''Recep
Tayyip babasını üzdüğü zaman inanılmaz bir şey yapardı, Reis Kaptan’ın
ayakkabılarını öperdi. Bunu gören Reis Kaptan sakinleşir, gözlerinden yaşlar
süzülür, bütün çocuklar da babalarıyla birlikte ağlardı.”
Kim ne derse
desin, Türkiye siyaset tarihi AKP Genel Başkanı Recep Tayyip Erdoğan kadar
polemikçi bir siyasetçi görmemiştir, görmez de.
Siyaseten en
zayıf olduğu anda ve durumda bile Erdoğan ne yapıyor ediyor, üste çıkıyor; üste
çıkamadığı polemiklerde bile rakibini sindirmeyi başarıyor. Üste çıkmak,
rakibini sindirmek için öyle kural tanımaz davranıyor ki, hukuku, dini
vecibeleri ve an’aneleri bile bir kenara bırakabiliyor.
Şu günlerde
süregiden belediye seçimi kampanyası, AKP Genel Başkanı’nın ne denli kural
tanımaz olduğunu bir kez daha ortaya koydu. Erdoğan hemen her gün, bir iki ilde
miting düzenliyor, meydanları dolduruyor, siyasi rakiplerini kum torbası gibi
dövdükçe dövüyor. Siyaset tanrısı kimseyi AKP Genel Başkanı Tayyip Erdoğan’ın
diline düşürmesin!
***
Tayyip
Erdoğan’ın bugünlerde yumruğunu esirgemediği kişilerden biri de İzmir Belediye
Başkan Adayı CHP’li Tunç Soyer.
Tunç
Soyer’in babası Nurettin Soyer, 12 Eylül darbesi döneminde Ankara sıkıyönetim
savcısı. Çok sayıda örgüt soruşturmasına ve iddianamesine imza atmış. En çok
ses getiren iddianamesi MHP hakkında; Alparslan Türkeş ve öteki parti
yöneticileri hakkında idam cezası istemiş…
İşte AKP
Genel Başkanı Erdoğan, bugünlerde nereye gitse, ( o alışılmış ses tonu ve
vurgusuyla) “Tunç Soyer’in babası zalimdir; 12 Eylül’ün zalim savcısının
mirası bugün CHP’de vücut buluyor” diye bağırıp duruyor.
Meydanları
dolduran seçmenleri çılgınca alkışlıyorlar bu sözleri; 12 Eylül dönemi savcısı Nurettin
Soyer’e beddua üstüne beddua ediyorlar. Aynı dönemin başka savcılarının
valilerinin AKP listelerinden milletvekili seçildiklerini sorgulamayı
akıllarından bile geçirmiyorlar. Hatta ve hatta, Hz. Muhammed’in Veda Haccı’nda
“Suçlu kendi suçundan başkası ile suçlanamaz; baba oğlunun suçundan oğlu da
babasının suçundan sorumlu tutulamaz” diye öğüt verdiğini bile
hatırlamıyorlar, akıllarına getirmiyorlar.
(Ara not:
Hatırlasalar ne fayda! Genel başkanları ne derse desin, hiç sorgulamadan biat
ediyorlar, alkışlıyorlar. Çünkü, “Tayyip Erdoğan Allah’ın bütün vasıflarını
üzerinde taşıyan lider” diyen eski Düzce Milletvekili Fevai Arslan; “O’na
dokunmak bile ibadettir” diyen eski Bursa Milletvekili Hüseyin Şahin; “O’nun
için her günü iki rekât şükür namazı kılınmalı” diyen eski Trabzon
Milletvekili Oktay Saral ve “O uçurumdan atlıyorsa bize düşen O’nun
arkasından atlamaktır” diyen eski bakan Kürşat Tüzmen ile aynı kafadalar.)
***
AKP Genel
Başkanı Tayyip Erdoğan öyle başarılı bir polemikçi ki, diline doladığı Tunç
Soyer bile, kendisine yönelik karalama karşısında en fazla “Kimse babasını
seçmek durumunda değil” diyor; dönüp “Ey AKP Genel Başkanı, babamla
atamla uğraşma, sen kendi atana babana bak! Madem Müslümansın, bari Hz.
Peygamber’in nasihatine kulak ver!” diyemiyor.
Sahi, AKP
Genel Başkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın atalarını merak eden kaç kişi vardır?
Siyasi rakiplerinin merak ettikleri düşünülebilir ama o yönde bir işaret
görülmüyor. Merak etseler, araştırıp öğrenseler, “Dinime dahleden bari
benden daha müselman olsa!” diyebilecekleri çokça bilgiye ulaşırlar ama ya
merak etmiyorlar ya da polemiklerde dile getirmek istemiyorlar.
Belki de
polemiklerde alta düşmekten korktukları için dile getirmiyorlar. Erdoğan
ailesinin geçmişini merak edip araştırsalar, bir “sevgi soyağacı” ile
karşılaşıp mahcup duruma düşmekten de çekiniyor olabilirler. Her neyse, sözü
uzatmadan bu “sevgi soyağacı”na yakından bakalım.
***
Rize’nin
Dumankaya köyünden Erdoğanların tarihi 1800’lerin ortalarına değin uzanıyor.
Dumankaya’nın Cumhuriyet öncesi adı Plihoz. Bilinen ilk ata Bakatoğlu Ahmet;
Recep Tayyip Erdoğan’ın dedesinin dedesi yani. Bakatoğlu ‘isyancı, kavgacı’
anlamına geliyor. Bakatoğlu Ahmet’in Tahir, Yunus ve Mehmet adında üç oğlu var.
Tahir, ‘bilinmeyen bir nedenle’ babasını öldürüyor. Bakatoğlu soyu Yunus ile
sürüyor. Yunus’tan sonra oğlu Tayyip (yerel dildeTeyyup), ondan sonra Hacı
Ahmet, ondan sonra da Recep Tayyip[1].
Her kuşakta
Ahmet ve Tayyip. Recep Tayyip’in dedesinin dedesi Ahmet, dedesi Tayyip, babası
Ahmet, büyük oğlunun adı Ahmet Burak, kızı Esra’dan torunu da Ahmet Akif…
Recep Tayyip
Erdoğan’ın dedesi Tayyip (köylülerin andıkları ismiyle Teyyup) daha yirmi iki
yaşındayken, 1906’da komşuları tarafından on altı kurşunla öldürülüyor. Dede
Tayyip öldürüldüğünde Ahmet daha bir ya da iki yaşında. Büluğa erdikten sonra
Ahmet evleniyor ama ilk eşinden çocuğu olmuyor. Bunun üzerine kocası savaştan
dönmemiş bir dulla evlendiriliyor ve ondan Tayyip’in üvey ağabeyleri Hasan ile
Mehmet doğuyor.
Ahmet Reis
daha sonra Tenzile Hanım ile evleniyor ve İstanbul’a göç ediyor. Recep Tayyip,
1954 yılında Kasımpaşa’da doğuyor; evin prensi oluyor. Küçük Tayyip evin prensi
ama:
“Reis
Kaptan sinirli bir adamdı. Sinirlendiğinde evde kimse ona yaklaşamaz, irtibat
kuramazdı. Ama Tayyip’e özel bir ilgisi vardı. Tenzile Hanım da bunu
keşfetmişti. Evin babası sinirlendiğinde iş Recep Tayyip’e düşerdi. Hemen Reis
Kaptan’ın yanına sokulurdu. O kollarına sığındığında Reis Kaptan’ın siniri
kalmazdı. Recep Tayyip babasını üzdüğü zaman inanılmaz bir şey yapardı, Reis
Kaptan’ın ayakkabılarını öperdi. Bunu gören Reis Kaptan sakinleşir, gözlerinden
yaşlar süzülür, bütün çocuklar da babalarıyla birlikte ağlardı.”[2]
(Ara not:
Recep Tayyip’in bu çocukluk anısı -her nedense- bana, 2006 yılında Başbakanken,
danışmanı Cüneyt Zapsu’yu Washington’a göndermesini anımsattı. O ziyaret
sonrasında Cüneyt, basına açık toplantıda -şefi Tayyip Erdoğan’a vekâleten- ABD
etablissementına şöyle seslenmişti:
“Bizim
ABD’ye ihtiyacımız var. Bu adam dürüst bir adam. Kendi inançlarına sahip ve bu
inançlarında samimi. Lütfen şunu yapmaya çalışın... ‘Sömürmek’ kötü bir kelime,
ama kullanmak... Bu adamdan yararlanın. Çünkü bu kişinin çok itibarı var, hem
kendi inançları nedeniyle Müslüman dünyasında, hem de Batı tipi demokrasiye
inanıyor. Bence onu devirmeye çalışmak, delikten aşağı koymak yerine onu
kullanın... Burada ve Avrupa'da bundan yararlanmalısınız. Teklifim budur.”
Dediğim
gibi, yazı konusuyla ne kadar ilgisi var da anımsadım, bilemiyorum!)
***
Tayyipçik
babasını üzdüğünde ayakkabılarını öpüp ortamı yumuşatırdı ama, Reis Kaptan’ın
ayakkabılarını öpmenin işe yaramadığı da olurdu. “Beş altı yaşlarındaydım”
diyor Recep Tayyip Erdoğan; tarifsiz bir çocukluk anısıdır anlattığı:
“Hava
kararmadan önce eve girmek zorundaydık. Bizim evin karşısında Müşerref Abla
dediğimiz bir komşumuz vardı. Çocuğum ya, küfür ediyorum ona. Ben küfrettikçe
onun hoşuna gidiyor o da popoma vuruyor. O vuruyor ben küfür ediyorum. Babam
gelince şikâyet etmiş beni. Bunlardan haberim yok tabii. Babam içeri giriyor.
Allah rahmet etsin. Alıyor beni tavana asıyor. Ellerimden mi kollarımdan mı
bağlamış, hatırlamıyorum. Orada 15-20 dakika kalmış olacağım ki, dayım gelip
beni kurtarıyor. O günden sonra da küfür faslı kapandı.”[3]
Küçük
Tayyip’in bu çocukluk anısı da (ne kadar ilgisi varsa bilemiyorum), mizah
sanatçısı Metin Akpınar’a gösterdiği tepkiyi anımsattı. Hani, Metin Akpınar
klasik faşizm eleştirisi yaparken, Mussolini’nin ayaklarından asıldığını
anlatmıştı da Tayyip Erdoğan (hiç gereği yokken) üstüne alınmıştı ya; işte o
tepki. Neyse ki, Erdoğan’ın Metin Akpınar’a öfkesi, tutuklamaya dönüşmedi.
***
Tayyip evin
en sevgili oğlu ama sevginin de bir sınırı olur. Futbolu çok seviyor Tayyip
ancak babası Reis Kaptan izin vermiyor futbol oynamasına; O da ne yapsın, gizli
gizli oynuyor, babası görmesin diye topunu ve ayakkabılarını kömürlükte
saklıyor. Maçta yaralanıyor ama babası fark etmesin diye dişini sıkıyor;
katlanıyor yarasının acısına…
Futbol
sevdası nihayet saklanamaz hale geldiğinde Reis Kaptan küplere binmiş,
Kasımpaşa’da iki oda bir göz evde kıyametler kopmuş. Tayyip’in Türkiye
seçmelerine katılmasına izin çıkmamış Reis Kaptan’dan. Yeni bir tavana asılma
vukuatına karşı bir kere daha dayısını yanında bulmuş Tayyip; ama dayısı da
ikna edememiş Reis Kaptan’ı. “Babam yüzünden buna benzer birçok fırsatı
kaçırdım” diye anlatıyor o anı Recep Tayyip.[4]
Reis
Kaptan’ın boğucu kısıtlayıcı şefkat tsunamisinden İmam Hatip Lisesi’ne kaçarak
kurtulmuş genç Tayyip. Kasımpaşa sokaklarını adımlamış, futbol oynamış,
evlenmiş, siyasete atılmış, askerliğini yedek subay olarak yapmış… İstanbul’a
belediye başkanı olduğunda “İmam Hatip dönemim benim her şeyimdir. Hayatımın
çizgisini, çevresini orada kazandım. Bana beni İmam Hatip Lisesi kazandırdı.”
diye anlatmış yaşam serüvenindeki evrimini.[5]
***
Siyasette
kural tanımazlık, tutarsızlık, eleştiriye tahammülsüzlük,
Demokrasiyi
istediği durakta ineceği tramvay olarak görmek,
Peygamber’in
nasihatine karşın siyasi rakibini babası üzerinden suçlamak,
En ağır
sözlerle suçladığı siyasetçiyle yeri geldiğinde kader ortaklığı,
Ne istediyse
verdiği bir örgütü (yumruk yediğinde) şeytanlaştırmak,
Hem
emperyalist projelere eşbaşkanlık hem de ikinci istiklal harbi başkomutanlığı
iddiası,
Kendisine oy
vermeyen yüzde 50’yi aşkın seçmen kitlesini topyekûn “ihanet ve zillet
ittifakı” diye ötekileştirmek,
Hem
kimsesizlerin kimi olma iddiası hem de acılı madenci yakınını “İsrail dölü”
diyerek yumruklamak…
Bütün
bunların ve hepsinin kökeninde “şefkat abidesi bir soyağacı” ve “şefkatle”
yaşanmış çocukluk ve gençlik bulunuyor!
Hepsinin ve
daha fazlasının açıklaması Psikiyatrist Doktor Cemal Dindar’ın kitabında.
Hayırlı
okumalar!
[1] Cemal
Dindar, Bi’at ve Öfke (Recep Tayyip Erdoğan’ın Psikobiyografisi),
Cadde Yayınları İstanbul, Nisan 2011.
[2] Fehmi
Çalmuk-Ruşen Çakır, Recep Tayyip Erdoğan (Bir Dönüşüm Öyküsü),
Metis Yayınları İstanbul, 2001.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder