30 Temmuz 2016 Cumartesi

AMERİKA’DAKİ İMAM – IX




Arapça Özlemi İle Yanan Emniyetçiler
Gülen’e Koruma
Hâkim Kiralayın
Gülen ve Mit
CIA ve Gülen
Para Karşılığı Yazdırıyor
Gülen’in Yalanı
CİA’nın Gülen’e Referansı

Arapça Özlemi İle Yanan Emniyetçiler
Gerek Necip Hablemitoğlu “Köstebek” adlı kitabında, gerekse Prof. Dr. Alpaslan Işıklı “Fetullah Gülen ve Laik Sempatizanları” adlı kitaplarında Gülen’in takiyye’sini şöyle açıklıyordu:
Fetullah Gülen, müritlerine Arapça eğitimi övüyor ve ne denli gerekli olduğunu anlatıyordu. Fetullah’ın, daha önce yazdığım “Kanla Abdest Alanlar” adlı kitabımda da yer alan şu açıklamalarını tekrar hatırlayalım:
“Cumhuriyetle beraber Arapça eğitimine karşı tavır alınması, o günün aydınının ve devlet yetkililerinin bir yanılgısıdır. Eğitimde dünden bugüne baskıcı ve dayatmacı zihniyetlerin zorlaması ile kabul ettirilen tedrisat sistemini değiştirecek inkilapçı ruhlara ihtiyacımız var. Millet şu anda çeşitli doğmalarla zayi ediliyor.”
Fetullah Gülen, insanları başına toplamış onlara ilmi (!) bilgi veriyordu.
Gülen’in bilgilendirme amaçlı verdiği dersin konusu Cin’lerdi…
Cinler hakkında uzun uzadıya bilgiler verdikten sonra kendince müthiş bir projesinden bahsediyordu:
“Cinler ile konuşma sağlanması, emniyet teşkilatlarının da işine yarayabilir. Meydana gelen veya gelişme safhasında olan faaliyetler ve grup olayları anında merkeze bildirilip, kontrol altına alınabilir. Kimbilir belki o zaman cinlerden de komiserler ve emniyet müdürleri olacaktır.”
Fetullahçı yapılanmanın ülkenin kaderini etkileyecek hale gelmesinde en önemli etkenlerden biri, bu cemaate ait okul, dershane, yurt gibi faaliyetleri dahil bir çok organizasyonlarına, başta Demirel olmak üzere zamanın başbakanlarından Bülent Ecevit, Tayyip Erdoğan, Abdullah Gül, Bülent Arınç gibi isimlerle, birçok bakanın sonsuz destek vermeleriydi.
Bakan, Vali, Emniyet Müdürü, Kaymakam, Hakim, Savcı kimliklerini üzerlerinde taşıyan devlet görevlilerinin çocuklarını cemaate ait okul, dersane ve yurt gibi yerlere göndermeleri ve bir de bunların reklamlarında baş rol almalarıydı. Zira bu isimleri örnek alan insanlar şunları söylüyordu:
“Kaymakam’ın, Emniyet Müdürü’nün, Vali’nin çocuklarının devam ettiği okullar devlet katında muteber ve güvenlidir. O halde en yüksek bedeli ödeme pahasına çocuklarımı bu okullara gönderirim.”
Ankara Emniyet Müdürü Ercüment Yılmaz, Gülen Cemaatine ait okulları ziyaret ediyor, orada fotoğraflar çektirip, adına yazılan şiirlerle mest oluyordu. Müdürün bu eylemini “AKPapa’nın Temel İçgüdüsü” adlı kitabımda şöyle yazıyordum:
“Ankara Emniyet Müdürü baktı ki, Başbakan’ın namus sözünden hayır yok… Avanesini topladığı gibi 2002 yılının Mayıs ayında, ortalığın sıcak olmasına aldırmadan Fetullah Gülen’e yakınlığı ile bilinen okulları ziyarete gitti. Kendisini bir ara Milli Eğitim Müdürü mü sandı acaba diye düşünürken, aniden durum netleşti. Gülen, demiyor muydu, ‘Cinlerden iyi komiserler olur, onlarla irtibat kurularak bir çok olayın çözülmesi sağlanır.’ Tabii ki, Ercüment Müdür de ne yapsın, ‘Sen Milli Eğitim Müdürü mü, yoksa Müfettişi misin’ şeklindeki sorulara muhatap olacağını bile bile, Fetullah Gülen’e yakınlığı ile bilinen okullara misafirliğe gidiyordu. Her ne kadar komiser cinlerin ilmini kapamasa da okul bebelerinin kendisi hakkında yazdıkları şiirleri gururla alıyor, kabul ediyordu.”
Aslında perşembenin gelişi çarşambadan belliydi… Bu günlere kolay gelinmemişti. Polis Koleji ve Akademilerinde çok yoğun bir şekilde Nurcu propagandalar altında ve Işık Evleri denilen irtica yuvalarında yetişen Polisler köşe başlarını tuttuklarında aldıkları eğitimin gereklerini yerine getiriyorlardı. Buralarda ABD destekli irticai örgütlerin cirit attığı defalarca basın yayın organlarında işlenmesine, yine bu fesat yuvalarında yetişen, laik, demokratik Cumhuriyetin hasımlarının eylemlerinin ülke geleceğini nasıl karartma yolunda mesafe kat ettiklerinin meydana çıkmasına rağmen hiçbir tedbir alınmamış, mecburiyetten açılan soruşturmalar ise sumen altlarında saklanmış, ya da yıkanmış yunmuştur.
Bu soruşturmaların en kapsamlısı 1992 yılında polis okullarında başlatılan ve 1998 senesine kadar süren ve sonunda Ankara DGM Başsavcılığı’nca içinde Fetullah Gülen’in de bulunduğu sanıklar hakkında “Takipsizlik” kararı verilen soruşturmaydı. Şimdi bu soruşturma kapsamında bazı komiser ve komiser muavinlerinin verdiği ifadeleri inceleyelim, böylece bugünlere nasıl geldiğimizin muhasebesini de kolay çıkaralım. Bir ilimizin Çevik Kuvvet Şube Müdürlüğü’nde komiser yardımcısı olarak görev yapan bir tanığın polis okullarında verilen eğitimi ortaya çıkaran açıklamaları:
“1987 öğretim yılında Polis Koleji’ni bitirerek Polis Akademisi’ne girdim. 1991 yılında mezun oldum.
Bu öğrenim süresinde özellikle 1987-1988’de Hukuk Başlangıcı, 1989-90 öğretim döneminde Ceza Muhakemeleri Usulü Hukuku’na gelen Ali Şafak, 1989-90 öğretim döneminde Yönetim Bilimi dersine gelen Remzi Fındıklı, 1988-89 döneminde Türk Diline gelen Bilal Coşkun, 1990-91 döneminde Türk Edebiyatı dersine gelen Halil İbrahim Okatan, 1989-90 döneminde Ceza Hukuku’na gelen Cihan Yamakoğlu adlı öğretim üyeleri, zaman zaman ders konularını işledikleri sırada mukayese ve örneklemeler yaparak Arap dilinin inanç ve esaslarını ön plana çıkarmak suretiyle endirek olarak dolaylı yoldan şeriat düzenini hoş ve meşru göstermek yoluna giderek öğrenci kitlesini psikolojik telkin altında bırakırlardı.
Bu durumdan ötürü öğrenci kesimindeki gruplara karşı farklı tutum ve davranışlara girerlerdi. İdare de bu öğretim üyelerinin yakın olduğu öğrenci kesimine karşı farklı uygulamada bulunurdu.”

Yine bir başka komiser yardımcısı, Polis Baş Müfettişi Dr. A. Nihat Dündar ve Polis Müfettişi İ. Sezgin Şenel’e verdiği ifadesinde, Polis Akademisi’ndeki Fetullahçı faaliyetlerin boyutlarını açıkça gösteriyordu:
“Ben 1987 öğretim yılında Polis Koleji’ni bitirerek Polis Akademisi’ne girdim ve 1991 yılında mezun oldum.
Bu öğretim süresi içersinde çeşitli derslerimize değişik öğretim üyeleri geliyorlardı. 1987-1988 öğrenim döneminde Hukuk Başlangıcı’na, 1991 yılında da CMUK’na gelen Ali Şafak adlı öğretim üyesi, ders konularını işlediği sırada bazı mukayeseler yaparak ‘Batıdan alınan hukuk sisteminin dejenere olduğunu, İslam hukukuna dayanan Mecelle’nin şeriat hükümlerini ihtiva ettiğinden dolayı daha meşru ve hoş olduğunu’ derslerinde işliyordu.

Yine 1988-89 öğretim döneminde İdare Hukuku dersine gelen Remzi Fındıklı adlı hocamız da aynı mahiyette mukayese ve örnekler vererek ders konusunu işliyordu.
1987-1988, 1988-1989 döneminde Türk Dili ve Edebiyatı dersine gelen Bilal Coşkun adlı Öğretim Üyesi ise, Türk hukuk sistemini aşağılayarak, şeriat sistemini övücü ve hoş gösterici şekilde konuları işlerdi. Batılılaşmanın Türk sistemini dejenere ettiğini söylerdi. Özellikle yeni harf ve kıyafet inkilabının toplumu geriye götürdüğünü ve kargaşaya sürüklediğini Farsça ve Arapça’nın geçmişte toplumu daha da yücelttiğinden bahsederdi. Bunun yanında Yahudilik ve Masonluk konularını işlerdi.
Aynı şekilde 1989-1990, 1990-1991 döneminde Türk Dili dersine gelen Halil İbrahim Okatan adlı öğretim üyesi de, Bilal Coşkun’dan geri kalmayarak aynı konuları işlerdi. O da şeriat düzenini övücü konulara girer ağırlıkla Türk-İslam sentezini işlerdi.
Yine 1989-1990 döneminde Krimonoloji dersimize gelen Cihan Yamakoğlu adlı öğretim üyesi hiç bir kural tanımadan, konuyla ilgisi olsun veya olmasın şeriat düzenini öven konulardan bahseder, Türk Hukuk Sistemini, aile yapısını, sosyal yaşantıyı, konu edinerek işler, neticede Şeriat, sisteminin doğruluğundan bahsederdi.”
Ankara Emniyet Müdürlüğü Trafik Denetleme Şube Müdürlüğü’nde Komiser Yardımcısı olan bir başka tanık da adı geçen öğretim görevlilerinin; Atatürk İlke ve inkılaplarının ülkeyi geri götürdüğünü vurguladıklarını, yine Ahmet Eyicil adlı bir öğretim üyesinin harf inkılabının iyi olmadığını, bizi geçmişimizden koparttığını iddia ederek eski alfabenin daha iyi olduğunu söylediğini aktarıyordu.
Bu soruşturma sırasında Polis Koleji ve Akademisinden mezun olan onlarca emniyet görevlisi, şeriat sistemini öven, Atatürk ilke ve devimlerinin ülkemizi geri götürdüğünü iddia eden, öğrenciler arasında gruplaşmalara yol açan, laik, demokratik Cumhuriyet’in düşmanı görevlileri; müfettişlere verdikleri ifadelerle anlatmaları, deşifre etmeleri sonucunda müfettişlerin “Fetullah Hoca’nın Talebeleri” adlı örgüt hakkında Ankara DGM Başsavcılığına gönderdiği fezlekeye rağmen Savcı Talat Şalk, Fetullah Gülen ve diğer sanıklar hakkında “Takipsizlik” kararı veriyordu.
Benim Polis Akademisi’nde geçen bu olayları kaleme almamın ardından, Prof. Ali Şafak beni mahkemeye veriyor, 1 milyar lira tazminat istiyordu. Ancak mahkeme, Ali Şafak’ın talebini, kaleme alınan yazının belgelere dayanmasını gerekçe göstererek reddediyordu. AKP’liler ise onu bütün polis okullarının başına getirerek ödüllendiriyordu.
Gülen’e Koruma
Fetullah Gülen Ankara DGM tarafından hakkında soruşturma açıldığını öğrenir öğrenmez, sağlık sorunlarını hatırlıyor, ilk bulduğu uçakla tam bir “katakulli” yaparak Amerika’ya göçüyordu.
Sadettin Tantan’ın başında bulunduğu İçişleri Bakanlığı, laiklik aleyhindeki faaliyetleri ayyuka çıkmış bir insan için yapmaması gerekeni yapıyor ve 03.03.1999 tarihli bakanlık onayı ile kendisine Başkomiser rütbesinde bir koruma tahsis ediyordu. Gülen’in sıkıntıları bitmeyince korumanın görev süresi, Ankara Valisi Yahya Gür’ün uygun görüşü İçişleri Bakanı Sadettin Tantan’ın oluru ile 4 Haziran 1999 tarihinden itibaren tekrar uzatılıyordu.
Fetullah Gülen, İçişleri Bakanlığı tarafından koruma verilirken emekli vaiz olarak nitelendiriliyordu. Oysa Gülen, hiçbir zaman Diyanetten vaiz sıfatı ile emekli olmamıştı. Gülen, mahkemelere verdiği insanlardan “Tazminat” koparmak için Diyanet İşlerinde çalıştığını söyleyerek saygın bir din görevlisi olduğunu iddia ediyordu.
“Fetullah’ın Gerçek Yüzü” adlı kitabımda yazdıklarımı yalanlayamayan Fetullah Gülen, kendisi ile alay ettiğim gerekçesiyle benden faizi ile beş milyar istiyor, Diyanet’ten emekli olmuş bir din görevlisi olduğunu avukatı Orhan Erdemli marifetiyle şu şekilde anlatıyordu:
“Müvekkilim ‘Diyanet İşleri Başkanlığı’ndan vaiz sıfatıyla din görevlisi olarak uzun yıllar hizmetlerde bulunarak emekli olmuş bir kişidir. Kendisi bir din görevlisi olarak toplumumuzda büyük bir saygı görmüştür.”
Fetullah Gülen, dava dilekçesinde de yer alan sözlerinden açıkça anlaşılacağı üzere kelime oyunları yapmak suretiyle Diyanet’ten emekli olduğu izlenimi yaratmıştı. Oysa Gülen, Diyanet’ten emekli olmamış, 17.03.1990 tarihli hizmet belgesinde yer alan bilgilere göre 20.05.1990 yılında istifa etmek zorunda kalmış, daha sonra tekrar Diyanet’e girmek ve İstanbul’a atanmak için yaptığı başvuru ise kabul edilmemişti.
İnsanlardan daha fazla tazminat alabilmek için Diyanet referansına sığınan Fetullah, Diyanetin kendisini geri almamasını hazmedemiyor, kitaplarında ve vaazlarında yıllarca ekmeğini yediği kuruma ateş püskürüyordu. “İrşat Ekseni” adlı kitabının 36 ve 37. sayfalarında “Dini hizmetlerin teşkilata bırakılması Müslümanları hazin duruma düşürdü” diyordu.
Gülen’i Diyanet İşleri Başkanlığına olan hıncıyla baş başa bırakıp dönelim Adliye kadrolaşmasına.
Hâkim Kiralayın
Fetullah Gülen’in hayalindeki Halifeli, Amerikano şeriata ya da Ilımlı İslam’a giden yolun döşeme taşlarından en önemlileri; İstihbarat, Tedbir, Okullar, Şirketler ve Vakıflardı. Fetullahçı örgütlenme bu yolları geçmiş, nihai hedeflerine doğru yol almaya devam ediyordu.
Emniyet içindeki Fetullahçı yapılanma tarafından şehit edilen Dr. Necip Hablemitoğlu “Fetullah Gülen’in İstihbarat Tutkusu ve Hedefi Söylemler ve Eylemler” başlıklı yazısında, Gülen yapılanmasının köşe taşlarını şöyle deşifre ediyordu:
“Yüzlerce şirketin sağladığı milyarlarca dolarlık bir ekonomik kaynağın desteğindeki yurt içi ve yurt dışı yüzlerce okul, dersane, üniversite ile binlerce yurt ve okul, yüzlerce Işık Evi. Diğer taraftan, yasa dışı yapılanmanın silahlı gücünü oluşturan; düşmana korku, müridlere dokunulmazlık ve güvenlik ile ülke imarına ve istişare kurulu üyelerine, devlet kaynaklarından son derece önemli kesintisiz istihbarat akışı sağlayan -TSK’ya alternatif- kimi emniyet mensupları!..
Fetullah Gülen için istihbarat birimlerinde kadrolaşmak niye bu kadar önemlidir? En önemli neden, bir türlü yeterince sızmayı başaramadıkları Türk Silahlı Kuvvetleri’ne karşı silahlı ve yasal bir güce sahip olmaktır. Adliye ve Mülkiye kadrolaşması ise, bu gücü daha da pekiştirecek ve devletin içten ele geçirilmesini ya da bir başka ifadeyle devletin “kansız” teslim alınmasını temin edecektir.
Fetullah Gülen ve genel olarak tüm nurcular için, Atatürk ve İnönü dönemi polisiye takibatlarından kaynaklanan bir ürküntü, hatta yaygın bir korku söz konusudur. Ancak, iyi (!) bir polisten gördüğü yardım, Fetullah Gülen’in istihbarat konusundaki ufkunu değiştirmiştir: “Edirne’den gelirken dosyam dolu gelmişti. Takibe maruz idim. Peşimde daima bir polis bulunuyordu. Fakat Cenab-ı Hakk’ın bir lütfü bu polis İmam Hatip’in orta kısmından mezundu ve benim de hemşerimdi. Erzurumluydu.”
Bırakalım istihbarat birimlerinde kadrolaşmanın çok yönlü avantajlarını, sadece telefonların dinlenmesi olgusu bile, yasadışı Fetullahçı yapılanma açısından, başlı başına rakipsiz-rekabetsiz bir güç üstünlüğü (Siyasal ve Ekonomik) sağlamaktadır. Bilindiği üzere, devlet imkanları ile izlenmesinde kamu yararı görülen ve bir anlamda stratejik öneme sahip kimi politikacıların, mafya liderlerinin, gazetecilerin, bürokratların, işadamlarının, akademisyenlerin telefonlarının dinlenmesinin geçmişi yeni değildir. Bu yolla elde edilen bilgilerin, organize suç örgütlerinin eline geçme olasılığı ise oldukça düşüktür; çünkü mafya, saptandığı kadarıyla dinlemeyi sadece sokaklardaki telefon kutuları üzerinden yapmaktadır.
Ya da böcek denilen aletlerle hedef izlenmektedir.
İşte yasa dışı ve devlet düşmanı Fetullahçı yapılanmanın gücü de bu noktada ortaya çıkmaktadır. Hiçbir organize suç örgütünün ya da siyasal yapılanmanın sahip olamadığı bu inanılmaz güç, yukarıda da belirtildiği gibi, sadece ve sadece yasadışı Fetullahçı yapılanmanın uhdesinde mevcuttur. Nasıl mı?!. 1980’li yılların başlarından itibaren polis okullarına ve Polis Akademisi’ne sızarak burada kadrolaşan ve daha sonra Personel, Eğitim, Bilgi-İşlem, Terörle Mücadele, İstihbarat gibi birimlerde kökleşmeye çalışan Fetullahçılar, istihbarat birimlerinin yanısıra, var oldukları her yerde ve her ortamda, şeyhleri Fetullah Gülen’in kaset ve kitaplarındaki, tedbir ve temkin, taktik ve strateji içeren direktiflerinin gereğini yerine getirerek bugünkü güç düzeylerine erişebilmişlerdir. Fetullah Gülen’in muhtelif kitap ve kasetlerinden aşağıya alıntısı yapılan bu direktifler, mebzul miktarda suça azmettirme, kurnazlık, fırsatçılık, iki yüzlülük, takiyye gibi öğeler içermektedir:
Gülen’in Işık evlerinde gençlere yaptığı konuşmanın kasetinden:
“Adliye’de, Mülkiye’de veya bir başka HAYATİ MÜESSESEDE bizim arkadaşlarımızın mevcudiyeti, öyle ferdi mevcudiyetler şeklinde ele alınıp öyle değerlendirilmemelidir. Yani bunlar gelecek adına bizim O ÜNİTELERDE GARANTİMİZDİR. Bir ölçüde onlar bizim varlığımızın teminatıdır.”
Gülen, örgütlenmesinin Emniyet’ten sonraki en önemli ayaklarının Adliye ve Mülkiye olması gerektiğini şöyle açıklıyordu:
“Türkiye’de önümüzü kestiler. Yürüyemiyoruz, orada durgun sular gibi bir de gölleşme imajı uyandıracaksınız. Zorlayacaksınız, YERİNDE YÜRÜYOR gibi yapacaksın. Çünkü durmak, hem de durgunluk paslanma meydana getirir… Bu Mülkiye’de, Adliye’de de her zaman söz konusu olur. Yürümeli, eğer biz tüm nabzı, kalbi dinledik, baktık ki, geriye adım attıracaklar, bence ADIM ATMADAN beklerim, FIRSAT kollarım, yani HERŞEY bir OYUN’dur. Kungfu gibi bir oyundur. Teak-wando gibi bir oyundur. Yani her zaman insanın hasmını bir yumruk vurup, yere yıkması şeklinde değildir. Bazen hasmından kaçmak bile çok önemli bir manevradır. KUVVET DENGESİ YOKSA KUVVETE BAŞVURMAYIN. Çok iyi PLANLAYACAK, ona göre yürüyeceksiniz. Dışarıdan bizi korkaklıkla itham edeceklerdir. Allah bizim çaremize bakacak.”
Gülen, amaçlarına ulaşmak için “Devletin belli bir kıvama gelmesi” gerektiğini söylüyordu. “Devletin kıvama gelmesi…”
Bu, üzerinde önemle durulması gereken çok önemli bir cümledir. Aynı zamanda birçok gelişmenin ve yakın tarihimizin bir tespiti… Zira 12 Eylül ve Turgut Özal dönemiyle hareketlenen, Çiller ve Ecevit sürecinde iyice palazlanan, Gül ve Erdoğan hükümetleri ile tavan yapan Ilımlı İslam maskeli Nurculuğun kollanıp, yüceltilmesiyle yeşil devrim yavaş yavaş dal budak salmaya başlıyordu. Sonuçta devletin nasıl kıvama gelmeye başladığı açık açık görülüyordu.
Neyse biz yine dönelim, Adliye, Mülkiye ve diğer kurumlarda Gülen’in kadrolaşmanın önemini anlatan açıklamalarına:
“Arkadaşlarımızın mevcudiyeti İslami geleceğimiz adına bu işin garantisidir. Bu açıdan Adliye, Mülkiye veya başka hayatî müessesede bizim ARKADAŞLARIMIZIN MEVCUDİYETİ öyle ferdi mevcudiyetler şeklinde ele alınıp öyle değerlendirilmemelidir. Yani bunlar gelecek adına bizim o ülkelerde GARANTİMİZ’dir. Bizim varlığımızın bunlar nabzıdır. ZAİYATA meydan vermeyin. Daha bunun neye ihtiyacı var, nasıl takviye edilmeli, bu demeli, sürekli o araştırılmalı, daha bir TAKVİYE edilmeli, fakat mevcuttan da bir ölçüde taviz verilmemeli derken yani FEVKALADE KORUNMAYA alınmalı, katiyyen ZAİYATA meydan verilmemelidir. Bu açıdan bizim ister bu dairede, ister diğer dairede arkadaşlarımızın KORUNMASI çok önemlidir. Bu koruma mevzuunda işte arz ettiğim gibi belki işin ESNEKLİĞİ’nden istifade edilebilir. ESNEK OLUN, sivrilmeden CAN DAMARLARI İÇİNDE DOLAŞIN. Bu açıdan, diğer taraftan bu kanun ve kuralları kullanma, biraz önce anlattığım ESNEKLİK içinde, diğer taraftan bir kanun ve kural adamı olma İMAJINI uyarmak, yani harfiyen riayet ediyor bunlar denmeli, denmeli ki muntazam TERFİLERİN ARKASINDA bu ölçüde bu vardır. Ve sizin ileriki dönemde DAHA HAYATİ, daha önemli yerlere gelmenizin ARKASINDA da bu vardır. Yani sivrilmeden mevcudiyetinizi HİSSETTİRMEDEN çok İLERİLERE gitmek, işte bu iki müessesede olduğu gibi hayati, dinamik bir kısım müesseselerde söz konusudur. Ta İLERİLERE gitme, böyle CAN DAMARLARI İÇİNDE dolaşma ve eğer dönülüp gelinecekse YARA alınmadan, HİSSETTİRİLMEDEN dönüp geriye gelme meselesi geleceğimizin adına çok esaslı hususlardır…”
Fetullah Gülen, hasım cephe olarak nitelediği Atatürkçüler ile ilgili istihbaratta önde olmalarını, haberalma teşkilatıyla içlerine girilip bilgi toplanmasını da şöyle emrediyordu:
“… Bir yandan HASIM CEPHE’yi, mükemmel işleyen HABERALMA teşkilatıyla İÇİNDEN tanırken, öte yandan da HASIM CEPHE’nin aynı faaliyetlerini kendi İÇİMİZDE sürdürmesine müsaade edilmemeli ve imkan tanınmamalıdır… Evet, devlet ve milletin bekası ve hayatiyeti adına önem arz eden HER DİNAMİĞİN üzerinde etraflıca durmalı, bu dinamikleri SİSTEMATİK hale getirmeli, günümüzün teknolojik imkanlarından da FAYDALANARAK bu FAALİYETLERİ gerçekleştirmeleri… Ve BİLHASSA HABERALMA hususunda her zaman HASIM CEPHE’in çok ÖNÜNDE olunmalıdır.”
Türkiye’de hala kadılık sisteminin özlemini çeken, hakimleri kiralanacak bir meta olarak gören Fetullah Gülen’e bu davranışından dolayı itiraz eden dava açan bir hakimin çıkmayışı, özellikle Ergenekon tezgahında rol alan bazı hakim ve savcıların eylemleri yeşil devrimin geldiği, yeri göstermesi bakımından oldukça düşündürücüydü. Şimdi Fetullah’ın müridlerine hakim kiralamalarını öğütleyen konuşmasına bakalım:
“… Belki bizim aczimiz bu yani, orada icabında Mahkemenin ALTINI ÜSTÜNE getireceksin, AVUCUNA alacaksın, arkadaşlara diyorum ki ben, BİN döktürecektim belki geriye BİRİ dönecek. Bu DERSHANELERLE üstad DESTEKLERİZ yani… Bir MİLYAR lira VERECEKSİNİZ, 10 MİLYON tazminat davaları ALACAKSINIZ. Önemli olan MAHKUM ETTİRMEK’tir yani, Avukat da KİRALAYACAKSINIZ, Hakim de KİRALAYACAKSINIZ…”
Gülen ve Mit
Unakıtan gibi Nakşibendî tarikatına yakınlığı ile bilinen Kadir Mısıroğlu, kaleme aldığı “Gurbet İçinde Gurbet” adlı kitabının 190. sayfasında, Hilmi Türkmen, Fetullah’ın MİT’çiliği konusunu şöyle anlatıyordu:
“O zaman İzmir’in Kestanepazarı’ndaki Kur’an-ı Kerim Kursu’nun idarecilerini tanıyordum. Onu çocuk okutmak üzere oraya yerleştirdim. Beş on gün sonra halini hatırını sormak için oraya uğradığımda, baş başa bir kimseyle fiskos ettiğine rast geldim. Konuştuğu adam, beni görünce yaydan çıkmış bir ok gibi fırlayıp kaçtı. Kendisine; ‘Bu kimdir’ diye sorduğum da ‘Bir talebe velisi’ diye cevap verdi.
Bu söz doğru değildi. Tahkikatım da onu göstermiştir. Bu adam, böyle bir karşılaşmadan beş altı ay evvel bana müftülük makamına gelmiş ve MİT’çi hüviyetini gösterdikten sonra, benimle açıkça bir meseleyi konuşmak istediğini söylemişti. Söylediği söz şuydu:
‘Bizim teşkilat (MİT’i kastediyor) Müslümanların M. Kemal Paşa’ya menfi bir tavır almasından rahatsızdır. İstiyoruz ki, bu münafereti gidelim. Sen, en büyük dini cemaatlerden biri olan Süleymancı cemaatı içinde söz sahibi bir kimsesin. Sizin cemaatte M. Kemal Paşa hakkında ‘Deccal’ ithamında bulunmakta ve ağza alınmayacak sözler söylenmektedir. Sen bunu düzeltebilirsin. Bunu yaptığın takdirde, bizden ne isterse iste, seni, Diyanet İşleri Başkanı yapalım…’
Kendisine ‘yanlış kapı çaldığını’, benim bahsettiği cemaat içinde böyle bir şey yapacak gücüm olmadığını, bunu ancak Kemal Kaçar Bey’in yapacağını söyledimse de ikna olmadı ve ‘Sen bilirsin, biz seni seçmiştik. Anlaşılan sen bunu yapmak istemiyorsun. Amma biz bu işin peşini bırakmayacağız. Bu işi, birisini bularak muhakkak yapacağız!..’ diyerek ayrılmıştı.
Şimdi anlıyorum ki, buldukları adam Fetullah Gülen’di. Fakat o sıralarda Fetullah Gülen sapı silik bir adamdı. Bunu nasıl becerebilecekti? İşi takip ettim. MİT güdümlü olarak nasıl nafiz bir mevkiye getirildiğine safha safha şahit oldum…”
Mısıroğlu kitabında Gülen’in istihbari ilişkilerini sorgulayan insanların başına gelen ve insanın tüylerini diken diken eden bir olayı da anlatıyordu:
“… Bu demektir ki, Fetullah Gülen etrafındaki gizli ve aşikâr gerçekler bu derece korkunçtur. Bu şifai olarak ilk ve müessir bir surette ifşa etmiş bulunan bir arkadaşımızın teşkilatın bütün kıdemli üst kademelerince çok iyi tanınan Kuyumcu Sadettin Çetin Bey’in kendisi, Fetullah Gülen’e en büyük hizmetleri ifa etmiş bir kimse olduğu halde cesedi parçalanmış olarak bir yol kenarında bulunmuştur. Sadece bunu hatırlamak, bu sahada gerçeği beyan etmenin ne ağır bir bedeli olabileceğini anlatmaya kâfidir sanırız…”
Gülen sadece MİT ile mi bağlantılıydı? Tabii ki hayır. 1964 yılında ilk defa ülkemize gelen CIA Türkiye Masası Şefi Graham Fuller’in hemen hemen o yıllardan beri en yakın dostu yine Gülen’di. Gülen, 26 Ocak 1995 tarihinde Hürriyet Gazetesi’ne verdiği bir beyanda, CIA Ortadoğu Masası Şefi Graham Fuller ile görüştüğünü yalanlıyor ve şöyle diyordu:
“Bırakın yüzünü bir defa olsun görmediğim Graham Fuller ile görüşmeyi, bir yabancı devlet yetkilisi, temsilcisi ve ajanı ile karşılıklı veya dolaylı bir saniyelik, bir satırlık görüşmem olmamıştır.”
Oysa Graham Fuller, Timaş Yayınları’ndan çıkan “Siyasal İslam’ın Geleceği” adlı kitabında, 1964 yılında Türkiye’ye geldiğini ve en yakın dostları arasında Fetullah Gülen’in de olduğunu özellikle vurguluyordu. CIA İstasyon Şefi Graham E. Fuller, ülkemizdeki diğer dostlarından bazılarını şöyle sıralıyordu:
“Fehmi Koru, Ali Bulaç, Ali Aslan namı diğer Mücahit Aslan, Ruşen Çakır, Cengiz Çandar, Nilüfer Göle, Şerif Mardin, Hakan Yavuz, Şahin Alpay…”
Gülen’in “Tanımıyorum” dediği ancak yıllardan beri kadim dostu olan CIA ajanı Graham Fuller, Avrasya Stratejik Araştırmalar Merkezi’nin (ASAM) Michigan Üniversitesi ile birlikte düzenlediği, 3. Avrasya Uluslararası Konferansı’nda Gülen hakkında şunları söylüyordu:
“Gülen’in Radikal İslamcı olduğunu düşünmek bana zor geliyor. Kesinlikle değil, bu yöndeki görüşlere katılmıyorum.”
Gülen, ABD’de sürekli kalmak için yaptığı başvuruda “Tanımıyorum” dediği Graham Fuller’i ve diğer CIA İstasyon Şeflerini kendisine kefil olarak gösteriyordu.
Gülen’in Green Card almak için çırpınmasının bir diğer nedeni de, Amerikan vatandaşlığına geçmekti. Gülen’in bu hareketi birçok gazetede manşet olmuştu. Herkesin bildiği bir gerçek var ki; ABD vatandaşlığına geçmenin en önemli şartlarından biri ABD bayrağı ve İncil üzerine yemin etmektir. Amerikan çıkarlarını her şeyin üzerinde tutmak, asıl vatanının Amerika olduğunu kabul etmektir. Bunun da İslam’da hiçbir yeri yoktur.
CIA ve Gülen
Gülen cemaatinin büyük bir oranda finanse ettiği, Türk okulları olarak lanse edilen, ancak, ABD’ye hizmet için kurulan okullar öncesinde başlayan CIA ile işbirliği son hızıyla devam ediyordu. Afrika’da bile açılan bu okullar, o ülkedeki zeki çocukları bulup Amerika’ya gönderip eğitmek, daha sonra istedikleri kıvama getirdikleri, her türlü amaç için kullanabilecekleri insanları tekrar ülkelerine geri getirip, vatanlarında ABD’nin çıkarlarını her şeyin üzerinde tutmalarını sağlayabilecek yönetici konumuna yükseltmek amacıyla CIA organizasyonu ile yapılan çalışmalardı.
Fetullah Gülen, Ankara DGM Savcılığı’nın hakkında başlattığı örgüt soruşturmasını, Savcının yakınında bulunan örgüt üyesi amirlerden öğrenince, “Tehlike anında hicret sünnettir” prensibine “Tüymeyi” de ekliyor ve Amerika’ya kaçıyordu.
Amerika’da 137 dönümlük arazide villa içinde FBI korumasında, CIA’nın desteğinde yaşamak son derece hoşuna gittiği için, Türkiye’ye dönmek istemiyordu. Bu nedenle ABD’den sürekli oturma izni almak için işbirliği yaptığı; CIA, Katolik Papazları ve Kiliseleri, Evanjelist Kilisesi ve Rahipleri, Rum Ortodoks Kiliseleri ve Papazlarını devreye sokuyor, yardım istiyor, “Ne olur beni ABD’den kovmasınlar” diyordu.
Haziran 2008 tarihli Milliyet Gazetesinde Gülen’in ABD’de kalma faaliyetleri yer alıyordu. Fetullah Gülen’e ABD’de süresiz oturma ve çalışma izni vermesi için başvurulan 1-140 statüsündeki vize; bilim, sanat, iş, eğitim ve spor alanlarında olağanüstü yetenek gösteren, uluslararası saygınlığı olan, bu faaliyetlerini ABD’de sürdürmek isteyen ve ABD’nin de bu faaliyetlerden faydalanacağı kişilere veriliyor.
Oysa Gülen, eli kanlı terör örgütü Hizbullah’a övgüler düzmüş, demokrasiyi şeytandan gelen rejim olarak nitelemiş, şeriat devletinin mutlaka geleceğini iddia etmiş, müridlerine kelle alıp, kelle vermeyi, kanla abdest almayı öğütlemiş, ilkokulu dışarıdan zorla bitirmiş, devlet tarafından “Muzır” olarak gösterilip Diyanet’ten emekli edilmemiş bir kişiydi.
Fetullah Gülen’in ABD İçişleri Bakanlığı’na başvurusunu yaptığı 1-140 vizesinin reddedilme nedenleri de ortaya çıkıyordu. Amerikan yasaları gereği her sene kısıtlı sayıda verilen ve “İş, bilim, sanat, eğitim ve spor alanında olağanüstü yetenekli” kişilere oturma ve çalışma imkanı sunan vize talebinin reddedilme nedenleri arasında, Gülen’in eğitim alanında başvuru yapmasına rağmen bu alanda direkt faaliyette bulunmaması ve bu konudaki “olağanüstü yeteneğini” belgeleyememesi gösteriliyordu.
21 Kasım 2006 tarihinde Gülen’in 1-140 vizesi için yaptığı başvuru, İçişleri Bakanlığı tarafından bir sene sonra reddedildi. 18 Aralık 2007’de bir kez daha aynı vize ve oturma izni için başvuran Gülen, bu kez CIA İstasyon Şefleri, Rum Papazları, Yahudi din adamları, Cizvit ve Katolik Rahiplerinden oluşan 26 isimden kendisine referans oluşturuyordu. Ancak bu referanslar yetmiyor, Mart 2008’de Gülen’in temyiz isteği reddediliyordu.
Para Karşılığı Yazdırıyor
ABD İçişleri Bakanlığı adına savunma yapan Savcı Patrick Meehan ve Mary Catherina Frye imzasıyla sunulan 4 Haziran 2008 tarihli belgelerde; “Davalı, kendisinin din adamı olduğunu ve eğitim alanında çalışmalar yaptığını belirtiyor. Oysa, eğitimci olduğunu gösteren hiçbir belge sunmadığı gibi kendisini akademisyenlerle çevreleyip para karşılığı kendi görüşlerinin tartışıldığı konferanslarda konuşturuyor ya da görüşlerini yazdırıyor” saptaması yapılıyordu..
“Davacı’nın yani Gülen’in sunduğu deliller göstermektedir ki kendisi siyaset ve din konularında çok etkili bir hareketi yönetmektedir. Ama bu Kongre’nin çok özel yetenekte insanlara verdiği vizeyi almasına hak veren bir alan değildir” diyen Savcılık makamının kararı kabul görüyordu.
Gülen’in avukatları bu kararı da bozmak için “ara karar çıkartma” isteminde bulundu. Buna yanıt olarak 18 Haziran’da Savcılık makamınca Pennsylvania Doğu Bölgesi Mahkemesi’ne sunulan belgelerde şöyle deniliyordu:
“Davacı eğitimi konusunda uluslararası alanda takdir kazandığını iddia etmektedir. Oysa kendisi, ‘olağanüstü’ yetenekli eğitimciler arasında olmadığı gibi eğitimci bile değildir. Kendisi delillerde de sunulduğu gibi büyük ticari kaynakları bulunan etkili dini ve politik bir hareketin lideridir. Dinlerarası diyalog ve tolerans da bu statüde verilen vize için yeterli değildir.”
İçişleri Bakanlığı adına savunma yapan Savcılar; Gülen’in bırakın olağanüstü eğitimciliğini, normal eğitimci bile olamayacağını belgeliyorlardı.
İlkokulu bile normal yoldan bitiremeyen, dayısı Hüseyin Top’un gözetiminde girdiği vaizlik sınavında Allah’ın sıfatlarını baka baka yazdığı halde tam olarak kağıda geçiremeyen, mezhepler hakkında bilgisi olmayan ve Cuma’nın şartlarından ise habersiz biri nasıl eğitimci hele bir de olağanüstü eğitimci olabilirdi. Savcılık Gülen hareketinin balonlarını tek tek patlatıyordu.
Gülen’in “Dini hoşgörüyü eğitim kurumlarının içine sokan metodlar geliştirdiği iddiasına” da yer veren Savcılık makamı, “Ancak davacı, bu metodların ne olduğunu gösteren bir delil sunmamıştır. Yazıları bir müfredat modeli ya da metodoloji içermemektedir. Kendisinin eğitmenlik yaptığını belgeleyen bir delil dahi bulunmamaktadır” diyordu.
Savcılık makamı ayrıca Londra’da Lordlar Kamarası’nda Gülen için düzenlenen toplantının da sadece o mekanda yapıldığını, Gülen’in Konferansı “İngiliz Hükümetinin desteklediği” iddialarının yanıltıcı olduğunu belirtiyordu.
Gülen, toplantılarda salya sümük ağlayarak insanlardan kurban derilerine kadar yardım olarak istiyordu… Toplanan yardımların ne şekilde harcandığı da Savcılık makamının açıklamalarıyla biraz olsun netleşiyordu. Londra’daki Gülen Konferansındaki sunumlardan faydalanan Savcılık makamı; “… deliller de göstermektedir ki, davacı kendi hareketinin organize ettiği ve masraflarını karşıladığı toplantılarda bulduğu desteği kendisini ‘alim’ olarak göstermekte kullanmaktadır” diyordu.
“Gülen hareketinin yürüttüğü projelerin finansmanında kullanılan paraların büyüklüğü nedeniyle Suudi Arabistan, İran ve Türk hükümetleriyle gizli anlaşma içinde olduğu iddiaları dile getirilmektedir. ClA’nın da bu projelere finansal ortaklık ettiği şüpheleri bulunmaktadır” diyen Savcılık, Gülen’in sunduğu onlarca destek mektubundan hiçbirinin bir eğitimciden gelmediğine dikkat çekiyordu.
Gülen’in Yalanı
Gülen’in aldığı ödüllerin gerçek ödül bile sayılmasının şüpheli olduğuna yer veren Savcılık makamı, “Davacı’nın UNESCO ödülünü aldığı törende Papa 2. Jean Paul’le bir kez daha görüştüğü iddiası doğru değildir. Çünkü; Papa, ödül tarihinden altı ay önce ölmüştü” diyerek, Gülen’in bir tezini daha çürütüyor, böylece Amerika’da bir süre daha kalabilmek amacıyla İslam’da en büyük suç ve günahlardan biri olan “Yalan’a sığınıldığı” ortaya çıkıyordu.
Savcılık iddianamesinin son bölümünde, Gülen’in “gelecek planlarını” açıklamadığı, eğitim alanında çalışmaya devam edeceğine dair hiçbir işaret vermediği yazılıydı. İddianamede “Kendisi hakkında konferanslar düzenleyip yazılar yazdırması eğitim alanında olağanüstü bir faaliyet sayılmaz” deniliyordu.
CİA’nın Gülen’e Referansı
Gülen, Amerika’da kalabilmek, Türkiye’ye dönmemek için istediği vizeye daha kolay kavuşabilmek amacıyla işbirliği yaptığı dostları CIA istasyon şefleri, Papazlar ve Hahamları devreye sokuyor, onlardan yardım istiyordu. Gülen’e referans veren CIA elemanları şu isimlerden oluşuyordu:
George Fldas: ClA’nın Dışa Açılım ve Analiz Bölümü Direktörlüğü görevini yürüten bir isim. Halen Karma Askeri İstihbarat Konseyi Üyesi.
Graham Fuller: Eski Ulusal İstihbarat Konseyi Başkan Yardımcısı ve eski CIA Türkiye Masası Şeflerinden.
Morton Abromovvitz: ABD’nin eski Ankara Büyükelçisi. CIA Ajanı. Halen Carnegie Endovvment ve The Century Foundation üyesi.
Gülen’in Amerika’da kalması için destek veren papazlar ise şu isimlerden oluşuyordu:
Aleksander Karlutsos: ABD Rum Ortodoks Kilisesi Başpiskoposu’nun Yardımcısı.
Rahip Floyd Schoenhals: Evanjelist Kilisesi Arkansas-Oklahoma Sirtodur.
Rahip Thomas Michael: Katolik Kilisesi Cizvit Tarikatı mensubu.
Rahip Donald Senior: Katolik Teoloji Birliği Başkanı.
James Kenneth Echols: Chicago Lutheran Teoloji Okulu Başkanı.
Rahip Teny Mathis: California Üniversitesi Riverside Kampusu Rahibi.
Rahip Loye Ashton: Tougaloo College Dini Çalışmalar Bölümü Başkanı.
Fetullah Gülen amaca ulaşmak için her yolu mubah görüyor, Sabetaylardan Yahudilere, Yahudilerden Rum Papazlarına, Papazlardan CIA elemanlarına, CIA ajanlarından yerli tarikatlara, yerli tarikatlardan Moon ve benzeri tarikatlara kadar her kesimle ilişkiye giriyordu.
Gülen bu faaliyetlerinin izahını kendince şöyle yapıyordu:
“Evet, biz sair İslami cemaatlere farklı kulvarlar da, ama aynı hedefe koşan insanlar nazarıyla bakıyoruz… Veya onları aynı çatı içinde farklı odalarda hayatlarını sürdüren kişiler gibi görüyoruz…”
Peki; Emniyet, MİT ve Adliye içindeki Fetullahçı yapılanma ile bunların işbirlikçileri olan 2. Cumhuriyetçilerin, PKK’lıların ve dönek solcuların ortak hedefleri ne?..
“Laik cumhuriyetin temellerine dinamit koymak.”
Ancak;
Cumhuriyetin temellerine koymaya kalktıkları bombalar gün gelecek ellerinde patlayacaktır.
O gün yakındır, hem de çok yakın!..
Hem de hiç ummadıkları kadar yakın.
ERGÜN POYRAZ

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder