters gelecek bu söylediğim, ama şöyle yumruğu vurmadan bu temizlenmez…”
1999 yılında bu tespitleri yapan MİT Müsteşarı Şenkal Atasagun, ne hikmetse 6 Kasım 2001 tarih ve 15998 sayılı “Çok Gizli” MİT raporunda olduğu gibi, ülkemizin en büyük iç ve dış tehdit odağı haline gelen Fetullahçıları küçümseme, tehlikesiz gösterme, basite indirgeme çabasına giriyordu. Atasagun, Gülen’den bu defa şöyle bahsediyordu:
“Fetullah’tan bir dönem bana söz ettiler. İşte kasetlerini seyret, etkiliyor, önemli şeyler söylüyor, diye. Seyrettim, ağlayan sümük çeken bir adam.”
30 Mayıs 2003 tarihine geldiğimizde MİT Müsteşarı Şenkal Atasagun’da yine bir değişim gerçekleşiyor, Müsteşarlıkla misafir ettiği İlhan Selçuk, Mustafa Balbay ve İbrahim Yıldız’a Fetullah Gülen hakkında şunları söylüyordu:
“Onu biliyorsunuz, ABD’nin yeşil kuşak projesinin bir ayağıydı. Olay hala odur. Bin Ladin’i de ABD yarattı, Afganistan’da Ruslara karşı besledi, sonucu gördünüz. Bir terör örgütünü beslerseniz sonunda ne olacağını görürsünüz…”
MİT eski Müsteşarını çelişkileri ile baş başa bırakalım ve devam edelim hukukçu ve mason üstadı Çetin Özek’e…
Prof. Çetin Özek, bilirkişi edasıyla mahkemeye sunduğu raporunda Fetullah Gülen’in demokrasi aşığı, ulusal birlik ve beraberlikten yana, güç ve şiddet kullanmaktan uzak olduğunu söyleyerek, Gülen için neredeyse “Gökten inmiş bir melek” tabirini kullanıyordu.
Oysa;
Demokrasi aşığı denilen Fetullah Gülen Demokrasiyi “şeytandan gelen bir rejim” olarak tanımlıyor ve şöyle diyordu:
‘”… Doğru yolu görseler onu yol yordam edinmeyecekler… Düzen yordam edinmeyecek, o yolu tutup gitmeyecekler… Şeytan saltanatına ait bir yol kendilerine gösterildi mi; komünizmdir, kapitalizm’dir, faşizm’dir. Bilmem ne izm’dir, ne izm’dir!.. Şeytana ait bir yol onların önlerine getirilip, onlara gösterildi mi; hemen yol olarak, yordam olarak onu benimserler, parlamento olarak onu benimserler, Reis-i Cumhur olarak onu benimserler… İnsan karihatından çıkan yolu, ‘Şeytan yolu’nu benimserler!…”
Gülen, demokrasiyi “bilmem ne gibi artık doğurma kapıları kendisi için kapanmış bir mahlûk” şeklinde tanımlıyor, “hizmetimiz için açıklarından faydalanmalıyız” diyordu.
Fetullah Gülen’e övgü olarak Faruk Mercan tarafından kaleme alınan ve AD yayınlarından çıkan kitabın 300. sayfasında, Francis Fukuyama’nın Gülen’e methiyeler düzdüğü şöyle anlatılıyordu:
“Dünya çapında üne sahip ekonomi dergisi Forbes, 2008 yılı Ocak ayında portresini yayınladığı Fetullah Gülen hakkında, ‘Modern dünyada tüm Müslümanlara ilham veren vaiz’ deyimini kullandı.”
Fukuyama’nın Gülencilerin düzenlediği Abant toplantıları hakkında sarf ettiği övgüler de aynı kitapta şöyle yer alıyordu:
“Dünyada yaşayan 100 büyük entellektüel listesinde yer alan ‘Tarihin Sonu’ adlı kitabın yazarı siyaset bilimci Francis Fukuyama, Washington’da yapılan Abant Toplantısı’nda şöyle diyor: Bence Türkiye’nin bulduğu çözüm diğerlerine örnek bir model olabilir. Toplumun dindar olması, demokrasi ve laiklik ilkesiyle çelişmez. Türk toplumundaki evrim uzlaşma yönündedir.”
Fetullah Gülen ise, gençlere yaptığı konuşmada, Şeriat sisteminin Türkiye’nin idare şekli olacağını şöyle ilan ediyordu:
“Bir gün gelecek semavat, zemin; bütün düzeniyle, nizamıyla İslâm’ın bembeyaz eline teslim olacak. Yedi Beyza İslam’a, yani Hz. Musa’nın harikalar meydana, getiren asayı taşıyan mübarek eli demektir. Ak Şeriata, Ak Yola, Ak Sisteme Ak El!… Nasıl olsa olacak.”
Hizbullah ve Gülen
CIA Ortadoğu ve Türkiye Masası Şefi, Fetullah Gülen’in yakın arkadaşı Graham Fuller, Gülen’i öve öve bitiremiyor, şunları söylüyordu:
“Fetullah Gülen’in radikal İslamcı olduğunu düşünmek bana zor geliyor. Kesinlikle değil, bu yöndeki görüşlere katılmıyorum…”
Prof. Çetin Özek Ankara DGM’ye sunduğu raporunda ve bu raporu kitabına alan Faruk Mercan, Gülen’i şöyle ululuyorlardı:
“İslâm dininin daha iyi anlaşılması ve daha fazla kabul görerek yayılması için çalışacak olanlara; kabalıktan, güç ve şiddet kullanmaktan, bu yolla kişisel çıkarlar elde etme düşüncesinden mutlak olarak arınmaları yönünde öğütler vermektedir…”
Çetin Özek’in bahsettiği Gülen’in öğütlerine bakıp, Fullerin Gülen için “radikal İslamcı değil” şeklindeki sözlerini bir kere daha düşünmek için, Gülen’in ülkemizdeki en kanlı terör örgütlerinden Hizbullah’ı övmesini izleyelim:
“Sürekli ittikaya kendisini salmış, kaptırmış, arayışına girmiş, yakalamış dahasını arayan, takvanın dahasını arayan derinlerden derin kutsiler… Hz. Muhammed Mustafa’nın askerleri, Cindullah; Allah Ordusu… Hizbullah; Allah cemaati, tabiri caizse Allah Partisi… Siyasi boğuşmalar, siyasi partiler karşısında Allah Partisi!..”
2005 yılı Kasım ayında ABD’nin Houston şehrinde yapılan Fetullah Gülen Konferansı’nın koordinatörü Dale Fickleman’dı. Konferans, “Çağdaş Dünyada İslam: Düşünce ve Pratikte Fetullah Gülen Hareketi” başlığıyla yapıldı. Bu aynı zamanda Gülen’i konu alan ikinci uluslararası konferanstı.
ClA’nın desteklediği konferansların ilki “Gülen Hareketi” adını taşıyordu. 2001 yılı Nisan ayında ABD’nin başkenti Washington’da Georgetown Üniversitesi’nde yapıldı. “İslami Moderniteler Fetullah Gülen ve Çağdaş İslam” başlığını taşıyan konferans hakkında bilgi veren Faruk Mercan, Fetullah Gülen’in ABD’deki günlerini konu alan kitabında konferansın koordinatörü olarak Profesör John Esposito’yu gösteriyordu. Oysa konferansın koordinatörü Amerikan İstihbarat Servisi ClA’nın Ortadoğu ve Türkiye Masası Şefi, Graham Fuller’di. Maddi destek ise Gülen cemaatine ait Rumi Forum’dan geliyordu.
ABD yıllarca el altından desteklediği Fetullah Gülen’e güveninin tam olduğunu ispat için başkenti Washington’da, Ankara DGM’de yargılanmaya başladığı günlerde “Fetullah Gülen” konferansı düzenliyordu. Konferansta konuşanların çoğunun ClA’cı olarak tanınması da Gülen hareketinin sınırlarını gösteriyordu.
Aralarında Türkiye’de yakından tanınan CIA istasyon şefleri; Graham Fuller, Alan Makovski, George Harris gibi isimlerle AKP Milletvekili Edibe Sözen’in eski eşi Dr. Hakan Yavuz ve Bekim Akai gibi isimlerin katıldığı konferans ABD’nin başkentinde yapılıyor, konferansın sponsorluğunu yine Washington’da bulunan Rumi Forum Dinler Arası Diyalog Vakfı yapıyordu.
26-27 Nisan 2001’de yapılan toplantının açılışını John Esposito gerçekleştiriyor ve şunları söylüyordu: “Gülen olgusu, Türkiye’deki İslam karakterinin önde gelen heyecan verici örneğidir.”
Gördünüz mü, Yahudi ve Hıristiyan kökenli CIA ajanları Gülen’in Müslümanlığından ve bu Müslümanlığı (!) yaymasından o denli memnundurlar ki, heyecanlarından kaplarına sığamıyorlardı. “O halde onlar niye Müslüman olmuyorlar” diye sorarsanız, bunun cevabını Gülen değil hiçbir Nurcu veremeyecekti. Çünkü onların da Gülen cemaatinin de İslam’la ve Müslümanlıkla ilişkileri Protestan bir Kur’an uydurup, İslam’ı Yahudiliğin ve Hıristiyanlığın kapı kulu seviyesine indirgemekti.
Yahudi ve Hıristiyanlar İslam dinini yozlaştırmak için yıllarca sinsi planlar uyguluyor, Dinlerarası Diyalog aldatmacasında etkin rol verdikleri tarikatlar, İslam’ın içine girmiş “Truva atı” görevi görüyorlardı.
Gülen’in konferanslarına dönersek; Üçüncü Gülen konferansı Mart 2006’da ABD’nin Dallas kentinde, dördüncüsü Kasım 2006’da Oklahama’da, beşincisi Ekim 2007’de İngiltere’nin başkenti Londra’da, altıncısı Kasım 2007’de ABD’nin Teksas eyaletinde, yedincisi yine Kasım 2007 tarihinde Hollanda’da yapılıyordu.
Londra’da 25 ve 27 Ekim 2007 tarihleri arasında Gülen’i parlatmak amacıyla düzenlenen toplantıda konuşan Simon Robinson, aldığı parayı hak etmek için Gülen hakkında oldukça “uydurma” bir tanımda bulunuyor, “İslam dünyasının Albert Einstein’ı” diyordu.
Gülen taraftarları; inandırdıkları iş adamları ve yoksul halkın sırtından toplayıp, kullandıkları, kontrol ettikleri büyük mali güçlerinin önemli bir kısmını; Gülen’in reklamını yapabilmek amacıyla bu gibi toplantılar ve konferanslar tertip ederek harcıyorlardı.
Kanla Abdest Almak
ClA’nın organizasyonu ile “hoşgörü” abidesi olarak yutturulmaya çalışılan Gülen, “İla-yı Kelimetullah veya Cihad” adlı kitabının 5. sayfasında “can alıp can vermeyi” şöyle öğütlüyordu:
“Cihad sözcüğü; içinde bulunulan asrın şartlarına göre değişkenlik arz eden geniş kapsamlı bir kelimedir. Gün olur mal-mülk her şey feda edilerek bu vazife yerine getirilir, zaman gelir yollar gider bir can pazarına ulaşılır ve can alınır-verilir.
Gülen kitabının altıncı sayfasında, can alıp vermenin “kadın-erkek herkesin üzerine farz olduğunu” söylüyordu. Gülen, Cihad’ı kendi içinde, katliamların olduğu “Hal” gibi sınıflara ayırıyordu:
“Cihad’ın çeşitli şekilleri vardır. Yerinde yazıyla, yerinde dille, yerinde arabayla, yerinde malla ve yerinde halle…”
Gülen, Cihad’ın hayat kaynağı olduğunu savunuyor ve “Hoşgörü” denilen kavramın ise aslında can alıp vermenin “Kamuflaj”ı olduğu, kitabının 45. sayfasındaki sözlerinden anlaşılıyordu:
“Cihad, bir müminin uğruna canını feda edebileceği en tatlı bir mefkure ve en yüksek bir idealdir. Zira mümin, kendi teri içinde bulunma veya kendi kanıyla abdest alma gibi bir payeyi ancak cihadla elde edebilir.”
Gülen, öyle bir hoşgörü sahibiydi ki, müritleri için, “kendine düşeni en canlı ve kanlı şekilde yapma aşkıyla yanacak” diyordu.
Aynı zamanda Mason da olan Profesör Çetin Özek, Ankara DGM’ye sunulmak için Gülen’in avukatlarına verdiği, “Gülen Övgünamesi”nde, Gülen’i şu şekilde iltifatlara boğuyordu:
“İslâm dininin daha iyi anlaşılması ve daha fazla kabul görerek yayılması için çalışacak olanlara; kabalıktan, güç ve şiddet kullanmaktan, bu yolla kişisel çıkarlar elde etme düşüncesinden mutlak olarak arınmaları yönünde öğütler vermektedir…”
“Gülen’in kitaplarından bu sonuçları çıkardım” diyen Çetin Özek’in bu raporu Gülen’e övgü kitaplarında da yer alıyordu. Gülen, Cihad için, “En kârlı bir ticaret” tanımlamasında bulunuyor, ancak Özek ne hikmetse Gülen’in kitaplarında bu bölümleri de göremiyordu. Göremedikleri bu kadar mı? Tabii ki hayır! Gülen’in “Can alıp, can verme” ile ilgili fetvalarını da es geçiyordu. Okuyalım:
“Cihad sözcüğü; içinde bulunulan asır ve şartlara göre değişkenlik arz eden geniş kapsamlı bir kelimedir. Gün olur, mal-mülk her şey feda edilerek bu vazife yerine getirilir, zaman gelir, yollar gider bir can pazarına ulaşılır ve can alınır, verilir.”
Müridlerine kanla abdest almayı öğütleyen Gülen’in bu sözlerini görmezden gelen Özek, yine günahlardan temizlenmeleri için müritlerine kan dökmelerini de emreden fetvalarını ise hiç görmüyordu:
“Aslında günahlarımızın daha başka bir şekilde temizlenmesi de çok zordur… Allah bir kulunu çok beğenir; bu kul, Allah yolunda cihada çıkmıştır. Arkadaşları bozguna uğramış olmasına rağmen, Allah’a olan iştiyakından ve onun yanında bulunanlara arzusundan dolayı tekrar mevzilenmiş ve bu uğurda kanını dökmüştür…”
Gülen’in kitaplarında; can alıp, can vermek, kanla abdest almak, kanla temizlenmek gibi söylemler dört dönerken, Prof. Çetin Özek, Gülen’in kitaplarını şöyle övüyor ve Gülen cemaati de Fetullah’ın reklamını yaparken Özek’in bu raporuna atıfta bulunuyordu:
“Bilgi toplumu olmak yolunda gayret edilmesi; terörün islam inancı ile bağdaşmadığı, İslam’da insanlara öğütlenen hedefin cennete gitmek ve Tanrı’nın rızasını kazanmak olduğu; şiddet kullanarak, kan dökerek mutlu bir dünya kurulamayacağı; insanlığa hizmetin sevgi, hoşgörü ve müsamaha ortamında gerçekleşebileceği; bilimin önemi; kamuoyunu meşgul ve rahatsız eden yolsuzluklar, mafya, gibi sorunlara karşı toplumdevlet işbirliğinin gerekliği, bu sorunların demokratik sistem içinde çözülmeye çalışılması, anti demokratik yollara başvurulmaması gerektiği; etnik ayrımcılık ve ırkçılığın insanlık için tehlikeli olduğu, Alevi-Sünni ekseni üzerinde mezhep çatışması oluşturmak isteyenlerin kötü emeller taşıdıkları ve bu tür konularda dikkatli olunmasını tavsiye eden kişisel düşünce ve dinsel öğütlerden oluştuğu görülmektedir… Gülen tarafından yazılmış kitaplar, içerik yönünden anlam bütünlükleri zorlanmadan değerlendirildiğinde; din ve onun çerçevesinde tanımlanan bir ahlâk anlayışına ilişkin bireysel ve sosyal öğütleri pekiştirmeye yöneldikleri görülmektedir…”
Bir yanda kitaplarından kan fışkıran Fetullah Gülen, diğer yanda Hukuk (!) profesörü Çetin Özek’in pembe dizi kahramanı Fetullah Gülen!..
Mapusluk ve Gülen
Faruk Mercan tarafından kaleme alınan ve Fetullah Gülen’in Amerika’daki dokuz yılını anlatan “Fetullah Gülen” adlı kitapta, Gülen olduğundan farklı gösterilerek, yurduna, ülkesine, dinine büyük bir aşkla bağlı bir din adamı imajı yaratılmaya çalışılıyordu.
Gülen, Amerika’dadır. New York’ta bir gökdelende Hudson Nehri’ni seyretmektedir. Gülen’de vatan sevgisi öyle doruklardadır ki, ağzından şu sözler dökülür: “Korucuk köyünde iki kişiye bir iman hakikatini anlatmayı bu şehrin ihtişamına değişmem” der. Gülen bu sözleri 1996 yılında söylüyor, Ankara DGM tarafından Mart 1999’da kaçtığı Amerika’dan 2009 yılının sonlarına geldiğimizde hala dönemiyordu.
Kitabın 260. sayfasında Gülen İtalyan düşünür Companella’ya benzetiliyordu. Nasıl mı hadi okuyalım:
“Ben hizmet ederken ölmek istiyorum” diyen Gülen, ila-yi kelimetullah yolunda yürüyen insanları tanımlarken, “adanmış ruhlar” deyimini kullanıyor. Gülen’in dünyasında adanmış ruh, “İspanya zindanlarında tam 27 sene çile çeken Güneş Ülkesi’nin yazarı İtalyan düşünür Tommaso Campanella gibi, elinin teriyle demir parmaklıkları çürütmeli ve düşüncelerinden zerre kadar taviz vermemelidir. Bu güçtür ki, Campanella’yı geleceğe taşımıştır…”
35 yıllık yol arkadaşları, kitaptaki söylemlerinin aksine Fetullah’ın hapsedilme korkusunun “kabus” boyutlarında olduğunu anlatıyorlar ve şöyle devam ediyorlardı:
“Bir gün toplu halde otururken Altunizade’de ‘Beni içeriye alsalar bir gün yaşayamam, ölürüm. Ben ilaçlarımı dahi Cevdet olmazsa içemem’ dedi. Aşırı rehin ve hapse girme korkusu… Sürekli, kendisine Türkiye dışından bir destek arama ihtiyacı hissediyordu.”
Fetullah Gülen, 1986 yılında “aranıyorken” bir de sınır kapılarında resimleri asılıyken hacca gidiyor, Cidde’ye vardığında, dönüşte gözaltına alınacağı haberini alıyor, içinde o denli bir vatan aşkı, millet sevgisi var ki (!), ayakkabılarını çıkarıyor, yalın ayak dikenlere basa basa, aynı anda da sürünerek sınırdan yurda girdiğini söylüyordu. Nevval Sevindi’ye hakkında açılan soruşturma nedeni ile kaçtığı Amerika’da şunları da anlatıyordu:
“1986’da, aranıyorum diye yakalanmıştım. Özal’ın demokratik centilmenliğiyle salıverildim. Ve o sene hacca gitmeye karar verdim. Altı yıl çok sıkıntı çekmiştim, dolayısıyla buna ister deşarj olma, ister konsantrasyon deyin. Cidde’ye vardığımda havaalanında derdest edileceksin diye Türkiye’den haber verdiler. Ben de yolumu değiştirdim, Halep’ten geçeyim dedim. Annemin amcası da bir dönem kadıymış orada… Onbir gün kaldım.
Ayakkabısız, sürünerek ve dikenlere basarak geçerken bir kere daha anladım ki, ben bu ülkeyi çok seviyorum. En sevdiğim efendimizin beldesi bile beni orada tutamadı. Kurşun menzilinden geçiyoruz iki taraftan. Üç dört kilometrelik yeri, yedi sekiz saatte geçtik. Geçince, bir kayayı göstererek, şu kayanın dibinde 24 saat uyuyabilirim dedim…”

Gördünüz mü Fetullah’taki vatan aşkını? Çok sevdiğim dediği peygamberimizin beldesi bile bir gün onu orada tutamıyor, bu toprakların ve milletin aşkına kurşun menzillerinden ölüme meydan okuyarak çileler ve ızdıraplarla dolu bir yolculuktan sonra yurda giriş yapıyordu.
Amerika’ya niye mi kaçtı? Onu sormayın! Onu sorunca gerçekler meydana çıkıyordu. Saf müridleri uyutmak için kahramanlık masalı gerekirken Fetullah bunun en iyisini yapıyordu. Kendisi ile ilgili en ufak tehlike gördüğünde vatan aşkı, millet sevgisi ile bir gün bile duramadığını söylediği peygamber beldesinin aksine, Amerika’da on yıldır FBI ve ClA’nın koruması altında yaşıyordu.
Gülen’in söylediklerini davranışları ile tekzip etmesi, kendi kendinin Brütüs’ü olmanın yanında, yine kendisini takiyye sanatının üstadı azamı koltuğuna oturtuyordu.
Gülen, yağmur gibi yağan kurşunlara aldırmadan sürüne sürüne, dikenlere basa basa memlekete geliş nedenini şöyle anlatıyordu:
“Böyle bir duruma maruz kalmayınca meğer insan milletine bu kadar âşık olduğunu ve onu sevdiğini bilmiyormuş ve bir bayram yaşadım. Hatta sonraları o bayramı özlediğim zamanlar oldu, beni yine oraya götürün o bayramı yeniden hissedeyim dediğim oldu çevremdekilere…”
Gülen’in Vasiyeti
Gülen, “Asrın Getirdiği Tereddütler” adlı kitabının 3. Cildinde; Peygamberimizin köyü olarak adlandırdığı Kabe hakkında; “Kabe’ye gidersem beni yakamdan tutup, sürüye sürüye buralara geri getirin” şeklinde konuşarak ülkesini ne kadar çok sevdiğini şöyle anlatıyordu:
“Fakat benim arkadaşlarıma bir vasiyetim var. Eğer diyorum, bir gün buraları terk eder ve oraya gidersem, ben bunu şahsi fûyûzatım için yapmış olacağım. Beni yakamdan tutup sürüye sürüye buraya getirsinler. Aksi halde Rabbimin huzurunda iki elim iki yakanızdadır.”
Kabe hakkında, Kabe’de bir gün fazla kalma hakkında böyle konuşan Gülen’in, kaçtığı Amerika’dan 10 yıldan beri gelmemesi, müritleri tarafından bile getirilememesi, onun ABD’ye olan hayranlığının, asıl Kıble’sinin ABD olduğunun en belirgin kanıtıydı.
Hayatını anlatan ve AD yayınlarından çıkan “Küçük Dünyam” adlı kitaba Kabe’de çekilmiş fotoğraflarını koymayan Gülen, Beyaz Saray’ın önünden müridleriyle beraber adeta tavaf edercesine geçerken çektirdiği fotoğrafını ekletiyordu. Daha sonra gelen tepkiler üzerine cemaata yakın yayınevinden çıkan “Küçük Dünyam” adlı kitabından bu fotoğrafı kaldırıyordu.
Gülen, seyyar vaizlik günlerinde cemaatini oluştururken yaptığı konuşmalarında, kitaplarında müritlerini sağlam durmaya, mevzilerini hiçbir şart halinde bile terk etmemeye şu sözleri ile çağırıyordu:
“Yerinde durup mevziini koruma, düşmanı alt-etme ve hedefe varmanın en birinci vesilesidir. Cepheyi terk edip ayrılanlar ise, yerlerinden ayrıldıkları andan itibaren kaybetme yoluna girmiş sayılırlar. Her cephe firarisi, evvelâ kendi vicdanında, sonra tarih ve gelecek nesiller karşısında kendisini mahkûm etmiş, dolayısıyla maksadının aksiyle tokat yemiş sayılır.
Her yüce davada, yerinde sebat edip cepheyi koruma bir yiğitlik nişanesidir. Esintilere göre yüzüp, gezen nefsin azat etmez kulları bunu anlamasalar, anlamak istemeseler bile, insan olan insan bir kere hakikati anlayıp idrak ettikten sonra, menfaatler onun ayağına zincir vuramaz; korku yolunu kesip onu engelleyemez; şehvet onun önünü alamaz. O havada uçar gibi aşar gider bunların hepsini…
Hizmet insanı; gönül verdiği dava uğrunda, kandan irinden deryaları geçip gitmeye azimli ve kararlı; varıp hedefine ulaştığında da her şeyi sahibine verecek kadar olgun…”
Gülen’e “Sen niye bu söylediklerini uygulamıyorsun kaçtığın ve sığındığın Amerika’dan ne zaman döneceksin?” diye sorsak vereceği cevap; “O sözlerime aldanmayın, davamın yüce olduğuna inanmıyorum!..” olacaktır.
Ve Keklendi İnsan
Ertuğrul Hikmet tarafından yazılan ve cemaate yakın olan Işık yayınlarınca basılan “M. Fetullah Gülen” adlı kitapta, Fetullah Gülen “Arkadaşım” dediği Kemal Erimez’i şöyle anlatıyordu:
“Aydınlı Hacı Kemal Erimez zengindi, yedi sülalesine yetecek zenginlikleri ve bir de elmas madeni vardı. Birkaç defa eğitimle alakalı konuşmalarımı dinleyince dükkanlarını ve hatta evini bile sattı… Talebeye burs verme, okullar açma gayretine girdi. Doğru mu ettim bilemiyorum ama bir gün ona, ‘Hacı Kemal, seninle benim ev sahibi olmamamız lazım. Gel, bir kulübeciğimiz bile olmadan yaşayalım bu dünyada. Bu hayırlı işleri dünyalık menfaatler için yapmadığımıza, Allah’ın rızasını aradığımıza halimiz şahit olsun’ dedim. Ve bu fedakâr ve cömert insan hayatı boyunca kiralık bir evde, bir okulun mütevazı bir odasında yattı kalktı, dünya namına arkada bir şey bırakmadı.”
Fetullah Gülen’in açıklamalarından açıkça görüleceği üzere trilyonluk servetini cemaate bağışlayan Kemal Erimez, ailesinin rızkını ABD’lilerin çıkarlarına hizmet için kurulan okullara aktarırken, kendisi de bir okulun küçük bir tahta kulübesinde hayatını kaybetti.
İzmir’e tahta bir bavulla gelen, tahta kulübelerde kalan Gülen ise bugün Amerika’da içinde son derece lüks yedi adet villa barındıran 137 dönüm çiftlik içinde, ahçıdan şoföre, bahçıvandan hizmetçiye her ihtiyacını karşılayan 100 kişi ile zevki sefa içinde bir ağa, bir bey gibi yaşıyordu.
Aydınlı Kemal Erimez ise, Fetullah’ın böyle bir şatafat içinde günlerini gün ederken “Gel, bir kulübeciğimiz bile olmadan yaşayalım bu dünyada” şeklindeki sözlerini duyuyorsa, yattığı yerde ters dönmekten iflahı kesiliyordur.
Fetullah Gülen’in 35 yıllık dava arkadaşı Nurettin Veren, Hikmet Çetinkaya’ya, Fetullah’ın “Padişah” gibi saltanat sürdüğü çiftliğin alınış hikayesini şöyle anlatıyordu:
“Çiftliğin halktan toplanan, himmet ve talebe bursu adı altında, her vilayetten, her ay, kayıtsız ve makbuzsuz olarak toplanan paraların yüzde 15’i Kutsal Hoca’nın hakkı olarak örtülü ödenek tahsisiyle kendisine, bölge imamları aracılığıyla gidiyordu. Çiftlik böyle alındı.
Okullar ve Himmet
Fetullah Gülen’in 35 yıllık yol arkadaşı Nurettin Veren, Gülen yapılanmasının bir örgüt olduğunu, insanları kullandığını, yabancı istihbarat servislerine çalışıldığını, himmet yardımlarının nasıl toplandığını, okulların nasıl bir ihanet şebekesine döndüğünü Merdan Yanardağ’a şöyle anlatıyordu:
“Evet… Şimdi biz burada neden bahsediyoruz. Biz bir örgüt çatısı altında kullanıldık. Ama yıllar sonra bizim milletten vekalet alarak yaptığımız okulların, fakir öğrenci yurtlarının, efendim üniversite hazırlık kurslarının, daha sonra bir ihanet şebekesi haline geleceğini, bu mekanların en yetkili şahsının gidip Amerika’ya yerleşeceğini ve bunun ABD’ye ve Batılı insanlara, istihbarat servislerine ciro edilebileceğini düşünemezdik…”
Nurettin Veren, kendisine sorulan, “Peki sonuçta ortaya güçlü, geniş, yaygın, bürokrasi içinde, finans sektöründe, eğitim alanında, polis içinde, orduda, sağlık sektöründe, medyada örgütlenmiş kocaman bir imparatorluk çıkıyor. Nedir bu örgütsel yapı, bunun derinliği nedir, amaçları nelerdir? Siyasal bir amacın güdüldüğü ortada, şeklindeki soruyu şöyle yanıtlıyordu:
“Şöyle izah edersek halkımız daha rahat anlar. Biz bir çatal kaşık üretme fabrikası için ortaklık yaparken, yarı yolda bizim çatal bıçak fabrikası bir silah fabrikasına dönüştürülürse, bu; insanlarla yapılan anlaşmaya bir ihanettir. Önce yola çıkılırken alınan sözler, açık ve net olarak değerlendirilmeli. Bu hizmet prensipleri içerisinde bakıldığında halka ne kadar faydalı şeyler var o hizmet çizelgesinde, ne kadar güzel yaklaşımlar var. Fakat aradan geçen zaman içerisinde bu çatal kaşık üretmek için kurulan fabrikanın, nasıl bir silah fabrikasına dönüştüğünü, ortaklık şartlarının tek taraflı değiştirildiğini milletimize anlatmak için ben bugün burada bulunuyorum.
Bizim bu fakir insanlarımız, aldıkları bu burslarla zamanla yükselip çeşitli mevkilere geldiler. Kimisi polis teşkilatlarında, kimisi askeriye içerisinde, kimisi mülkiye içerisinde. Biz bunu başlangıçta planlamamıştık. Bizim okuttuğumuz öğrenciler yarın bir gün doktor olacak, mühendis olacak, asker olacak, bununla iftihar ettik biz… Ama bunu, devleti ele geçirmeyi, Fetullah Gülen’in planladığının başlangıçta farkında değildik, daha sonra ortaya çıktı. İşin mahsurlu tarafı şu noktada başladı; bu çocuklar belirli mevkilere ulaşınca, Fetullah Gülen, bunlarla bir şeyler yapmayı planlamaya başladı. Çünkü mevki sahibi olmaya başlamalarından sonra, talebeliklerinde olanlardan daha farklı yöntemlerle, haberleşmelerle bilgi almak onların o mevkilerini nasıl kullanacaklarına dair talimatlar vermek ve onları belli hedeflere yönelik olarak organize etmek şeklinde gizli toplantılar olmaya başladı.
Ben bu gelişmeyi gördüğüm andan itibaren, bunun hem ülkeye zarar vereceğini ve bir tehlike oluşturacağını, hem bizim yola çıkış hedefimizden bir sapma olduğunu, hem de bu üst düzey görevlere gelmiş insanların kendi bağlı bulundukları bakanlara, birimlere ve kuruluşlara karşı Fetullah Gülen’in fikirleriyle amel etmelerinin iki başlılık yaratacağını, dolayısıyla ülkenin ve devletin bunu ihanet olarak ve bu tip bir örgütlenmenin illegal olduğunu düşündüm. Hem o insanların uğrayacağı zararları hem de bizim kurmuş olduğumuz bu masum hizmetin, yani bir cami derneği, bir eğitim kuruluşu, bir sağlık kuruluşu gibi olan bir yapılanmanın gizli/illegal, devleti içten ele geçirecek ve Fetullah Gülen tarafından yönetilecek bir örgüt haline gelmekte olduğunun farkına vardık.
Bizim 14-15 yaşlarında veya daha önceki yaşlarda elinden tuttuğumuz çocukların ileride kaymakam, vali, emniyet müdürü veya askeriyede bir göreve geldikten sonra Fetullah Gülen’in bunları yöneterek ülkeyi içten ele geçireceğini düşünmemiştik. İşte bu noktada tepkimizi ortaya koyduk.”
Veren; 100’e yakın ülkede örgütlenen Fetullah Gülen’in mali kaynakları hakkında da şunları söylüyordu:
“Şimdi ilk etapta küçük yardımlar, küçük himmetler, samimi duygularla eğitim için verilen katkılar vardı. Daha sonra kurban derisi ve canlı kurban toplama gibi işler başladı. Bunlar büyük finansman sağladı. Belki insanlar tahmin edemiyor. Küçük bir yardımdan bir şey olmaz diyorlar ama kayıt dışı olan her türlü yardımın bir olumsuz etkisi mutlaka karşımıza çıkacak. Çünkü bu eğer hayır ise, bunun da mutlaka korunup kollanması lazım. Yani milletin iyi niyetle verdiği en küçük bir şeyin bile değişik amaçlara kullanılmaması lazım. Öncelikle bunlarla başlanıldı. Daha sonra Ramazan ayında talebeye gizli burs toplantıları yapıldı.
Şimdi bizim insanımızın en zayıf noktası, Allah rızası için şefaat ya Resulallah düşüncesi ile gözyaşı ile suistimal edilmeye açık bir yapıda olması. Yani verdiği iyiliğin Allah’a ulaşacağını ve karşılığında Allah’tan hoşnutluk alacağı düşüncesi her zaman halkımızın en açık kapısıdır. İşte vurulduğumuz ve takipçisi olacağımız bu iyilikler, bu gizli ve kayıtsız kampanyalar ile büyük finanslar elde edildi. Ön plana ise hep fakir çocuklara yardım edileceği düşüncesi kondu. Tabii ki herkes bu niyetle verdi. Milletimiz her zaman bu tip hamiyetli davranışlarda bulunmuştur. Ama bu işin suistimaline de açıktır. Çünkü; yaptığı işin hayır için veya başka maksatlı olup olmadığını takip etmez. “Ben Allah rızası için verdim. Ötesi beni ilgilendirmez” der. Ve farkında olmadan kontrol dışında büyük finanslar yaratıp, büyük gizli gayelere alet olabilirler. İşte bizde de öyle oldu.
Biz de samimiyetle bu işin takipçisi olamadık. Milletimizin bize verdiği vekaletle, bu itibar ve kredi ile ortaya çıkan bu müesseselerin ülkemize faydalı olduğunu düşünerekten, köy köy, kasaba kasaba toplanan, gizli himmetler, açık himmetler, elden verilen ve hiçbir kaydı makbuzu olmayan yardımlar, toplantılarda doğrudan Fetullah Gülen’in eline teslim edildi. Yani şöyle düşünün ki; bir anda 10 tane okulu yaptıracak yardımı bir kişi veriyor ve bunun da hiçbir kaydı yok. Küçük yardımlarda zaten hiçbir belge yok.
İleride ödenmeye yönelik senetler, çekler verildi. Belki buradan bana ilgili savcılar müracaat ederse; toplanan bu çeklerin, senetlerin, yardımların, paraya tahvil edilen şeylerin nasıl kullanıldığını söyleyebilirim? Belli para kasaları var. Bunları açıklayanlar var. Bunları örgütleyenler, organize edenler var. Doğrudan bu işin içindeydik, bütün ayrıntıları biliyorum…”
Fetullah Gülen, “Fasıldan Fasıla” adlı kitabının 3. Cildi; 57. sayfasında gelir kaynaklarının bir kısmını şöyle açıklıyordu:
“İslâm’a ciddi bir dava şuuru ile uyanan insanlar kırktabir zekât ile hiçbir şey yapamayacaklarını bilmeli ve ona göre davranmalıdırlar. İslam davası bugün bizden çok daha fazla fedakârlıklar beklemektedir. Nitekim bu düşünceye uyanmış nice kudsi dava erleri vardır ki, hizmeti o ölçüde götürmektedirler. Bugün birer ümit kaynağıdır ve insanlar, evlerinin, arabalarının, fabrikalarının anahtarını, tapularını getirip hizmete takdim etmekte ve istediğiniz yere kullanın demektedirler…”
Aynı kitabın 175. sayfasında halktan da finans sağladıklarını açıklıyordu:
“… Halka çeşitli vesilelerle müracaat ettik. Onlar da destek verdiler…”
Müritlerine, Prizma adlı kitabında hedeflerinin zenginlik olduğunu söylüyordu:
“Mümin mutlaka bir yolunu bulmalı ve mutlaka zengin olmalıdır.”
Finans kaynaklarının ve örgütlenmesinin önemli bir yanını vakıflaşma hareketleri oluşturuyordu:
“Vakıf düşüncesi; açılmış yüzlerce imam-hatip, kuran kursu, camiler ve bu müesseseleri besleyecek varidat kaynakları bu düşüncenin tecessüm etmiş şekilleridir. Bunların yanı sıra… okullar, yurtlar, pansiyonlar vardır.” (Fasıldan Fasıla, 3, ss. 202-203)
Fetullah Gülen, bütün bu kurmuş olduğu geniş organizasyonla, çeşitli propaganda vasıtalarını kullanarak çok geniş bir yelpazeyi hedeflemekte ve amaçları doğrultusunda adım adım yürütmektedir:
“Biz TV, radyo, gazete ve dergilerden oluşan basın yayın yoluyla dinimize hizmet etmeyi bir yol, bir metod olarak benimsemişiz.” (Fasıldan Fasıla-3, s. 95)
Gülen, propaganda faaliyetlerinde dinin ardına sığınıyor, kendi durumunu, her ortama kolayca uymasını da propaganda aracı olarak kullanıyor ve şöyle konuşuyordu:
“Daha önce kolay ağlayamıyordum. Şimdi ise alıştım, istediğim an kolayca ağlayabiliyorum.”
Ve şöyle devam ediyordu:
“Pilajlar dahil her tarafa ağınızı atın. Aynı örümcek gibi sabırla insanları avlayın.”
Gülen’in 35 yıllık dava arkadaşı Nurettin Veren, Zaman Gazetesi’nin kuruluş aşamasını, gazetenin genel müdürlüğünü de yapması, kurucular arasında yer almasından dolayı da en iyi bilen isim olarak şöyle anlatıyordu:
“Bakın şimdi. Yurtlardan okullara, okullardan üniversite hazırlıklara daha sonra üniversitelere, hastanelere… Daha sonra da bir Zaman Gazetesi’nin satın alınması var ki bunların hepsi milletin katkısıyla imece usulü ile yapılmıştır. Samanyolu televizyonu aynen bir cami gibi milletin malıdır aslında. Samanyolu Televizyonu imece usulü ile göstermelik olarak boş kağıda imza atan insanlar ortak gösterilerek kuruldu. Aynen bir camiye yardım düşüncesi ile imece usulü ile yapılmıştır. Belki siz camiye yardım yaparken makbuz alırsınız. Burada o da yok. Yani biz dinimizi anlatmak, ülkemizi anlatmak, ilmi ve bilimsel yayınlar yapmak üzere, özellikle Fetullah Gülen’in vaaz kasetlerinin yayınlanması için böyle bir düşüncesi var deyince, insanlar coştu ve bu paralar verildi.
Zaman Gazetesi de aynen öyle. Yani insanlara alternatif bir bir gazete sunmak, iyi yayım yapmak, haklının yanında olmak amacıyla kurulduğu söylendi. Prensipleri de vardı. Hatta bunlardan bir tanesi gazeteye, televizyona kesinlikle banka reklamı almamaktı. 20 sene banka reklamı almadı bu gazete, bankadan alınan faiz haram kabul edildi. Bankacılar ve bankada çalışanlar da ayrılmaya teşvik edildi. Bu gazete de reklam almadı. Zaman Gazetesi’nin 20 senelik arşivlerine bakarsanız görürsünüz. Ama bakın yine aynı düşünce, aynı otorite bir gün geldi ve gazetenin banka reklamı almasına da evet dedi. O günkü mantalite buydu. Siz bazı finans kurumları helaldir dediğiniz zaman, öbürlerinin hepsi haramdır gibi bir durum ortaya çıkar.
Toplum, başörtülü başörtüsüz, helalciler haramcılar, faize evet diyenler hayır diyenler olarak bölündü. Hatta bize kola içmek bile Fetullah Gülen tarafından haram diye öğretildi. Şimdi insanların beynini, kalbini bu kadar kurcalarsanız, inançlarıyla bu kadar oynarsanız insanlar hipnozlanmış gibi olur yahut da çip takılmış mahluklara döner. Artık hiç bir şekilde irade sergileyemezler. Hiçbir tenkitte bulunamazlar. Sadece kayıtsız şartsız emirleri uygulayan robotlar haline gelirler. Ben böyle bir hipnozdan uyandım işte.
Bakın ben belge ve delil olarak söylüyorum. Asya Finans bir anda Bank Asya oldu. Kimin emri ile oldu? Bank Asya’yı kuran Fetullah Gülen. Asya Finans’ı kuran Fetullah Gülen. Şimdi tabii kağıt üzerinde diyecek ki; bunun belgesi mi var? Bütün okulların, gazetenin, Samanyolu’nun ve bütün şirketlerin ismini dahi koyan Fetullah Gülen’dir. Bir liraya kadar paranın muhasebesinin bile kendi talimatıyla tutulduğu bir örgüt lideri ve örgütle karşı karşıyayız. Ama siz bunun belgesini bulamazsınız. Çünkü hiçbir illegal örgütün kayıtlı belgesi bulunmaz. Hiçbir mafya ve hiçbir kayıt dışı sistem kayıtlarını kendi lideri nin üstüne zaten yapmaz. Ama talimatlar onun eliyle yapılır. İşte bakın nasıl itaate alıştırılmış ve bağımlı hale gelmiş bir kitle var.
Rakamsal boyutunu söyleyeceğim şimdi; 20 yıl faiz haram deyip Asya Finans’ı bir anda banka yapmasına toplumda hiçbir tenkit yok. O gün Fetullah Gülen o insanlara takiyye yapıyordu. Bugün de Müslümanlara takiyye yapıyor. Yani o gün o insanları idare ederken; hain, kâfir, dinsiz ve haram yiyenler diye ayırdığı kitleden uzaklaşıp bugün bunda bir mahsur yoktur, diyerek Müslümanlara yöneldi. Olabilir demeye başladı. Takiyyesinin her branşta ve her alanda olduğunu anlatmaya çalışıyorum. Ve cemaatin itaatini ve parasal gücünü şöyle ifade edeyim. Asya Finans, Bank Asya olduktan hemen 15-20 gün sonra borsaya kota edildi. Ben gazetede bulunduğum zaman, borsa verilerini dahi gazeteye kaymak, futbol verilerini dahi yayımlamak haram düşüncesi ile yasaktı. Şimdi birden bire bu kadar kapalı bir toplum açıldı.
Buradaki anlayış şu: Kâfir insanları aldatmakta hiç mahsur yoktur. Bu bir taktiktir. Burası bir “Dar-ül Harp”tir. Bu bir harp stratejisidir. Böyle deyip kendi insanlarının ünitelerini ve kendi milletini idare edilecek ahmaklar olarak veya karşı cephe olarak takdim etti. Yani İslam için yapılabilecek mücadele, harp alanı… Ve harpte hile mubahtır. Hile yapmak, aldatmak yasak ve günah değildir. Hiçbir kayıt tanımaz. Her türlü hile yapılır. Kendi insanını aldatılacak bir kitle haline koymak, kendi devletini ele geçirilmesi gereken karşı cephe kalesi olarak görmek fikrinin nasıl aşılandığını ve uygulandığını söylüyorum.”
ERGÜN POYRAZ

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder